Felsefe Nedir ? Tanımı ve Tarihi

Kök itibariyle felsefe terimi, Yunancadan Arapçaya, oradan da Türkçeye geçen bileşik iki kelimeden, Philo (sevgi) ve Sophia (hikmet.bilgi) kelimelerinin birleşik kullanılması sonucu doğmuştur. Böylece sözlük anlamı ha­kikat, hikmet veya bilgi sevgisi demek olan felsefe, kelimesini asli anlamıyla, yani “hikmet sevgisi” anlamıyla ilk kez tarihçi Herodot kullanmıştır. Ayrıca tarihçi Thucydides tarafından Perikles’e atfedilen ünlü söylevde de

felsefe: şefe” kelimesinin aynı anlamda kullanıldığı anlaşılmaktadır. Bu genel anlamı yanında kavram olarak, dar anlamda, ancak Sokratesçi felsefelerde, özellikle Platon ve Aristoteles’te “felsefe”, Varlığın (mevcudun) bilgisi veya bilimi demektir. İlk çağ felsefesinin bu iki klasik filozofunda “felsefe” kelimesi, aşağı yukarı bugün bizim “bilgi” (ide) den anladığımız şeyi ifade eder. Aristoteles “İlk Felsefesini, yine felsefe adını taşıyan geçmişe ait düşüncelerden ayırdığı gibi, diğer “felsefeler”den, yani Öteki bilgi dallarından da kesin bir biçimde ayırıyordu. Ona göre “İlk Felsefe” Varlığın ilk ilkelerini, ilk nedenlerini araştırır. Aristoteles bu konudaki görüşlerini şöyle açıklar: Geometri mekanla mekansal varlıklardan; fizik cisimlerden ve cisim özelliği taşıyan varlıklardan söz eder; biyoloji canlıyı, psikoloji ruhu in­celer. Fakat şimdi burada şöyle bir soru ortaya çıkıyor: Birbirinden o kadar farklı olan bütün bu var olan şeyler için karakteristik olan şey nedir? Aristoteles bu soruya şöyle cevap /eriyordu: Mekana, ruha, canlıya ve sadece rmıddi olan şeylere atfedilen ve daima aynı kelime ile adlandırılan tek şey, onların her birisinin “Var olan” şeyler olmasıdır; yani bütün bu şeylerde ortak olan en büyük özellik, onların “Var olması”dır.
Aristoteles’den sonra, özellikle Stoacılar ve Epikürcülerde felsefe farklı bir anlama bürünecektir. Buna göre felsefe; “akla uygun ebedi mutluluğa erişmek için çaba” ile eşdeğer görül­dü, dolayısıyla “hakikat veya hikmet sevgisi” “yaşama sanatı” anlamını da yüklendi. Ayrıca bilimler de bağımsızlıklarını kazanarak felsefeden ayrıldılar. Hatta İlkçağın sonlarına doğru felsefe, dini düşünüş veya spekülasyon ile sıkı bir ilişki içine girdi.

Buna göre felsefeyle, her ne kadar hakikat, hikmet veya bilgelik sevgisi anlatılmak istenmiyorsa da, bunun doğal sonucu olarak hakikate veya hikmete belli düzeyde bilgi olmaksızın; bilgiye de belli bir eğitim ve öğretim safhasından geçmeden erişilemeyeceği söylenmelidir. Yani bilgi elde etmeye ve öğrenmeye kar­şı olan merak ve -sevgi, insanı birbiriyle ilişkili bilgilerin düzenli ve sistematik bir birlimi demek olan bitime ulaştırmaktadır. İşte bilgilerin bu türden bir birliği üzerinde felsefe yapılmak istendiğinde, o konu veya alanın derinliğine nüfuz etmeyi gerektirir. Başka söyleyişle hakikat veya hikmet sevgisinin özünde doğal olarak yoğun ve özgül bir zihni faaliyetin sözkonusu olduğudur. Aslında felsefe kelimesini oluşturan sophia’mn bir anlamı da sahİb olmak ile İlişkili olduğundan felsefe kavramı, hakikat ve hikmete sahip olmayı, sahip olmak için gerekli zihni (ruhi) şartlan da kapsamaktadır (Nitekim bir rivayete göre, Pythagoras veya Herakleitos’akadarki dönemde filozoflara “sophos” (bilge, hakim) denilmekteymiş).

