Adalet Nedir? -Felsefe ve İslam açısından- (Felsefe Konuları)

adalet-mahkeme-avukat-hakim.gif 84 188

Adalet

Herkese hakkı olanın verilmesini öngören ahlakî ilke. Toplum örgütlenmesinde malların, hakların ve görevlerin veya şereflerin aritmetik bölüşülmesine adaletin yerine getirilmesi denir. Adalet herkesin yeteneğine ve toplumda oynadığı role uygun olarak dağıtıldığı zaman doğru dağıtılmış kabul edilir. Aynı zamanda, neyin doğru, neyin yanlış (ya da haklı veya haksız) olduğunu karara bağlamak da adalet olarak adlandırılır. Bu, ya haksızlığa uğrayanın (mağdur) zararını telafi etmek, ya da haksızlık yapanı cezalandırmak suretiyle yerine getirilir.

Genel anlamda “adalet” kelimesi, hükümran devletin kendi uyrukları arasındaki uyuşmazlıkları veya anlaşmazlıkları kanuna göre bir hükme bağlama işiyle ve toplum aleyhine tutumları olan yurttaşları kanunlar temelinde engelleyici tedbirler alma İşiyle uğraşan belli bir güvenilir organa bırakma fonksiyonu olarak anlaşılır. Bu anlamda adalet terimi, “yargı gücü”nü ifade eden diğer kelimelerle karıştırılır. Çünkü modern toplumlarda adalet hem bir faaliyet (adalet dağıtma faaliyeti) olarak, hem de bir teşkilât (bir ülkedeki mahkemeler ve yargı görevlileri) olarak algılanır.

Aynı zamanda siyasî adaletten de bahsedilmektedir. Bir anlamda bülün adalet siyasîdir. Çünkü adalet ister islemez toplumun örgüt­lenme biçimini yansıtır. Fakat terimin özel anlamı bunun dışında şekillenmiştir: Bir ülkenin siyasî iktidarına verilecek zararları karara bağlayacak şekilde adlî organların uzmanlaşması. Siyasî adalet, siyasî kişiliklere karşı olduğu kadar siyasî rejime ve onun unsurlarına karşı İşlenen suçlara da yönelmiştir.

Filozoflara Göre Adalet

Adalet kavramı tarih boyunca farklı şekillerde tanımlanmış olup filozoflar ve düşünce adamları konu hakkında değişik fikirler ileri sürmüşlerdir. Adaletin yerine getirilmesi ancak adaletsizliğin ortaya çıkması sunucudur. İlk anlamında adalet, insanların birbirlerine nasıl davranacaklarını Öngören kuralları gözönüne alma ve uygulamayı, yani ´haklar’  ve ´görevler´i kapsar. Bu İki kavram Aristoteles´in Ethics´inde sistematik biçimde ele alınmıştır.

Platon tarafından açıklıkla, Aristoteles tarafından da belirsiz biçimde gösterildiği gibi (içine örfü de alacak şekilde geniş tutulduğunda) kanun, olduğu şekliyle ve nasıl olması gerektiğiyle anlaşılmalıdır. Platon kanun yönetiminden çok bilgelerin (filozofların) yönetiminden yana olduğunu belirtir. Çünkü kanun herkes için en soylu ve en adil olanı anlayamaz ve böylelikle en iyiyi uygulayamaz. Platon Devlet´te insanın tabiatına mükemmelen uygulanabilen bir adalet kavramı geliştirir. Bu adalet, aklın kullanılmasıyla keşfedilebilir. Aristoteles Ethics´de doğal ve uzlaşımsal (İtibarî) adalet ayrımını yapar; birincisi evrensel, ikincisi ferdî durumlara mahsustur. Bu ikisi çatışınca doğal adalete müsaade etmek itibarî adalete düşer.

