Çok sade bir tanımlama ite Batı gibi olmaya Batılaşma, Batılı gibi olmaya da Batılılaşma denebilir. Bir adım ilerisinde Batı Avrupa’nın siyasî, sosyal, medenî ve kültürel değerlerinin benimsenmesi/benimsetilmesi söz konusudur. Bugün için ise bu kavram çağdaşlaşma, modernleşme, rasyonelleşme, laikleşme, kalkınma, ilerleme gibi birbirine çok yakın anlamlar ifade eden veya biri diğerini gerektiren kavramlarla eş ya da yakın anlamlı olarak kullanılmaktadır.
Bir insan, bir devlet, bir kültür niçin Batılılaşmaya yönelir veya buna mecbur kalır? Burada birbirinden ayrılması hemen hemen imkansız olan iki durum söz konusudur: Bir kültür ortamı, bir yaşama tarzı kendine yeterliliği şu veya bu nedenle kaybettiği bir ruh hâli içinde başka yerlere sarılmak, bağlanmak ihtiyacını duyar; bu taklitle sonuçlanır. İkinci olarak bir siyasî organizasyon, bünyesini tek başına taşıyamayacak, savunamayacak mağlubiyetlerle yüzyüzc geldiğinde güçlü dış baskılara maruz kalır veya kendim ezik hisseder, bu da emperyalist hareketlere güç katar. Biri içten, biri dıştan gelen bu çok yönlü baskılar Batılılaşma tarihi açısından açıklayıcı özelliklere sahiptir.
Osmanlı ordularının Batılı askerî kuvvetler önünde yenilgilerle karşılaşması ve toprak kayıpları, Osmanlı devlet erkânını, -daha önce küfür diyarı ve kâfir olarak küçümsediği ve bu yüzden tanımaya bile tenezzül etmediği- gücün temsilcisi olan Batı’ya ve Batılıya yönelmeye mecbur etti. İlk anda düşünülen şey yalnızca Batı teknolojisinin transferi ile askerî reformların gerçekleştirilmesi ve bu sayede devletin eski gücüne tekrar erişmesi idi. Bu noktada Batı’ya yönelişin bir tercihten çok bir zaruret olarak algılandığı görülmekledir. Vurgulanması gereken bir diğer husus. Batılılaşmanın İlk aşamalarında devlet erkanının kendilerinin manevî üstünlüğü konusunda henüz bir şüphe taşımadığıdır. Fakat ikamet elçilikleri, ordunun ıslahı için getirilen yabancı teknisyenler, tahsil için Avrupa’ya gönderilen öğrenciler gibi aktarıcı ve taşıyıcı unsurlar Batılı de-ğerierİ Osmanlı ülkesine taşıdıkça hem şüpheler, hem de ıslah alanları çoğalma ve yaygınlaşma gösterdi.
Denebilir ki, XIX.yüzyılın başlarından 1924 yılına kadar Batılılaşma teşebbüsleri, birbirleriyle çatışan ve çekişen ikili yapılar oluşturmuştur. Bu ikilik devletin organizasyonundan eğitime, adlî teşkilata, günlük hayata kadar yansımıştı. Devletin ve aydınların yerleştirmek ve yaygınlaştırmak istedikleri genel çerçeve de ikili ve uzlaşmacı bir karakter arzedîyor-du. Buna göre teknik, medeniyet ve maddî hayat dıştan alınacak; kültürve manevî hayal İse içten katılacaktır. Böyle bir sentezin ülkeyi kurtaracağı ve kalkındıracağı inancı, Batılılaşmanın bugünlere kadar gelen miraslarının en belirginlerindendir. Ziya Gökalp’in klişeleştirdiği kültür (millî)-medeniyet (uluslararası) yapay ayırımı da buna dayanmaktadır. 1924 martında başlayan ve 1928’e kadar uzanan inkılâplarla Cumhuriyet idaresi bu ikiliği millî unsurlar aleyhine ortadan kaldırmaya yönelmiştir.
Batılılaşma hareketlerinin önündeki en büyük engel, şüphesiz İslâm dini ve bu dinin düşünceye, hayata, günlük ilişkilere yansıyan ahlâk anlayışı idi. İlk ürünlere bakıldığında İslâmiyetin değil müslümanların, yani İslâmm o gün aldığı şeklin eleştirildiği ve dinin esasta ilerlemeye engel olmadığının vurgulandığı görülecektir. Hatta Batılılaşma teşebbüslerinin önemli bir kısmı şer’-i şerif adına ve onun İçin yapılmıştır. Fakat Önce ahlâk anlayışına yönelen eleştiriler gittikçe dine, dinî düşünce ve yaşantıya ve Islâmiyete gelip dayanmıştır. 1924’e kadar batılılaşmaya bir destek, bazan da bir kılıf olarak ele alınan dinî düşünce, bu tarihten itibaren batılılaşma ve gayrı millî unsurlar lehine safdışı edilerek İkilik kaldırılmaya çalışılmış ve tamamen dünyevî-laİk bir uygulama tercih edilir olmuştur.
Türkiye’de ve diğer İslâm ülkelerinde görülen batılılaşma hareketleri her her şeyden önce yukardan aşağıya ve zorla yerleştirilmiş kısmî ve ikili bir karakterdedir. Bu açıdan Tanzimat’la Cumhuriyet devri uygulamaları arasında esasta fark yoktur. Halk ise bu hareketlere hemen her zaman karşı çıkmış, istikrahla karşılamıştır. Bu nedenle batılılaşma, aynı zamanda idareci kadro ve aydınlarla halkın arasının gittikçe açılmasını, hatta bu farklılaşmanın düşmanlığa dönüşmesini de İfade eder. İleri-ci-gerici sınıflandırmaları yine böyle bir yaklaşımın ürünüdür. Batılılaşmanın empoze edildiği ülkelerde demokratik bir geleneğin yerleşememesi de bu tarihî birikimle yakından ilgilidir. Çünkü olup biten şeyleri halk ne istemiştir, ne olması için gayret sarfetmİş, kandök-müştür, ne de benimsemiş, İçine sindirmiştir.
Bugünden geriye doğru bakıldığında batılılaşma hareketlerinin özellikle İslâm ülkeleri ve bu arada Türkiye’nin lehinde sonuçlar vermediği söylenebilir. Osmanlı Devleti, batılılaşmaya resmen karar verdiği ve bunu uygulamaya koyduğu zaman dünya sistemi içinde belli bir yeri olduğu gibi devlet, ordu, eğitim vb. alanlarda da kendine has yapıları, kayda değer özellikleri vardı. Bunlar yenileşme adına zayıflatıldı ve ortadan kaldırıldı, yerine konanlar ise ne eskilerin fonksiyonlarını icra ed bildi, ne de kendisinden beklenenleri gerçekleştirebildi. Bugün kimse gelinen seviyenin (devlet mekanizması, ordu, eğitim, insan unsuru, düşünce hayatı, kültürel kalite vs.) özgünlüğünden ve yeterliliğinden söz açamazken, “muasır medeniyet seviyesine ulaşmak” aldatamcası hala en yaygın slogan olarak milletin önüne sürülüyor.
Özellikle II.Meşrutiyet’ten sonra oluşan fikir hareketleri (İslamcılık, Batıcılık, Türkçülük) içinde batılılaşmaya bütünüyle karşı olanı yoktur. Bununla beraber tercihini bütünüyle batılılaşmaktan yana koyan ve bu çerçevede din ve milliyeti ikinci ve daha geri sıralara iten akım, Batıcılık (Garbcılık) adıyla anılır.
İsmail KARA – SBA