Grekçeden Arapçaya geçen felsefe kargılığında İslâm aleminde “hikmet” kelimesi kullanılmaktadır. Ancak hemen belirtilmelidir ki, hikmet kelimesi felsefe kelimesinden mahiyet­çe ve kullanım bakımından daha geniş görün­mektedir. Sözgelimi hikmet bir varlığın adı olabileceği (cins ismi) gibi, sıfatı şeklinde de kullanılmaktadır. Nitekim Kur’ân-i Kerim bizzat “Kur’ân’ın hikmeti”ni bildirirken, ayrıca insana hikmet verildiğine de dikkat çekmektedir: “Kime hikmet verildiyse ona çok hayır verilmiştir. Bu ayet ve öğütleri ancak olgun akıl sahipleri düşünürler.” (Bakara; 269). Ayrıca Allah Rasülü’nün hadisleri birer hikmet olarak kabul edilmektedir: “Hikmet müslümanların kaybolmuş malıdır; nerede bulurlarsa alırlar.” Hikmetin başı Allah korkusudur.” vb.

Demek oluyor ki, felsefe, sınırlı bir alanda bilgi ve ona bağlı olarak bilimin bütünlüğüne yönelmiş bir sevgi, dcrunİ bir ilgi ve merak anlamlarını karşılamaktadır. Buna karşılık hikmet kelimesi muhtevasının genişliği bakımından felsefeyi de kapsamaktadır, fakat bu eş anlamda kullanılacağı anlamına gelmez. Şu da var ki, felsefenin nihai amacıyla bir hikmet ideali daima varolmuştur.

Felsefe işlevini ve Ödevini sadece üzerinde felsefeyapılnıak istenen konuya veya alana derin bir şekilde nüfuz etmek suretiyle gerçekleştirebilir. Çok yönlü bir yaklaşım felsefenin konularına vasıtasız, doğrudan doğruya değil, bu konulara ait kavramların yardımıyla ulaşılabilir ve kavranabilir. Böylece incelenecek konudan önce kavramların belirlenmesi ve seçilmesi, yani ele alınan konulara dair kavramların zihni faaliyet aracılığıyla önceden oluşturulmuş bulunması gerekmektedir. Bu tabiata ait konularda duyum ve algılarımız, kültüre ait konularda ise kültür ve manevi bilimler tarafından gerçekleştirilir.

felsefe-.jpg 02 196″ align=”left” />Kuşkusuz bilimsel sistemde olduğu gibi felsefede de rasyonel (aklî) bir oluşum sözkonusudur. Bu bakımdan felsefeyi mitoloji ve şiirden (dolayısıyla sanat ve edebiyattan) ayır­mak, bir dereceye kadar mümkündür. Felsefeye bilgi, hikmet veya bilgelik sevgisi denilmesi bundan ileri gelmiştir. Fakat felsefe, mitoloji ve şiirden ayrılabildiği gibi, bilimden de konularının mahiyeti ve bunları İnceleme yöntemi bakımından ayrışmaktadır. Gerçekten felsefe belli bir konu alanına değil, yani tek tek bilim dallarının aksine bilgi konularının bütünlüğüne yönelir. Nitekim felsefenin külli (tümel) veya evrensel (üniversel) bilim olarak nitelenmesi bundan dolayıdır. Ayrıca bilim dallarından farklı olarak konuları derinliğine ele alır ve inceler. Varlığın külliliğini, son nedenlerinden veya İlkelerinden kavramaya çalışır. Bu yönüyle o evrenin deneysel verilerine bağlı kalmaz; onu en içten ve derinden bilmeyi amaç edinir, dolayısıyla bir “dünya görüşü” oluşturma amacı güder. “Evren” (cosmos) kavram ve olgusunun önemi ve anlamı da burada ortaya çıkar. Evren kavramıyla öncelikle zaman ve mekan İçine yerleşmiş ve bizi (varlığı) kuşatan gerçeklik (reality) kastedilir. Ancak bu dış gerçeklikten başka, varlığın bir de iç gerçekliğinin (derunî veya manevi dünya) bulunduğu da aşikardır. İşte bu iç gerçekliğin veya dünyanın duyumlar, hatta akıl aracılığıyla kavranması her zaman için mümkün olamaz, öyle ki, kavranılması ve anlaşılması bile dış gerçekliğin kavranma ve anlaşılmasından farklılık gösterir. Bu manevi (Geist) dünyaya, İde ve değerlerin dünyası diyoruz. Bu dünyanın anlaşılması ve açıklanması bilim tarafından gerçekleştirilemediği gibi, sadece felsefenin de buna yeterli olduğu söylenemez. Ancak bu manevi dünyanın anlaşılması için bilimin, fel­sefenin yanında sanatın, ahlakın ve daha da önemlisi dinin temel ve yapıcı özellik ve fonk­siyonları, kuşatıcılığı da gerekir. Bu biryönüyle de felsefenin, sanat, ahlak ve din ile ilgisinin temelini oluşturur.