Devlel´te Platon, adaleti itidal, bilgelik ve cesaretle birlikte dört aslî erdemden biri olarak zikreder. Adalet denetleyici ve düzenleyici erdemdir. Adil kişi, ihtirasları akılla denetlenen, kendisini disipline edebilmiş kişidir. Stoacılar için, Platon için olduğu gibi adalet akılla bulunabilen ve yürürlükteki kanun ve Örfün üzerinde bir şeydir. Akıl sahibi bir varlık olarak insan, kendi tabiatı hakkında düşünmekle nasıl davranacağını anlayabilir. Platon´dan farklı olarak Stoacılar her insanın tabiî kanunun farkına varıp ona uyma konusunda eşit oldukları görüşündedir. Roma kanun koyucuları bu görüşten etkilenmişler ve kölelik kurumunun tabiî kanunla ve tabiî adaletle çeliştiği görüşünü belirtmişlerdir. Bu görüş Kilise Babaları tarafından devralınmıştır. Hobbes ise farklı bir adalet kavramı öne sürmüştür: “Bir akit, bir sözleşme yapılmışsa onu bozmak adalet dışı bir şeydir. “Adaletsizlik söz verip yapmamaktır ve adaletsiz olmayan herşey adildir. Böylece yeni dünyada tabiî adalet kavramı sarsılır.

Hume adaleli, “sunî erdem” olarak adlandırır. Ne insan tabiatında ne de sözleşmede adaleti ihdas edecek kurallar bulamayız. Faydacılar adalet kelimesini aynı anlamda, yani adaletin insanların uzlaşmasından doğduğu anlamında kullanıyorlardı. “Adalet fikri iki şeyi varsayar: Bİr davranış kuralı ve bu kuralı tasdik edecek bir duygu.” (J.S.Mill)

Adalet bugün de herkese hakkım vermek ve doğruyla yanlışı birbirinden ayırmak anlamlarında kullanılmakla birlikte devletin bu görevini yerine geürecek kamu teşkilatları farklı biçimlerde olmaktadır. Genelde adalet hizmetleri siyasî ve idarî otoritenin kumanda alanı­nın dışında bağımsız kurumlar şeklinde düşünülmektedir. Devlet ve fert açısından adalet farklı anlamlar taşımaktadır. Devlet İçin adalet, kanunların yapımında ve hak ve görevlerin dağıtılmasında belli kişileri veya zümreleri ötekilere üstün tutmadan vatandaşlara aynı hakları vermesini ve aynı görevleri yüklemesini ifade eder. Fert için ise vatandaşların mümkün olduğu kadar birbirinin hakkına uymaya mecbur bırakılmasını ifade eder.

İslam toplumlarında adalet kavramının toplumsal-siyasal hayat içerisinde işgal ettiği yerin kendine Özgü bazı niteliklere sahip olduğu görülüyor.

İslam´da Adalet Kavramı

Arapça bir kelime olan “adalet”, adi kökünden türemiş ülup bir şeyi yerli yerine koymak demektir. Adalet, zulmün karşıtı bir kelime olarak çoğunlukla “Hak” ile eşanlamlı biçimde kullanılır.

İslam toplumlarında adalet kavramının toplumsalsiyasal hayat içerisinde işgal ettiği yerin kendine özgü bazı nitelikleri olduğu görülüyor.

İslam toplumlarında adalet terimi, insanın Allah, toplum, canlı varlıklar, maddî tabiat ve diğer insanlarla ilişkilerinin mahiyetini ve dayanacağı temel ilkelerin doğru tespiti için belirleyici bir kriter olarak tanımlanır. “Hukuk” kelimesinin tekil hali olan Hakk´la yakın İlişkisi, insan ve toplum hayatını düzenleyecek temel kuralların doğru tespitiyle ilgilidir. Bu etimolojik ve ıstılahı tanım, adalet kavramının çeşitli din ve hukuk sistemlerine göre izafi (görece) bir anlama sahip olabileceğini gösterir. İslam, sosyal, ahlakî ve entellektüel özellikleri yanında hukuk alanında da, kendisinin getirdi­ği temel ilişki ve kurallar toplamının adaleti ifade ettiğini savunur. Görece bir tanım olsa da bu, adalet kavramı ve olgusunun tanımda meşru ve anlaşılabilir olabileceğini gösterir. Buna rağmen Kur´anî terminolojide adaletin salt hukukî olmaktan öte, daha geniş anlam­larda kullanıldığını tespit etmek mümkündür: Söz gelimi, eksiklik ve fazlalık bakımından aşırılığa karşı orta yolu tutup korumak; hakka niyet, doğruluk, eşitlik gibi.

