Eşarîlik H.4. ve 5. yüzyıllarda gelişen ve temelde Mutezilenin akılcı kelamına karşılık oluşan bir kelam (dini düşünce) ekolünün adıdır. Eşarîlik kelam ilminin konularında vahyi temel alırken Ahmed İbn Hanbel ve talebelerinin aksine diyalektik metodu ve felsefeyi de kullanmışlardır. Ancak her ne kadar tartışmalarında felsefi metodu kullanmışlar ve bundan ötürü bazı akımlarca ehl-i sünnet dairesi dışında tutulmuşlarsa da ana materyalleri vahye dayanmaktadır. Ayrıca bu hareket İslamın nakille gelen inançlarını akılla destekleyerek ve sağlam bir zemine oturtarak onun itikadı esaslarını iç ve dış bütün saldırılara karşı savunmanın ve bu inançlara kansan gayr-i İslamî unsurlun dışlamayı hedeflemiştir. Bu hedefin tahakkukunda diğer ekollerin aksine başarılı olmuş, sunnî kelamı kurarak sağlam temellere dayandırmıştır. Eşarî, gençliğinde Mutezilî alim Cubbaî’den ders görmüş ve bu mezhebin inanışlarını savunurken anî bir değişiklikle Mutezîlî esaslardan döndüğünü halka açıklayan ve görüşlerini eserlerinde sistemleştiren Ebu’l-Hasen AIİ b.İsmail el-Eşarî (Öİ.330 veya 334-M.94I veya 345) tarafından kurulmuş ve bu ekol kurucusunun adıyla anılmıştır.
Eş’arî’nin savunduğu fikirler ve kullandığı metod döneminde iki zıt uç arasındadır. Bunlardan ilki hak ve hakikatin ölçülü olarak vahiy yerine aklı koyan ve bunlar birbiriyle çatıştığında akıl tarafında olarak vahyi tevil eden Mutezile, diğeri dini esasların açıklanmasında ve savunulmasında aklî metodu kullanmaya karşı çıkan ve kelam ilmindeki malum usullerle bunun tartışılmasını bidat olarak nitelendiren ehl-i hadis, zahiriler, Mücessime ve fakihler vardı.
Eş’ari İstihsan et-lkıvd adlı eserini öncelikle imanî meselelerde aklın ya da kelamın kullanılmasına getirilen itirazlara cevap olarak yazdı. Bu kitabında şöyle demektedir: “İnsanların bir kısmı kendi cehaletlerini sermaye yaptılar. İmanî meselelerin tartışılması ve düşünülmesi onlara çok ağır geldi. Bu yüzden gözü kapalı bir inanç ve taklide meylettiler. Dinin ilkelerini akla uygun bir şekilde izah etmeye çalışanları bid’atçiler olarak kınadılar. Hareket, sükûn, vücut, kaza, renk, uzay, atom, atomların hareketi ve Allah’ın sıfatları konusunda tartışmayı bid’at ve bir günah olarak nitelendirdiler. Bu tür davranışlar doğru olsaydı Peygamber (s) ve ashabı da mutlaka böyle yapardı dediler. Daha da ileri giderek Peygamber’in vefatından önce din açısından zorunlu olan büiün her şeyi tamamen açıkladığını ve takipçilerine tartışılacak bir şey bırakmadığını söylediler. Peygamber (s) yukarıdaki konulan tartışmadığına göre bunları tartışmanın bid’ad olacağını ileri sürdüler.”
“Bu sözde kelamı meselelerin ya Peygamber (s) ve Ashabı (r.a) tarafından bilindiğini ve buna rağmen sükût edilip tartışılmadığını ya da bilinmediğini söylediler. Eğer onlar biliyor ve buna rağmen tartışmıyorlarsa, bizim de sessiz kalarak onları takip etmemiz gerekiyordu. Onlar bunları bilmiyor idiyseler, bizim de bilmememiz mümkündü. Her İki durumda da tartışma ‘bid’at’ti.”