Felsefenin bilim dallarında görüldüğü şekilde, genel bir tarımımın yapılamamasının nede­ni konularının mahiyet ve bunları inceleme yönteminin özelliği ve özgünlüğünde aranma­lıdır. Eski Yunanlılar felsefeye zıt olarak “teknik” kelimesini kullanmışlardır. Felsefe, evreni (genel olarak da varlığı) kavramağa çalışan teorik araştırmaların bütünüydü. Buna karşılık “teknik” tüm zanaat ve meslek (horfet)lerdeki uygulama becerileri ve usulleri olarak kabul ediliyordu. Böylece felsefe evreni kavramağa ve anlamağa yönelmiş zihni faaliyet iken, “teknik”, eşyaya pratik veya ameli amaçlara yarayacak bir şekil kazandırmak anlamına geliyordu. Bu bakımdan evreni bir bütün olarak kavrama çabası felsefenin belli başlı alanı olan metafizik’in oluşmasını da hazırla­mıştır. Aristoteles buna “İlk Felsefe” diyordu ki, ona göre, İlk Felsefe (Metafizik) tüm var­lıkların menşelerini, ilk ve son nedenlerini inceleyerek evrenin yapısı ve mahiyetinin nasıl olduğunu anlamaya çalışır. Yanı Metafizik, Varlık nedir? Dışımızda bir evren var mıdır ve nasıldır? Ruh nedir ve beden ile ilişkisi nasıl açıklanabilir? Tann’nın varlığını kavrayabilir miyiz? Bilgi nedir? Kaynağı nedir ve neyi bi­lebiliriz? sorularını araştırır. Kısacası Metafizik Tanrı, ruh, evren, bilgi vb. kendisine araştırma alanı seçmiş ve bunlar felsefenin de en önemli alanı kabul edilmiştir. Aristoteles Metafizik adlı eserinde felsefeyi “varlığı varlık ola­rak” inceleyen bilim şeklinde tanımlamıştır.

Felsefenin evren ve eşya karşısında duyulan hayret ve tecessüsle başladığını, dolayısıyla soru sorma yeteneğine bağlandığını beliten Platon’a karşılık, Seneca farklı bir tanım verir. Ona göre felsefenin başlıca amacı insanı terbiye ve nezaket yönüyle eğitmektir. Bu bakımdan felsefe eğitimi kazanılmadan “yaşama sa­natı” da gerçekleştirilemez. Yani Seneca’ya göre felsefenin en önemli işlevi insan zihni ve ruhunun mükemmel iyiliği ve bunu da hikmet sevgisi ve araştırmayla elde etmeyi sağlamasıdır.

Yeni Çağın başlıca filozoflarından olan Descartes ise felsefeyi şu şekilde tanımlar: “Felsefe sözünden bilgeliği incelemek anlaşılır. Bilgelikten anlaşılan da yalnız işlerimizdekİ ölçülülük değil, aynı zamanda hayatımızı yönetmek için olduğu kadar sağlığımızı koruma ve tüm zanaatlarımızın yaratılması için de, bilgi­nin onun ilk nedenlerinden çıkarılmış} olması zorunludur. Böylece bu bilgiyi edinme yolunu öğrenmek için (işte asıl felsefe budur), bu ilk nedenleri, yani ilkeleri aramakla işe başlamak gerekmekledir. Gerçekte tam olarak bilge olan yalnızca Tanrı’dır, yani herşeyin gerçeğine ilişkin tanı doğruyu o bilir, ancak denilebilir ki, insanlar, daha önemli gerçeklere ilişkin az ya da çok bilgi sahibi oldukları ölçüde az ya da çok bilgedirler.”

