evrimcilik.png” border=”0 EVRİMCİLİK
Evrim öğretisini benimseyenlerin ileri sürdükleri her şeyi evrim açısından değerlendirip yorumlayan anlayış ve üst biçimlerin alt biçimlerden bir evrim ile oluştuğunu ifade eden bilim ve felsefe öğretisine evrimcilik adı verilir. Evrimcilik, itim doğayı ve varlıkları, bunların yanında hayatı düşünceyi, özetle birey ve toplumu kalıtım ilkesi çerçevesinde sürekli bir evrim ve dönüşüm (transformasyon) içinde algılar. Öyle ki, bu evrim ve dönüşüm tüm canlı ve cansız varlıklar için geçerlidir ve bu ilke cansızlar dünyasından düşünceye ve insanın kurduğu toplumsal kurumlara varıncaya kadar hemen her gerçekliğe egemendir, aynı zamanda da mekanik ve zorunludur. Evrimcilere göre insanın kavrayışı bakımından, dolayısıyla zeka yetisi bakımından hayvana üstünlüğü de doğrudan doğruya evrimin doğurduğu dönüşümün doğal sonucudur.
Evrimcilik yaklaşık XIX. yüzyılda bilim ve felsefe alanında belirgin bir anlam kazanmış olsa bile, daha ilk çağ filozoflarının görüşlerinde evrimciliğin izlerini bulmak mümkündür. Thales’in evrenin temel ilkesi saydığı sudan bütün varlıkların evrildiğini ileri süren canlılık felsefesi (Hylczoizm), Anaksimandros’un hayatın önce denizlerden başladığı ve sonra karaya geçtiği, insanın balıktan evrildiği şeklindeki görüşleri pek açık olmasa da evrimcilik ile ilgilidir.
Çağdaş evrimciliğin kurulması tabiat bilimlerinin ve tabiatçi düşüncelerin gelişimiyle ilişkili olmuştur. Çağdaş evrimcilik. Yeni Çağ düşüncesinde madde kavramının geçin iş yüzyılların düşünce tarzından farklı yorumlanmasıyla, yani maddenin yer kaplama ve kütleyle tanımlanmasıyla evrimcilik kesin adımlar atmış ve kendisini daha belirgin olarak açıklayan bir öğreti durumuna gelmiştir. Baron d’Hoibach her şeyi maddeden ve hareketlen başlatıyordu. Bu, maddenin mekanikçi tanımlanmaşıydı. Aynı anlayışın bir başka türünü ingiliz filozofu Herbert Spencer ortaya koydu. Spencer’in öğretisi, belirsiz, düzensiz ve homojen bir durumdan düzenli, belirli ve heterojen bir duruma kesintisiz bir geçişi öngörüyordu. Yani unsurlar giderek daha geniş ve karmaşık kümelerde farklılaşmakta ve bütünleşmekteydi. Spencer de maddenin hareket ve ışınlanmasından, yani mekanik bir düşünceden hareket ediyordu; ancak buna genel olarak biyolojik anlamı ağır basan bir örgütlenme görüşünü de ekliyordu. Dünyanın “tüm geçmiş ve geleceği ile” bütün bir tarihini oluşturmak amacıyla, önce bütünüyle belirsiz ve homojen bir nebüloz şeklinde olan evrenin, gezegenleri ve güneşlen ayrılan uydularıyla güneş sistemi gibi sistemlere dönüştüğünü, ondan sonra atmosferle kaplı sıvıları ve kara parçaları ile dünyanın, biçimlenen ve türleri çoğalan canlı kitlelerin oluştuğunu ileri sürdü. Spencer’in bu anlayışı XIX. yüzyılda oldukça ilgi gördü. Çünkü hem ilerleme düşüncesinin yeni bir tarzda ele alınıp geliştirilmesi şeklinde, hem de dönüşümcülük’ün mantığına uygun yeni bir yorum gibi algılandı.