Eş’ari bu itirazlara şu üç yolla karşılık veriyor:
Öncelikle bu kesimin itirazlarını kendilerine yöneltiyor ve Peygamber’in (s) bu konuları tartışanların kınanmasını ve bid’atçiler olarak nitelendirilmesini emretmediğini söylüyor. Bu noktadan hareketle başkalarını bid’atçiler olarak nitelendirmelerinin başlı başına bid’at olacağını zira bunun da Peygamber’in tartışmadığı konular arasına girdiğini, Peygamber’in kınamadığı eylemlerin kınanması şeklinde bir sonuç ortaya çıktığını gösteriyor.
İkinci olarak “Peygamber, her birini ayrı ayrı tartışmamıza da, bütün bu vücud, kaza, hareket, sükûn, atomlar vb. meselelerden habersiz değildi. Bu meselelerin temelinde yatan ana ilkeler (usûl) ayrıntılarına girilmeksizin genel olarak Kur’an ve Sünnet’te belirtilmişti. Üçüncü olarak, “Peygamber bu konulardan habersiz değildi ve ayrıntılarıyla biliyordu. Ancak yaşadığı dönemde bunlarla ilgili sorunlar onaya çıkmadığı için bunları tartışmak ya da tartışmamak diye bir mesele sözkonusu değildi.” Peygamber’in arkadaşları kendi yaşadıkları dönemde, hakkında Peygambcr’dcn hadis varid olmayan bir çok meseleyi tartışmışlardı. Peygamber’den herhangi bir açık emir olmadığı için de, değişik hükümlervermişlerdi. Ama, sözgelimi Kur’an’ın mahluk oluşu, atomlar, mudile gibi konular onun yaşadığı dönemde gündeme getirilmiş olsaydı, muhakkak ki o zamanlar ortaya çıkan diğer sorularda olduğu gibi tartışacak ve açıklayacaktı. Peygamber’in, sözgelimi Kur’an’ın yaratılmış olup olmadığı konusunda açık bir beyanı yoktur. Eğer onu mahluk olarak adlandırmak bid’at oluyorsa, aynı şeyden hareketle, mahluk olmadığını söylemek de bid’at olmalıdır”. Sonuç olarak Eşa’ri İslam’ın aklın kullanılmasına karşı çıkmadığı, üstelik İmanın aklen izahının İslam’da bir zorunlu luk olduğu sonucuna varıyordu bu eserinde.
Eş’ari önemli kelam konularını Makâlât el-İslâmiyyin vcel-İbânean Usul et-Diyâıte adlı eserlerinde tartışmıştır, bu kitaplarda Eş’ari, Eş’arileri Mutezili düşünce ekolünden ayıran bir kaç ilkeyi ortaya çıkarmaktadır. Daha sonra Gazâlî, İhya’sında bu ilkeleri “İmanın İlkeleri” ya da Kavaid el-Akâîd olarak somut bir biçimde açıklamış, İmam Fahreddin el-Râzi de bunları daha ayrıntılı bir şekilde işlemiştir.
Eş ‘ari kelamının temel ilkeleri
1- Allah Anlayışı ve O’nun Sıfatlarının Mahiyeti: Allah’ın sıfatlarının mahiyeti hakkında Eş’arilerden Önce iki aşın görüş ortaya atılmıştır. Bİr yanda Allah’ın Kur’an’da zikredilen bütün sıfatlara sahip olduğunu ve Allah’ın eli, ayağı, kulakları, gözleri olduğu ve Arşa oturduğu (istiva) gibi sıfatların zahiri anlamlarıyla alınması gerektiğini savunan Mücessime ve Müşebbihe vardı. Bu ilahi sıfatlar anlayışı tamamıyla O’na cisim isnad etmek şeklindeydi ve Allah’ın cisim olarak varlığını İma ediyordu. Diğer yanda Allah’ın bir, ebedi ve ezeli, eşsiz, mutlak ve ortaksız olduğunu savunan Mutezile vardı. Varlığı kendisiyle kaimdi. Kendi varlığının dışında bir sıfata sahip değildi. Zâtı, sözgelimi, itim, kuvvet, basar, irade vb. sahibiydi. Allah’ın sıfatlarının O’nun zâtına ilave bir şey olarak kabul etmiyorlardı.