Felsefeyi “şeylerin düşünce ile araştırılması” olarak tanımlayan Hegel’e göre felsefe; “düşüncenin cüz’î bir kipini -ki bu kip sayesinde düşünce, şeylerin iç dünyasına giren bilgi haline gelir- meydana getirdiği için, felsefi düşünce, gene bu durumdan ötürü, kendisini başka her türlü insan etkinliğinden ayıran özel bir karakter taşır.” Bu açıdan Hegel’e göre duyumlarımız, sevgilerimiz, arzu ve iradelerimiz bilincin sınırlarını aşmıyorlarsa “tasarımlar” adını alırlar. İşte felsefenin amacı bu tasarımlar yerine düşünceler, kategoriler ve özellikle de kavramlar koymağa çalışmaktır. Genel olarak tasarımlar, düşüncelerin ve kavramların sem bolleri veya mecazları sayılabilir. Tasarımların temelini oluşturan deruni düşünceyi, bilmek için bu tasarımlara sahip olmak yeterli olamaz. Ayrıca düşüncelere ve kavramlara sa­hip olmakla bunlara karşılık olan tasarımlan, sezgilerin ve duyguların bilinmesi farklı şeylerdir. Bu bakımdan felsefe, “kaba bilinç”e karşı kendi özel bilme tarzının zorunluluğunu temellendirmeyi ve bunun gerekliliğini uyandırmayı amaç edinmek durumundadır. Fakat bununla da yetinmeyip şu İlkeyi derinden kavramak ayrıca önem taşımaktadır. Felsefenin muhtevası, dünyayı, bilincin dış dünyasını ve iç dünyasını oluşturmak bakımından canlı ruhun alanında meydana gelen içerikten başka bir şey değildir, yani felsefenin mahiyeti yine kendisi olmaktadır.

İslâm filozoflarının felsefe tanımlarına baktığımız zaman da, hemen aynı şeyleri görmemiz mümkündür. Nitekim Kindî (öl. M.873)’ye göre felsefe: “İnsanın gücü yettiği ölçüde, külli (tümel) ve ebedi şeylerin hakikatini, mahiyetini ve sebeplerini bilmektir”. Farabi (öl. 950) de felsefeyi şu şekilde tanımlar: “Var olmaları bakımından varlıkların bilinmesidir.” İbn Sina (öl. 1037) ise, felsefenin amacından şu şekilde söz eder: “Nesnelerin hakikatine, bir insanın vakıf olabileceği kadar vakıf olmaktır.” Son olarak Muhyiddin İbn el-Arabî’de, felsefenin tanımını yaparken, “Nesnelerin hakikatini oldukları gibi bilmek ve onların varoluşları ile hüviyetleri konusunda hüküm vermek suretiyle, İnsan ruhunun olgunlaşmışıdır” der.

Bütün bunlardan çıkarılacak olan felsefenin kavram olarak dar anlamına bakdığımızda, onun bilginin birliğini veya külliliğinİ araştırmaya yöneldiğini görürüz. Gerçi hemen her bilim dalı kendine ait olan alanda bu birliği sağ­lamaya çaba gösterir. Fakat İnsan bilgisinin birliği ve küllİliğİ konusunda böyle bir birliğin sağlanmasını, bu amaçla temel kavramları, ilkeleri ve kanunları bulup karşılaştırmayı, özetle bir bütün olarak sistem halinde (dünya görüşü) ilişkili kılmayı felsefe gerçekleştirir. Bu bağlamda felsefeye “bilimlerin felsefesi” ya da “bilimlerin başlangıç konulan” (mebhas-ı mebde-i ulum) felsefesi denilir. Bütün bilimler, gerçekte nihai temellerini felsefi bir uslubda ortaya koymağa ve isbat etmeğe çalışırlar. Bu bakımdan sadece mantık, psikoloji, etnik, estetik gibi özellikle felsefeye ilişkin olan düşünce [ilanlarını incelemekle yetinilemez; ayrıca hukuk, tarih, siyaset, tabiat, dil, din, toplum, hatta pozitif bilimlerve teknik disiplinler de felsefeninin konusu içinde düşünülür. Demek oluyor ki, dar anlamda felsefe, bilginin eleştiri teorisidir. Yani bütün bilim dullarını, özellikle de ahlaki, dini, sanatı, toplumsal hayatı vb. kültürel (manevi) değerler olarak eleştirici düşünceye konu edinir.