İslamiyetİn kutsal kitab´ı Kur´an’ın, adalet olgusuna tevhid, İman, İslam, takva, salih amel ve ibadet kadar önem verir. Hatta Kur´an´a göre bütün ilahî öğretiler son tahlilde İnsanlar arası ilişkilerde adaleti tesis etmeye yöneliktir. Adil olmayan bir ilişki ve tutum, tanım gereği Allah´ın rızasına ve İslam´a uygun değildir. Çünkü Allah herşeyden evvel, bir şeye hüküm verildiği zaman adaletle hükmedilmesini ister. (Nahl; 90) Anlaşmazlığa düşen iki topluluk arasında (Hucurat; 9), insanlar arasında vuku bulacak anlaşmazlıkların giderilmesinde (Nisa; 58), her türlü borç, vade, alışveriş, tica­ret ve şahitlikte (Bakara; 282), kadınlara karşı takınılacak tutumun belirlenmesinde (Nisa; 129) adalet, hukukun koruması ve hayata geçi­rilmesi için vazgeçilemez bir ilkedir.

Yine İslam´a göre kişiyi veya grupları adaletten saptıran ana faktör, kişi veya grubun kendi istek ve tutkusunu ön plana geçirmesi (Nisa; 135) ve Allah´ın gösterdiği şekilde karar vermeyi ihmal etmesidir. İlahî hukukun ön gördüğü İlke, kural ve hükümlere riayet, adaletin tecellisinin mümkün olan tek yolu ve teminatıdır.

Bu anlamda diğer hukuk sistemlerinde olduğu gibi İslam hukukunda da adaletin anahtar terimi konumunda olduğu söylenebilir.

Ali BULAÇ – SBA

ADÂLET

Düzenli ve dengeli davranma, her şeyin ve herkesin hakkını verme, haksızlıklardan uzaklaşarak orta yolu tutma, bir şeyi yerli yerine koyma, insaf ve eşitlik anlamında bir terimdir. Geniş kapsamlı bir kavram olan adâletin zıttı zulüm,* gadr* ve insafsızlıktır.

İslâm’da adâlet, hukuk önünde herkese eşit davranmak, kültür, bilgi ve mevkî farklılıklarından dolayı insanlara başka başka davranmamak demektir. İslâm bu anlamda her ferdin ve her toplumun karşılıklı olarak işlerinde değişmez bir ölçü şeklinde yerini almış, istek ve heveslere yer vermemiş, sevgi ve nefretlere uymamış, akrabalık ve yakınlık bağlarına göre ayarlanmamış, zengin-fakir ayırımı gözetmemiş, kuvvetli ve zayıf farkını göz önüne almış bir adalet anlayışı getirmiştir. Bunun için İslâm, toplum içinde yaşayan bütün kesimlerin birliğini sağlayan prensipler koymuş, ümmetin güvenliğini garanti altına alan bir düzen kurmuştur.

“Ey iman edenler adaleti ayakta tutarak Allah için şahitlik* edenler olun. Kendinizin, ana ve babanızın aleyhinde bile olsa (şahitlik ettiğiniz kimseler) zengin veya fakir de olsalar (adaletten ayrılmayın). Çünkü Allah ikisine de daha yakındır. Adaleti yerine getirebilmek için hevâ ve hevesinize uymayın. Eğer eğri davranır veya yüz çevirirseniz, Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (en-Nisa, 4/135).

Yeryüzündeki beşerî sistemlerin hiçbirisinin düşmanlara ve nefret edilen insanlara karşı, İslâm’ın kefil olduğu mutlak adaleti tekeffül edebilmesine imkân yoktur. İslâm, kendisine inananları bu konuda sadece Allah için hareket etmelerini, aralarındaki münasebetlerini Allah’ın rızasına uygun bir şekilde ayarlamalarını ve yine Allah için doğru şahitler olmasını emretmektedir. Bu esaslar bu dînin bütün insanlık için son din ve mükemmel bir nizam olduğunu, adaletinden, inanan ve inanmayan bütün insanların yararlanmasını tekeffül eden üstün bir hukuk ve yönetim biçimi olduğunu ifadeye yeterlidir. Bu adaleti gerçekleştirme görevi müslümanlara yüklenmiş bir görevdir. İslâm ümmeti bu ilahî emri yerine getirdiği dönemlerde yeryüzü adaletle dolup taşmıştır.