Bu gelişimin anlaşılması bakımından XIX. yüzyılda biyolojide çatışan iki teorinin görüşlerini ana çizgileriyle gözönüne almak gerekmektedir. İki teoriden birisi mekanik, ikincisi vitalist teoridir. Mekanik teoriyi benimseyenler hayatı fiziksel ve kimyasal bir lakım olayların sonucu şeklinde algılıyorlardı. Canlı bir organizmayı, kimyasal unsurlardan oluşan bir varlık şeklinde ispat etmeye çalışıyorlardı. Bu nedenle vücudun maddesinin dışarıda da gerçekleştirilebileceğini ileri sürüyorlardı. Nitekim cansız madde için fiziksel olarak geçerli olan enerji ve maddenin sakımı ilkelerini biyolojiye uygulayarak, organizmanın hareketlerinden oluşan değişmeleri maddî bir sistem içinde meydana gelen değişmelerle karşılaştırıyorlardı. Sorun bu teorinin ayrıntılarını tek tek bu fizik ilkelerine uygulayıp açıklamaktı. Gerçi bu çalışmalar bazı sonuçlar ve açıklamalar ortaya koymaktan geri kalmamıştı. Fakat hayat olayları tek tek ele alındığında bazı karmaşık durumlar ortaya çıkıyordu. Bu da mekanik teorinin eksikliğini veya yetersizliğini sergiliyordu. Sözgelimi yüksek organizmalarda bazı maddi değişikliklerin bilinç ile birlikte devam ettiği gözlemleniyordu. Oysa bilincin fiziksel ve kimyasal olaylar zincirine özel etkisi olamayacağı varsayılıyordu. Yani mekanik teoriye göre biyoloji; fizik, kimya ve fizyolojiden ibaret olmalıydı. Gerçekten çok önceleri Borelli, hayvanlara kasların çalışmasına mekanik ilkeleri, Kepler gözün görme işlevine ışığın İlkelerini, Harvy kanın dolaşımını açıklamada mekanik yöntemleri uygulamıştı. XVIII. yüzyılda kimyanın gelişmesiyle, biyolojik olayların kimyasal olaylar gibi İncelenmesi ağırlık kazandı. Ne var ki, bütün bu ve benzer gelişmeler, biyoloji alanında önemli etkiler gösterse de, hayat kimyasının yine de basit olmadığı bir sorun olmakta devam etti.
Mekanik teorinin karşısında yer alan Vitalist teoriye gelince; bu teori kendi içinde vitalistler ve animistler olarak ayrılıyordu. Vitalistler, canlı organizmanın inorganik dünyada bazan maddeden büsbütün ayrı bir tutum ve davranışı olduğunu, canlı organizmada oluşan olaylar sürecinin “yaşama gücü”, “yaşama ilkesi” olarak adlandırılan maddi olmayan bir unsurun organizmanın bütününde bilinçsizce etkinlikte bulunduğunu kabul ediyorlardı. Animistler de böyle fiziksel olmayan bîr unsuru kabul etmekle birlikte, bunu bilinçten yoksun saymıyorlar, bir ruh gibi tasarlıyorlardı. Ancak vitalist teori içinde bu iki farklı açıklama, arada önemli bir görüş ayrılığı doğurmadığından animisciler geri planda kaldılar, sonra unutuldular ve teori sadece viıalist nitelemesine konu oldu.
Vitalistler yaşama gücü ilkesi (ki Darwin’in doğal ayıklama ilkesiyle yakından ilişkilidir) yanında, canlı organizmaların irade sahibi olduklarını da kabul ederler. Bu irade sayesinde değişen şartlara, fiziksel ve kimyasal çevreye rağmen büyüme ve gelişmelerini sürdürürler ve kendilerine özgü yapılarının niteliklerini korurlar. İşte bu niteliği mekanik teoriyle açıklamak mümkün olmamaktadır. Çağdaş vitalist biyolog Hans Driesch, bu yaşama gücüne, Leibniz’den aldığı bir terim ile “enteleehie” ya d;ı “bütünlük ilkesi” diyecektir.
Viıalistler görüşlerini desteklemek için nedensellik ilkesini de yorumlama ve tartışma yoluna gittiler. Fiziksel evrende nedensellik ilkesi, Kuantum teorisine kadar genel olarak kabul edilmiştir. Mekanik teori taraftarlarının ileri sürdüğü gibi, biyoloji, fiziksel ve kimyasal olayların birliği demekse, canlı organizmadadır aynı ilkenin geçerli olması kaçınılmaz bir sonuçtur. Oysa biyolojide neden-sonuç sürecinin fizikle olduğu gibi nicelik ve nitelik yönleriyle ilişkileıulirilmesi güçtür. Sözgelimi biyolojide uyarıcıyla tepki arasındaki ilişki zincirinin bütün halkalarını tesbit etmek mümkün olmadığı gibi, vücuttan geçen madde ve enerji akımlarını bir I a boram varda olduğu gibi gözlemlemek de sözkonusu değildir.