Felsefe kavramının, bu dar anlamı yanında bir de geniş anlamı vardır. Buna göre felsefe, her biri gerçekliğin özel bir bölümünü incele­yen diğer bütün bilgi dallarının üzerinde bulunan, onlara yol gösteren, soru sorma, araştırma ve anlama gibi özel bir hayat tarzını ifade eden bir bilgidir. Felsefe adını alan bu hayat, geniş bir alan, birçok dallardan oluşan bir ya­pı meydana getirir. Felsefenin bu dallan, içerik bakımından birbirinden çok farklı olan alanlardır ve her birisinin kendine özgü görevleri vardır. En başta felsefenin temel görevlerini içine alan ve adları bizzat felsefenin adı kadar eski olan “mantık”, “metafizik”, “etik” gibi disiplinler gelir. Diğer yandan bütün alanlardaki insan başarılarını içine alan ve gerçeklikleri kavramaya çalışan disiplinlerde de felsefenin etkisini görmek mümkündür: Hukukun çeşitli dallarından başka bir hukuk felsefesi, dil bilimlerinden başka bir dil felsefesi, sayısı çok olan tarih bilimlerinden başka bir larih felsefe­si, fizik, kimya, astronomi, biyolojiden başka bir tabiat felsefesi vardır. Yine insanı inceleyen birçok bilim daiminin, sözgelimi hasta ve sağlam insanı kendisine konu olarak alan bir tıbbın, insanın iç yaşantısını, ruhi varlık alanını inceleyen psikolojinin, kavimleri, onların hayat biçimlerini araştıran etnolojinin yanında bütün insan sorunlarını kendisine araştırma konusu yapan diğer bir felsefi disiplin olan felsefi antropoloji yer alır.

Bunlardan da anlaşılacağı üzere, felsefe, araştırma alanı oldukça geniş, kendisiyle meşgul olamayacağı hiçbir alan bulunmayan engin bir dünyayı kapsar. Fakat bütün bu araştırma alanlarıyla İlgilenen felsefenin belirleyici bir özelliği vardır. Bu felsefeye özgü özellik, onun, bir yandan akli bir özelliğine “aklı tatmin eden bir evren görüşü” Özelliğine sahip olması, bir yandan da, doğal olarak, insanın elde ettiği bilgilerin eleştirel bir teorisi olmasıdır.

Filozof bu geniş varlık alanını, varlığı birbirinden İlişkisiz bir takım parçalara bölmek için araştırmaz. Aksine evreni bir bütün olarak kavramaya çalışır. Felsefenin bütün bilgi dallarının üstünde olmasının anlamı da, örneğin bir fizikçi veya biyologun, evrenin şu veya bu bölümünü ele alması gibi, varlığı parçalara bölerek değil, bütün bunların birleşmesinden meydana gelen bütün bir evren tasarımına ulaşmak istemesidir. Dolayısıyla felsefe, “evrenin kaynağı nedir, yapısı ve şekli nasıldır?” sorusu yanında, “ben kimim, insanın mahiyeti ve anlamı nedir? Nereden geldik ve nereye gidiyoruz?” gibi sorulara da cevap bulmaya çalışır. Bu çaba bizi, felsefenin bir takım temel disiplinlerine götürür: Evreni bir bütün olarak anlamak çabasından, daha İlkçağda da rastladığımız bir felsefe disiplini, yani “metafizik” doğmuştur. Metafiziği felsefi bir sistem ola­rak ilk kuran Aristoteles’e göre metafizik (ilk felsefe) bütün varlıkların kökünü ve son nedenlerini araştırır; özellikle de alemin mahiye­tini ve yapısını bilmek ister. Bunun yanında felsefenin, alemin bilinmesi yanında, kendimizi bilmek istemesinden de ahlak felsefesi (et-hik) ortaya çıkmıştır. Ahlak, reel olanı bilmek yerine, olması gerekeni araştırır, iyiyi ve kötüyü konu edinir. Üçüncü olarak felsefe, iyi olanın yanısıra, güzel olanı da araştırır. İşte güzel ve çirkinin ne olduğu sorusundan da “estetik” disiplini ortaya çıkmıştır.

Bütün bunlar yanında, bir başka disiplin olan “mantık” doğru olan bilginin bilimi olarak karşımıza çıkar. Bu disiplin, her türlü bilimin “aleti” olarak bize doğru düşünmenin yollarını öğretir.