Eş’ariler, bu iki görüş arasında bir uzlaşma noktasında bulunuyorlardı. İlk grubla ittifak halinde, fakat Mutezililer ve Yunan etkisindeki filozoflara muhalif olarak genelde Allah’ın sıfatlara sahip olduğunu savunuyorlardı.
Allah’ın sıfatlarım İki sınıfa ayırıyorlardı:
a) Sıfat-ı Setbiyye ya da olumsuz sıfatlar; ve
b) Sıfat-ı vücudiyye, yani varlıkla ilgili ya da olumlu sılaılar olarak. Onlara göre sıfat-ı akliyye olarak da adlandırılan sıfat-î vücudiyyeyedi taneydi: İlim, kuvvet, irade, hayat, basar, semi ve kelâm.
Eş’ariler, Allah’ın görünüşle beşerî sıfatlara sahip olduğunda şüphe olmadığını, ancak bunların zahiri anlamlarıyla alınmaması gerektiğini savunuyorlardı. Bu sıfatlara bilâ keyf ve bi-lâ teşbih (mahiyetini sormaksızın ve teşbihte bulunmaksızın) inanmak gerekiyordu.
Burada Eş’ariler, Allah’ın sıfatlarının eşsiz ve yaratılmışlarınkinden temelde farklı olduğu yolunda bir ilke geliştirmişlerdi. Öyle ki, bu sıfatlar yaratılmışlarınkiyle kıyası da namazdı. Bu, muhalefetin li’l-havâdis olarak biliniyordu. Bu doktirin herhangi bir sıfat ya da deyimin Allah’a izafe edildiğinde farklı bir anlam yüklenmesi ve kesinlikle yaratılmışlarınkine benzer şekilde anlaşılmaması gerektiğine işaret ediyordu. Eş’ariler Kur’an’da açık bir benzerine rastlanmadıkça Allah’a bir sıfat yakıştırmanın caiz olmadığını savunuyorlardı. Allah’ın sıfatları yaratıklarınkinden derece olarak değil, tür olarak, bir başka deyişle mahiyet olarak farklıydı.
Eş’ariler, Mutezililere karşı, Allah’ın sıfatlarının ezelî ve ebedî olarak kendisinde var olduğunu ve O’nun zatının aynı olmadığını savunuyorlardı. Bu sıfatlar ezeli ve ebediydi, ancak ne O’nun zatıyla aynıydı, ne de O’ndan ayrıydı. Allah’ın bilmesi Allah’ın bir sıfat olarak bilgiye sahip olması demekti ve bu Allah’ın kendisinde var olan bir şeydi. Sıfatlar O’nun zatıyla aynı şey olmamakla beraber, ayrıya da gayrı bir şey de değildi, burada Eş’ariler çok zor bir konumu savunuyorlardı. Bir ikilemin iki ucu arasında bir noktadaydılar. Ne Allah’ın ezelî ve ebedî sıfatlarını kendisiyle özdeşleştirebiliyor, ne de ayırabiliyorlardı.