Teorik düzeyde evrim düşüncesinin tartışılması yanında sırf bilimsel akında hayvan türlerinin verilmesi konusunun araştırıldığı da görüldü. XVIII. yüzyılda İsveçli Linneaus’un hayvan türlerinin meydana gelişini Kutsal Kitabın Tekvin bölümü doğrultusunda açıkladığı belirtilebilir. Yani Tanrı itirafından başlangıçta ne kadar hayvan tipleri yaratılmışsa, şimdi de o kadar tür bulunmaktadır. Oysa nesli tükenmiş ve fosilleşmiş türleri hesaba katmadan bu görüşü ileri sürmüş ve uzun süre de bu böyle kabul edilmiştir. Ancak aynı yüzyılda Fransız biyolog Bufl’on hayvanların dış etkiler ile değiştiği iddiasında bulunuyordu. Yine İngiltere’de Erasmus Darwin (Charles Darwin’in büyük babası) kurbağa yavrularının değişimle kurbağa haline geldiklerini, yapay yetiştirmelerle atların, koyunların, köpeklerin cinslerinin değiştirildiğini, çevre ve iklim şartlarının hayvanlar üzerinde etkide bulunduğunu, sıcak kanlı hayvanlarda esasta bir yapısal ortaklık olduğunu gözönündc tutarak tüm hayvanların ilkel ve temel canlı bir unsurdan çıktıklarını kabul etmek gerektiğini ileri sürdü.
Soyu tükenmiş ve fosilleşmiş türler hakkında bilimsel araştırmaları XIX. yüzyılda Fransız zooloji bilgini Georges Cuvier, ortaya koydu. Cuvicr yeryüzünün çeşitli bölgelerinde bazı türlerin değişik çağlarda yok olduklarını ortaya attı. Aslında Cuvier, Linneaus gibi, türlerin değişmez olduklarını kabul ettiğinden, yok olan türlerin yeryüzündeki afetler nedeniyle meydana geldiklerini, ortaya çıkan türlerin ise yeniden yaratıldıklarım söylüyordu. Bu anlayış Danvin’iıı doğal ayıklanma teorisine kadar hakim oldu.
Fakat bu konuda farklı bir bilimsel teoriyi, dönüşümcü teoriyi Fransız bilgini Lamurck, temellendirmeye çalıştı. Lamarck çalışmalarında, özellikle omurgasız hayvanları incelerken, bîr çok hayvan organları arasındaki ilişkiye dikkat çekti. Böylece öncekilerin aksine bütün hayvan türlerinin çevre şartları ve ortama uygun olarak değiştiklerini, yani organlarda değişimlerin gerçekleştirildiğini ve gerçekleştirilen bu değişikliklerin birer özellik olarak kalıtım yoluyla daha sonra gelenlere aktarıldığını, dolayısıyla bütün türlerin tek bir türden çıktıklarını ileri sürdü. Ayrıca Lamarck, dönüşüm teorisiyle mekanik, fiziksel ve kimyasal etkilerin ayrı ayrı nedenler olduklarını da kabul ediyordu. Ne var ki, Lamarck da, sonuçta, teorinin bütünüyle bilimsel deneyden çok teorik genellemelere dayandırma eğilimi taşıyordu. Bir anlamda evrim konusunda bilimsel yöntem, deney ve tümevarıma başvurarak evrim teorisini farklı bîr boyutta tartışacak olan Diinvin olmuştur, denebilir. Darwin, teorisiyle şu sonuçlara ulaştığını açıklıyordu:
a) Organik varlıklar dünyasında değişmeler sıkça olur;
b) Bu değişmelerden bazıları sonraki nesillere geçerek sürmektedir;
c) Yavruyu ana veya babasından ya da ailenin Öteki üyelerinden ayıran değişmeler değişen için belli oranda yararlı olmuştur;
d) Organik dünyada bir “hayat mücadelesi” yürürlüktedir;
e) Hayat mücadelesi zayıfları doğal ayıklanmayla yok eder, ötekileri çevreye uymaya zorlar.