Felsefenin anlamı ve konusuyla ilgili açıkla­malarda açıkça görüldüğü üzere, gerçekte “din”de bu alanları içine alan bir fenomen ve değer olarak karşımıza çıkmaktadır. Fakat unutulmaması gerekir ki, felsefe dine göre Çok yeni bir alandır. Çünkü din ilk insanla bir­likte ortaya çıkmış, ona evren ve kendisi hakkındaki bilgileri vermiş olmasına karşılık, felsefe, bugün anladığımız biçimiyle İlk olarak eski Yunan’da ortaya çıkmış, müslümanlarla birlîkte varlik kazanmış, arkasından da XVI. yüzyılda birdenbire büyük bir Önem kazanarak bugüne dek süregelmiştir. Burada bazı yazarların savundukları gibi, felsefenin dini düşünceyi yok ettiği ve artık itibarsız hale getirdiği tezini savunmak mümkün değildir. Çünkü ortaya çıkan herhangi bir düşünce biçiminin veya bilgi dalının kendisinden önceki düşünce ve bilgileri ortadan kaldırması savunulamaz. Buna örnek olarak felsefeden ayrılarak bağımsız bir bilgi dalı olan sosyolojiyi gösterebiliriz. Sosyoloji bir bilgi olarak ortaya çıktı diye, felsefenin artık işlevini yitirdiği elbette söylene­mez. Üstelik sosyoloji felsefeye göre daha dar bir alanı kapsar. Din ise, bütün bunların daha üstünde ve daha geniş alanı kapsayan bir fenomendir.

Felsefe ile dinin, bir çatışma içinde değil, ahenkli bir ilişki içinde ele alınmasının gerekliliği yanında, bilim ve felsefenin de aynı ilişki içinde kavranılması şarttır. Çünkü felsefe bilimlerin üstünde bir bilgi türü olarak bilimsel verilerden hareket etmek zorundadır. Gerçek­te her filozofun kendine özgü bir bilimi ve her bilginin de kendine özgü bir felsefesi vardır. Ernst Mach, bilim adamlarının çoğunun felsefe adına 150 yıllık bir materyalizmden başka bir şey bilmediklerini söylerken haklı bir noktaya dikkatleri çekiyordu: “Halbuki bu sistem, çoktan beri filozoflar, hatta felsefî düşünce­nin pek dışında kalmayan insanlar tarafından bile kabule şayan görülmemektedir. Bugün bilimle uğraşan filozoflar pek azdır. Ve bir bilim adamının felsefi sorun üzerinde zihni bir çaba sarfetmesi de tamamiyle istisnaidir. Fa­kat her iki kategorinin de birbirinin halinden haberdar olması ve hatta birbirinin sahasında emek sarfetmesi, eşyanın künhünü kavramak bakımından zaruridir.” Kısaca söylemek gerekirse felsefe, kurduğu yapıya gerekli olan malzemeyi bilimden ödünç almalı, bilim de kendi sahasında daha ileri açılımlar yapmak için felsefi düşünceyi her zaman gözönünde bulun­durmalıdır.

Felsefi düşüncenin veya bütün olarak felsefenin ilk olarak nerede ve nasıl başladığı konusu, üzerinde çokça tartışılmış bir husustur. Yakın denilebilecek zamanlara kadar, felsefenin Yunanlıların ürünü olduğuna inanılıyordu. Oysa yapılan modern araştırmalar, felsefenin asıl vatanının, aynı zamanda dinlerin de vatanı olan Doğu’da, eski Mezopotamya ve Mısır’da başladığı konusunda sağlam kanıtlar ortaya koymuştur. Diogenes Laertius, Filozoflar Hayattan adlı eserinin önsözünde, Persler ve Mısırlılar’da felsefenin çok eski oluşundan söz eder.