Mutezili görüşle ittifak edip sıfatları Allah’ın kendisiyle özdeşleştiremezlerdi, zira bu açıkça sıfatların inkârı olurdu. Ayrıca, bu ezelî ve ebedî sıfatların Allah’tan ayrı, mutlak olarak farklı şeyler olduğunu da savunamazlardı, zira bu da ebedî olan varlıkların çokluğuna delalet eder, ilahi birliğe aykırı olurdu. Bu yüzden sözkonusu sıfatların bir anlamda Allah’ın zatına dahil, bir başka açıdan da onun dışında olduğunu savunuyorlardı. Genelde Eş’arilerin mahiyetle sıfatların iki farklı şey olduğunu ve Allah sözkonusu olduğunda başka türlü düşünülemeyeceğini savundukları kabul edilmektedir. Eş’ariler bir şeyin anlamıyla (ntejhum) gerçekliği (hakikat) arasında ayrım yapıyorlardı. Olaya anlam açısından bakıldığında Allah’ın sıfatlarıyla zatı aynı değildi. Nitekim sıfatlar Allah’ın mahiyetine ya da zatına ilaveydi, yani farklı anlamlara sahipti. Zor’in anlamı, çeşitli sıfatların anlamlarından farklıydı. Sözgelimi Allah’ın sıfatıyla bilmesi, güçlü olması aynı şeyler değildi. Ancak bunların nihai hakikatleri sözkonusu olduğunda sıfatlar Allah’ın mahiyetinde mevcuttu. Bu yüzden de Allah’ın zatından ayrı ya da gayrı bir şey olamazlardı.
2- Özgür İrade: Özgür irade ya da İnsanın fiilleri seçme ve yapma gücü konusunda Eş’ariler yine Mutezile ve Cebriye tarafından savunulan görüşler arasında orta bir konumu savunurlar. Cebriler salt kaderci bir görüşü savunmaktadırlar. İnsan eylemlerinin Allah tarafından Önceden belirlenip yönlendirildiğini düşünmekteydiler. Öte yandan Mutezililer ve Kaderîler insanın bir fiili yaratma konusunda tam bir güce sahip olduğunu ve tercihinde tam anlamıyla özgür olduğunu öne sürmekteydiler. Ancak bu güç Allah tarafından yaratılmış bir güçtür.
Eş’ariler orta bir yol seçmişlerdir. Umar Yaratmayla (halk) işleme (kesbi arasında bir ayrım yaparlar. Eş’arilere göre insan fiillerinin yaratıcısı (Halik) Allah’tır. İnsan ise işleyendir (müktesib). Dolayısıyla Allah, insan fiillerinin yaratıcısı, İnsan kesbedicisidir. İnsan bir şeyi yaratamaz. Fiili başlatamaz. Sadece Allah yaratabilir, Zira mutlak yaratma O’na aiddir. Allah İnsanda bir fiili icra etme gücü ve yeteneği yaratmaktadır. O, ayrıca, insanda iki alternatif arasında -doğruyla yanlış arasında- seçim yapma gücü yaratmaktadır. İnsanın bu serbest seçmesi fiili işlemekte etkin değildir.
Allah, İnsanda kendisinin yarattığı irade ve güce tekabül eden fiili yaratmaktadır. Dolayısıyla, insanın fiili başlarken, icra edilirken ve tamamlanırken Allah tarafından yaratılmıştır. İnsan sadece seçenekler arasında seçme yapmakta ve özgürce seçilmiş bir fiili yapmaya niyetlenmekte özgürdür. İnsan, bu seçmeyi yapmak ve eylemi işlemeye niyet etmekle, eğer doğru bir seçim yapmışsa kesbinin faydasını ve Allah’ın mükafatını, yanlış bir seçim yapmışsa zararını ve Allah’ın vereceği cezayı elde eder. Eş’ariler kaderci bir yaklaşımı önlemek için insanın özgür iradesini izah etmeyi ve sorumluluğu insana vermeyi sağlayacağını düşündükleri kesh doktrinini geliştirdiler. Mutezililerin düşündüğü gibi insan tam anlamıyla özgür bir iradeye sahip değildir. Gerçek ve etkin bir güç sahib de değİldir.Ancak fiilin yaratılmasında pay sahibi olduğu verilmiş bir gücü vardır. İnsanın iradi fiillerinde iki neden vardır. Deyim yerindeyse, fiil, gerçek neden olan Allah’la kasib olan insanın seçme ve niyetinin ortak etkilerinin sonucudur. İnsan, etkin olmayan bir güce sahiptir. Allah insanda bir fiili icra edecek güç, yetenek, irade ve İsteği yaratır. İnsan da seçeneklerden birini özgürce seçer ve fiili işlemeye niyetlenir. Onun niyetine mukabil Allah da fiili yaratır ve tamamlar.” İnsanı yaptıklarından