Darwin’in evrim teorisi karmaşık olanın, basil şartlarla açıklanabileceğini Öngören determinist bir tutumu yansıtıyordu. Gerçekte “evrim” ıcrimini kullanmamış olmasına rağmen, evrimci teorilerin yaygın ve yoğun ilgi ve tartışmaya konu olmaları dolayısıyla, Darwin’e atfedilmiş, evrimcilik de canlı bir türün bir başka türe dönüşmesi biçiminde sınırlı bir anlam kazanmıştır, evrim düşüncesi türlerin kökenine veya tarihine bu açıdan uygulanınca, çağdaş bilim ve felsefe, bazı biyolojik türlerin başka türlere geçişini de açıklama imkanını elde eder konuma gelmiştir.
Spencer ve Darwin’in etkileriyle çeşitli evrim Öğretileri ve sistemleri geliştirildi. Haeckel insanın kaynaklarını, Buchner düşüncenin kaynaklarını, Spencer insanın bütün psikolojik gelişmesini araştırmıştır. Mekanikçiliği temel alan bu evrimci öğretiye bir yandan ruhçu ve idealist öğretiler, öte yandan da maddeci öğretiler karşı çıktılar. Sözgelimi Bergson önemli bulduğu “evrim” terimini, merkeze alarak, yani hayatı kendisiyle özdeşleştirerek “hayal atılımı” veya “yaratıcı evrim” diye tanımladığı bilinçli çabayı temel aldı. Teilhard de Cluırdin ise, evrimi oluşturan olgu olarak “manevi gücü” öngördü. Maddeci ancak mekanikçiliği reddeden öğretiler, değişim içinde sadece evrimi, yani sürekliliği lemel alan açıklamaları benimsemezler. Değişimi başka brr açıdan yani devrim açısından, özelle süreksizlik, sıçrama gibi olgular ile de büıünlemek isterler.
İslam düşüncesinde, Yeni Çağda tartışılmadan çok önce ve İlk Çağ Yunan filozoflarının düşüncelerinde yer yer rastlanan evrimci görüşlerden oldukça farklı bir düzeyde evrimciliğin temellendir İl meye çalışıldığı, hatta tartışıldığı görülmektedir. Örneğin daha IX. yüzyılda bir evrim düşüncesinin Mutezile imamlarından Nazzam tarafından “kozmolojik evrim” şeklinde ortaya konulduğu görülmekledir. Aynı şekilde Çuluz, Biruni, İhvan-ı Safa, İbn Miskeveyh, İbn Arabi ve Mevlana gibi İslam düşüncesinin temel taşı konumundaki düşünür ve sufilerin eserlerinde (hatta sonraları İbni Haldun’un Mukaddimesinde sosyolojik anlamıyla) bilimsel bir evrim teorisinin bulunduğu doğrudur. Hatla bunun Darwinci evrim teorisiyle çarpıcı benzerlikler taşıdığı da doğrudur. Fakat bu benzerlik yalnızca görünüştedir. Zira miislüman düşünürler ve sufiler, Darwin’in modern bilim ve felsefede gerçekleştirdiği evrimci tabiat anlayışının tersine, insan nefsinin manevi evrimini kuşatan tabiatta derece derece bir yükseliş olduğunu söylemişlerdir. Buradaki yükseliş kelimesi önemlidir, zira konunun özü burada yatmakladır. Modern evrim teorisi türlerin evriminde ıyuiay’ boyutu izler ve türlerin birbirine dönüştüğünü ve değiştiğini vurgular. İslam düşüncesindeki evrimci yaklaşım ise, ‘dikey’ boyutta bir evrimi vurgular ki, bu da insan nefsinin en alt düzeyden başlayarak varlık mertebelerindeki yükselişini anlatır, insan, nefsini arındırarak en somut ve pılıtılaşmış varlık durumundan en şeffaf ve berrak varlık durumuna yükselir. Dolayısıyla buradaki evrim, fiziksel anlamda bir evrim değil, tamamen manevi ve fikri olgunlaşmayı hedefleyen bir evrimdir. Fiziksel evrim bu manevi evrime eşlik eden, adeta onun dış dünyada tezahür eden yanıdır. Bu metafizik husus gözden kaçırıldığından, geçmiş dönemlerdeki düşüncelerin hakkıyla anlaşılması büyük ölçüde mümkün olamamakladır.
(SBA)