“…Allah insanlar arasında hüküm verdiğiniz zaman, adaletle hükmetmenizi emreder.” (en-Nisâ, 4/58) İlâhî emrin hikmeti gayet açıktır.

“Ey iman edenler, Allah için şahitlik eden kimseler olunuz. Bir topluluğa karşı duyduğunuz kin sizi adaletten saptırmasın. Adil davranın, takvaya* yakışan budur. Allah’tan korkun, Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (el-Mâide, 5/8).

İslâm’ın emrettiği adalet doğrultusunda kâinatın düzeninin ayakta durması tabiî bir hadisedir. Adalet mülk’ün temelidir. Adaletin olmadığı yerde zulüm hâkimdir. Allah ve onun koyduğu bütün hükümler zulmün her çeşidinden uzaktır. Allah’ın emirlerinin uygulandığı bir ortamda hiçbir kimseye zerre kadar zulüm yapılmaz. (bk. en-Nisa, 4/40). Bu Kur’an-ı Kerim’de sık sık tekrarlanan ayetlerle dile getirilmektedir:

“Allah, adaleti ve ihsanı* emreder. ” (en-Nahl, 16/90).

“Allah size emanetleri* ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman, adaletle hükmetmenizi emreder.” (en-Nisa, 4/58).

“Hükmettiğin zaman onlar arasında adaletle hükmet. Şüphesiz Allah adil davrananları sever.” (el-Mâide, 5/42; ayrıca bk. el-Hucurât, 49/9).

Hz. Peygamber (s.a.s.) de adalet ve adaletle hükmedenler hakkında birçok hadîs buyurmuşlardır:

“Hükmünde, yönetimi ve velâyeti altındakiler hakkında adîl davrananlar, Allah katında nurdan minberler üzerinde olacaklardır.” (Müslim, İmâre, 18).

“Adil devlet başkanı ve idareciler mahşer yerinde Allah’ın yüce lûtfuna ve himâyesine mazhar olacakların öncüleridir.” (Buhârî, Edep, 36).

Bu ayet ve hadîslerde yer alan adalet kavramı geniş anlamıyla ele alınıp hukuki, sosyal ve ahlâkî adaleti kapsamaktadır.

Adaletin İslâm toplumunda, yönetimde, muhakemelerde ve insanlar arası ilişkilerde tam anlamıyla uygulanması önemli bir hedeftir. İslâm devletinde uygulanan ekonomik prensiplere göre mülk Allah’ındır. Bu ölçü içinde sosyal adaletin sağlanması önemli bir denge unsurunun kurulması demektir. Müminlerin kardeş ilân edildiği, yığılan kişisel servetlerde fakir ve muhtaçların hak sahibi oldukları, İslâm’da adalet anlayışının tezâhürleridir.

Ayrıca kaza* işlerinde, muhakemelerde ve yönetimde Allah’ın indirdikleri ile hüküm vermek adaletin ta kendisidir. Bundan uzaklaşıldığı takdirde adaletin gerçekleşmeyeceği ifade edilmiş ve bunu uygulamayanların kâfir *, zalim * ve fâsık * oldukları ilân edilmiştir. (el-Mâide, 5/44, 45, 47) Bundan dolayı da Hz. Peygamber (s.a.s.):

“Kıyâmet gününde insanların Allah’u Teâlâ’ya en sevgili olanı ve Allah’a en yakın bulunanı adil devlet başkanıdır. ” (Tirmizî, Ahkâm, 4) buyurmuşlardır.

Hz. Peygamber’in İslâm’ı tebliğ etmekle görevlendirildiği dönemin arefesinde Câhiliye devri Arapları boğaz boğaza, bıçak bıçağa gelmiş durumdaydılar. Adaletsizliğin, zulmün kol gezdiği bir dönemde İslâm gelmiş ve yepyeni bir toplum ortaya çıkmıştı. Zengin-fakir, efendi-köle ayırımının yapılmadığı, haktan asla ayrılmanın söz konusu olmadığı bir toplum oluşmuştu.