sorumlu kılan onun bu niyetidir. İnsan herhangi bir şeyi başlalamaz, herhangi bîr eylemin kaynağı da olamaz. Ancak fiilin tamamlanması kısmen onun niyetine bağlıdır. Bu nedenle fiilinin günahını ya da sevabını kazanır. Zira iyi ya da kötü bir fiilde bulunmaya niyet eden kendisidir. İnsanın özgür iradesi bir bakıma Allah’ın bu iradeye tekabül eden fiili yaratması için bir vesiledir. Burada Eş’ariler, sekiz buçuk yüzyıl sonra Avrupa’da ortaya çıkan Malcbranche’ın vesileciliğine (oc-casionalizm) çok yaklaşmakladırlar. Eş’arilere göre insanın tercihiyle Allah’ın yaratması arasındaki bu mutabakat ve uyum Allah tarafından daha önce kurulmuş bir mutabakata dayanmaz. Bu ancak, O’nun, insan fiilinin icra edildiği durumlarda bu mutabakatı yaratma şeklindeki sünnetiyle ilgilidir. Eş’arilerin Özgür irade sorununa getirdikleri
Çözüm kısaca budur. Sonraki bazı Eş’ariler, özellikle Fahreddin Razi kadercilik (fatalizm) suçlamasından kaçınmak için kesb anlayışını kaldırmış ve yalın bir determinizmi savunmaya başlamıştır.
3-Akıl ve Vahiy Sorunu ve İyiyle Kötünün Ölçütü: Eş’ariler aklın mı, yoksa vahyin mi hakîkatin kaynağı olması gerektiği konusunda Mutezîlilerden ayrılırlar. İmanın aklı bir şekilde anlaşılması için aklın gerekliliği konusunda her iki ekol de müttefiktir. Ancak aklın mı, yoksa vahyin mi esas olduğu konusunda farklı düşünmekledirler. Mutezileye göre naklin aklın ters bir hüküm koyması düşünülemez. Böyle bir durum var gibi gözüktüğünde nakilden maksudun aklın onu tevil ederek vardığı sonuç olduğuna inanılır.
Eş’ariler ise nihai hakikatin kaynağı olarak vahyin daha temel olduğunu, aklın ise vahiyle geleni doğrulamaktan öteye geçmemesi gerektiğini savunmaktadırlar. İkisi arasında çelişki sözkonusu olduğunda Eş’ariler vahyi tercih etmektedirler. Aslında bu, Mutezililerin akılcı kelamıyla Eş’arilerin mutedil kelamının ayrıldıkları temel ilkelerden biridir. Salt aklın, İslam’nı üzerine bina edildiği temel ilke ve kavramlar da dahil olmak üzere herşeyin hakikatinin kaynağı olarak kabul edilmesi halinde bu sadece spekülatif bir felsefe ya da en iyi ihtimalle akılcı bir kelam olacaktır; belli bir dinin, yani İslam’ın doktrinel kelamı değil. İslam, mahiyeti gereği aklı aşan, dolayısıyla da akli delili kaldırmayan bir takım ilke ya da kavramlara dayanmaktadır. Bu ilkelere öncelikle vahye dayanarak iman edilmelidir. Dolayısıyla vahiy İslam’ın bu temel doktrinlerinin hakikatinin gerçek kaynağıdır. Vahye dayalı olan bu iman aklen izah edilmelidir. Bir din olarak İslam, şüphesiz, kendi inancının akli olarak izah edilmesini kabul etmektedir. Ancak, İmanı akli yönden izah etmenin gereğini kabul etmek demek, bir din olarak İslam’ın yegane kaynağı ya da temelinin salt akıl ya da analitik düşünce olduğunu kabul etmek demek değildir. Akıl vahye tabi olmalıdır. Aklın işlevi İslam’ın temel ilkelerine imanı mantıki yoldan izah etmektir. Yoksa, Kur’an ve sünnette ortaya koyulduğu şekliyle temel ilkelerinin doğruluğunu sorgulamak değil. İyi ve kötünün ölçütü meselesi de akıl ve vahiy sorunuyla bağlantılı olarak gelmektedir. Bu mesele İslam kelamının en karmaşık meselelerinden biridir. Mute-zililcr ahlaki yargının, aynı bir fiilin iyiliği ya da kötülüğüyle ilgili yargının ölçüt ya da standardının vahiy değil, akıl olduğunu savunmaktadırlar. Eşyanın ve insan fiillerinin hakikatleri ve ahlaki değerleri akıl tarafından belirlenmelidir. İyi ve kötü şeklindeki ahlaki vasıflandırmaların objektif olduğunu savunmaktadırlar. Bunlar eşyanın ya da fiillerin özünde mevcuttur. Öyle ki, akıl yoluyla bilinebilir ve iyi ya da kötü olduğuna karar verilebilir.
Mutezililerin tavrına karşılık Eş’ariler neyin iyi, neyin kötü olduğu konusunda otorite ve ölçütün akıl değil, vahiy olduğunu da savunmaktadırlar. Fiillerin iyilik ve kötülüğü (hıısn ve kuhlı) kendilerinde doğal olarak var olan nitelikler değildir. Bunlar sadece arazdır. Fiiller kendi başlarına ne iyi, ne de kötüdürler. Onları İyi ya da kötü yapan İlahi Yasa (Şeriat)’dır.
4- Kur’an’ın Ezeliliği {Halku’l-Kuran): Kur’an’ın yaratılmış mı, yoksa yaratılmamış ve ezeli mi olduğu konuları üzerinde büyük anlaşmazlıklar vardır. Bu soru ‘kelam’ sıfatının, Allah’ın sıfatlarından olup olmadığı şeklindeki bir başka soruyla da bağlantılıdır. Eş’ariler de dahil olmak üzere ehl-i sünnete mensup müslümanlar onu Allah’ın sahip olduğu yedi akli sıfattan biri olarak görmektedirler. Allah’ın sıfatları ezeli olduğu gibi, İlahi Kelam’ın, yani Kur’an’ın ezeli olduğunu savunmaktadırlar.
Eş’arilerin buradaki konumlan Hanbelîler, Zahirîler ve diğer bazı ekollerle Mutezililerin arasında mutedil bir konumdur. Hanbeliler Allah’ın kelamının, yani Kur’an’ın harfler, kelimeler ve lafızlardan meydana geldiğini ve Allah’ın zatında bulunduğunu, dolayısıyla da ezeli (kadim) olduğunu savunmaktadırlar. Mutezililer ve Rafızilerin bir kesimi de aksi istikamette aşırı bir noktaya gitmişler ve Kur’an’ın mahluk olduğunu savunmuşlardır. Allah’ın ezeli bîr sıfatının olması halinde ezeli varlıkların çokluğu sözkonusu olacağından ve bunun da İslam’ın temel ilkelerine ters düşen çok-tanrıcılık (şirk) anlamına geldiğinden hareketle, kelam da dahil Allah’ın bütün sıfatlarını reddetmişlerdir. Daha da İleri giderek Kur’an’ın bölümlerden oluştuğunu ve parçalardan oluşan şeylerin de dünyevi olması gerektiğini savunmuşlardır. İşte bu yüzden Kur’an’ın mahluk ulması gerekir. Eş’ariler İse Kur’an’ın kelimelerve seslerden meydana geldiğini, ancak bu kelime ve seslerin Allah’ın zatından kaynaklanmadığını düşünmektedirler. Kur’an’ın dildeki zahiri ve somut ifadesiyle gerçek ve başlı başına bir varlık olarak anlamı arasında ayrım yapmışlar, Kur’an’ın kelimeler ve lafızlarda ifade edildiği şekliyle kuşkusuz hadis (sonradan meydana gelme) olduğunu; ancak Mutezililerin düşündüğünün aksine anlamının yaratılmış olmayıp ezeli olduğunu savunmuşlardır. Sözkonusu anlam doğrudan doğruya Allah’ın zatından kaynaklanmaktadır. Bu anlamlar ifade edilmiştir. Bunların dille İfadesi dünyevi olup yaratılmıştır. Zira aynı anlam, bîr değişikliğe uğratılmadan farklı zaman ve yerlerde, farklı kişi ve milletler tarafından İfade edilebilir, Ayrıca, bu anlamın bilgi ve iradeden başka bir sıfat olduğunu, bu sıfatın Allah’ın zatında mevcut bulunduğunu, dolayısıyla da ezeli olduğunu savunmuşlardır.