Bir gün Mahzumoğulları kabîlesine mensup eşraftan Fâtıma adında bir kadının hırsızlık yaptığı söylenerek Peygamberimiz (s.a.s.)’in huzuruna getirilmişti. Kadının ‘elinin kesilmesi’ne hükmedildi. Fakat daha önceki gelenek ve alışkanlıklara göre Kureyş’ten olan asil bir kadın hakkında suç işlemiş olsa dahî böyle bir hüküm verilemezdi. Hükmün infâzının durdurulması için Kureyş’in ileri gelenleri Hz. Peygamber’in çok sevdiği Üsâme b. Zeyd’i araya koyarak bu kadının affedilmesini istediler. Üsâme’nin böyle bir şefaatte bulunması Hz. Peygamber (s.a.s.)’e çok ağır geldi. Hemen ashâbını ‘mescid’*de toplayıp bu konuda onlara şöyle hitap etti:

“Ey insanlar! Sizden evvel yaşamış toplumların neden dolayı yollarını şaşırıp saptıklarını biliyor musunuz? Asilzâdeleri bir hırsızlık* yaptığı zaman onu affeder, zayıf ve kimsesizleri bir şey çalarsa onları cezalandırırlardı. Allah’a yemin ederim ki, böylesine kötü bir hırsızlığı Mahzum kabilesine mensup Fatıma değil, kendi kızım Fatıma yapmış olsaydı, kesinlikle onun elini kestirirdim. ” (Müslim, Hudûd, 2)

Bugünkü beşerî sistemlerde hâkim zümre ve belirli sınıflar için dokunulmazlıklar söz konusu olduğu halde İslâm hukuku önünde hiç kimsenin bir ayrıcalığı ve imtiyaz hakkı yoktur.

Adil Halife Hz. Ömer, hilâfeti döneminde ashâbtan Übey b. Ka’b ile aralarında bir konuda anlaşmazlık meydana gelmiş ve bu anlaşmazlığı çözmek üzere o dönemin Medine kadısı olan Zeyd b. Sâbit*’e gitmişlerdi. Kadı olan Zeyd hemen devlet başkanı olan Hz. Ömer’e karşı saygılı davranıp ona oturması için yere bir minder sermişti. Fakat adil insan Hz. Ömer bu davranış karşısında şöyle demişti:

“İşte bu davranışın, şimdi vereceğin hükümde yaptığın ilk adaletsizliktir. Ben davacımla beraber aynı yerde oturacağım.”

Sonra davacı Übey b. Ka’b davasını ileri sürünce Hz. Ömer bu iddiayı kabul etmedi. Bu durum karşısında Hz. Ömer’in yemin etmesi gerekiyordu. Kadı Zeyd İbn Sâbit, Übey’e şöyle dedi:

“Gel Halife’yi yemin ettirme, onu bundan muaf tut. Davacı olduğun kişi bir başkası olsaydı sana böyle bir feragatten söz etmezdim.” Bu teklifi duyan Hz. Ömer son derece kızarak böyle bir ayrıcalığı kabul etmeyip derhal yemin etti. Sonra da Zeyd b. Sâbit hakkında şöyle dedi:

“Halife ile herhangi bir müslüman hakkında eşit davranmasını öğrenmedikçe ona dava götürülmemelidir.”

Ayrıca mahkemelerde şahitlik yapacakların da adalet sahibi olarak tanınan kimseler olması şart koşulmuştur.

İslâm’da adaleti gerçekleştirmek için çeşitli müesseseler kurulmuştur. Resulullah davalara bizzat kendisi bakmıştır. Bu durum ikinci halife Ebu Bekir (rh.a.) zamanında da böyle devam etmiş, Hz. Ömer zamanında ise İslâm toprakları oldukça genişlediğinden bazı sahâbiler kaza işleriyle görevlendirilmiş ve birer kadı olarak vazife görmüşlerdi.

Divânü’l-Mezâlim, Şurta ve Hisbe* gibi teşkilâtlarla haksızlıklar önlenmeye ve adalet dağıtılmaya çalışılmıştı. Eyyubiler Mısır’da “Dârü’l Adl”* adıyla bir adalet dairesi meydana getirmişler ve yanlarına bazı müşavirler de alarak bu mahkemeye bizzat başkanlık etmişlerdir. Osmanlılar zamanında ‘adliye teşkilatı’ ise düzenli bir şekilde kurulup yaygınlaştırılmıştır.

Şamil İA

Daha yeni Daha eski