5- Rü’yetullah Meselesi: Eş’ariler, rüyetullah (Allah’ın görülmesi) konusunda da telifçi yaklaşımları doğrultusunda Zahirilerin ve diğer selefi Müslümanların aşırı teşbihi yaklaşımlarıyla Mutezile ve filozofların yaklaşımları arasında orta bir yol tutturmaya çalışmaktadırlar. Aşırı selefiler ve özelde Zahiriler Allah’ı görmenin mümkün olduğunu ve salih insanların iyi amellerinin birinci mükafatı olarak onu görme saadetine ereceklerini savunmaktadırlar. Mutezililer ve filozoflar vücut olarak varlığa delalet edeceği için O’nun gözlerle görülebileceğini reddetmişlerdir. Mutezililerin ve filozofların tavrına karşılık Eş’ariler Selefiler gibi Allah’ı görmenin mümkün olduğunu savunmuşlar, ancak Allah’ın gözlerle ihata edilebileceğini ve işaret edilerek gösterilebileceğini reddetmişlerdir. Kapsanabilen ve uzaysal olan herşeyin sınırlı ve dünyevi olması gerekitği şeklindeki felsefi ilkeyi, Allah’ın ise kapsanamayacağınıve dünyevi ya da maddi olmadığını kabul etmişlerdir.
(SBA)
Eş’arilik
Eş’ariyye veya Eş’arilik, (Arapça: الأشاعرة) İslam itikadi mezheplerinden birisidir. Ehl-i Sünnette, Selefiyye ve Maturidilik ile birlikte yaygın olan üçüncü mezheptir. Aklı Mu’tezile kadar önemsememekle birlikte, Selefiyye kadar da küçük çapta ele almaz. Genellikle itikadda aklın yeri hususunda orta bir konumda olsa da, sıklıkla Selefiyye ucuna Mu’tezile uzundan daha yakındır. Ebu Hasan Eş’ari’nin (ölüm: MS 935) kurduğu bu okul, aklın hiçbir zaman gerçeğe ulaşamayacağını, kulların ancak kayıtsız şartsız inanmakla mutlu olabileceklerini ileri sürer. Doğal olaylar, nedenleri bilinmeyen ve belki de asla bilinemeyecek olan salt bir Tanrısal ilkenin ürünüdürler ve bu ilkece yönetilirler. Bu anlayışa göre akıl, pek güçsüz bir veridir. Kaldı ki aklın bugün bilemediğini yarın da bilemeyeceği söylenemez. İnsan, bugün ulaşamadı diye belki de yarın ulaşabileceği gerçekler üstünde inancını yitirmemelidir. Bununla birlikte Eş’ariyye, özellikle de Selefîyye gibi akımlar ele alındığında daha orta yoldadır ve akla da hüküm verirken yer verir.
Eş’ariliğin en büyük tenkitçilerinden birisi de ünlü filozof İbn Rüşd’dür. Aslında genel olarak kelâm ve kelâmcılara karşı çıkmış olsa da İbn Rüşd tenkitlerini en çok Gazali ve Eş’ariyye üzerinde yoğunlaştırır.
Kaynak- Felsefe Sözlüğü, Orhan HANÇERLİOĞLU