Grek felsefesinin beşiği olan İyonya şehirlerinin Mezopotamya ve Mısır şehirleriyle ilişki içinde oldukları bilinmektedir. Hatta her İyonyalı için Mısır’a giderek yerleşmek, hiç olmazsa oraları görmek, bilimsel ve ticari tecessüslerini gidermek güçlü bir istek halini almıştır. Thales, Anakximenes, Anaximandros, Kseno-fanes ve Pythagoras gibi filozofların da bu merak dolayısıyla Mısır ve Mezopotamya’ya gittikleri bir gerçektir, örneğin, ilk Grek filozofu Thales’İn bütün eşyanın sudan oluştuğu hakkındaki tezi ile yüzyıllar önce Mezopotam­ya’da yazılmış olan Yaratılış Manzumesi arasındaki yakınlığı sezmemek imkansızdır: “Yukarıdaki göğe bîr ad takılmanı işken ve aşağıdaki yerin hiçbir adı yokken, bunların babası olan ilkel Apsu’dan ve anası olan karmakarışık Tiamat’tan çıkan sular bir tek olarak kar­makarışık bir durumdaydı”. En azından bu gi­bi metinler Thales’İn özgün bir kozmologinin mucidi olmadığını bize anlatmaya yetmektedir. Anaximenes ve Anaximandros’un da Thales’e benzeyen kozmogonilerinin asıl vatanının Doğu olduğu, bu üç filozofun açıkladıkları kozmogonik istiare ve teşbihlerinin mutlaka uzun yüzyıllardan beri varolduğu ortaya çıkmaktadır. Önce ilahi dinlerin ortaya koyduğu ve daha sonra bunların bozularak bir takım mitolojilere dönüşerek aynı evren görüşü­nün tekrarlandığını söylemek mümkündür. Nitekim Kitab-ı Mukaddes’te de “Tekvin” (Yaratılış) bölümü Thales’İn söyledikleriyle büyük bir benzeşme içindedir.

Şu halde, ulaşılabildiği kadarıyla felsefi düşüncenin ilk aşamasını doğudaki Mısır ve Mezopotamya meydana getirir. Greklerin sürekli ilişkileri ve Grek düşünürlerinin çeşitli sebeplerle Doğu’ya yaptıkları geziler sonucunda felsefe, daha güçlü ve sistemli olarak Yunanlıla­ra geçmiştir. Böylece Yunanlılar, felsefi dü­şüncenin ikinci aşamasını temsil etmektedirler. Üçüncü aşamada Müslümanlar, felsefeyi Yunanlılardan almışlar ve geliştirmişlerdir. İslam dünyasında, özellikle IX. yüzyılda başlayan tercüme faaliyetleriyle Arapçaya çevrilen

Yunanca eserler burada geniş bir düşünce dünyası oluşmasına katkıda bulunmuşlardır.

İslam dünyasındaki ilk felsefi akım Meşşailik olmuştur. Bu kelime Aristocu düşünürler anlamına gelen Peripatetien kelimesinin Arapça karşılığıdır. Müslüman düşünürler Aristoteles’e büyük değer vermekle birlikte onun felsefesini aynen aktarmamalardır. Aksine bir çok özgün düşüncelerle bu felsefeyi genişletmiş ve geliştirmişlerdir. Müslüman filozoflar, her biri Ban dünyasını da geniş ölçüde etkileyen düşünürler olarak İslâm düşüncesini ilerletmişler ve felsefenin dördüncü aşamada Batılılarca yeniden tanınmasını sağlamışladır.

Başlangıçta bütün bilimlerin felsefe içinde değerlendirildiğini daha önce söylemiştik. Dolayısıyla bilimlerin henüz bağımsız birer alan olarak felsefeden ayrılmadığı dönemlerde her filozof bütün bilim dalları, konusunda çağının birikimini kendisinde taşıyan ve ona birçok şeyler katan düşünürdü. Bugün ise felsefe özellikle dört disiplini içerir: Mantık, Ahlak, Estetik ve Metafizik.

İsmail Fenni, “felsefenin en eski anlamı nakilden, daha doğrusu vahiyden uzak olarak yalnızca akla dayanan hakikat araştırması ve ilimler tedvinidir…. (Fakat) ası! felsefe metafizikten ibarettir. Bu ilim de başlıca varhk İlmi (ontoloji) ve ilahiyat ilmi bölümüne ayrılır… Felsefe metafiziğe münhasırdır. Bu ilmin konusu da “varlık” ve “Allah”tır. Acaba akıl, bu meselenin çözümünde yeterli midir? Bu hususta akla verilen güç, Rabbani kudret ve hikmetin her yerde görülen eserlerini görerek kainatı bu eşsiz nizam üzere yaratan mutlak güç sahibi Allah’ın varlığını, eserden müessire akıl yürütmeyle yoluyla anlamaktan ibarettir; (akıl) onun künh ve hakikatini idrak etmek­ten büsbütün acizdir.”

Felsefenin merkezi düşüncesi, genel anlamı, kapsamlı ve bütünsel bir terkibe doğru genel bir çaba olmaktadır. Yani evrenin genel bütünlüğü ya da eşyanın külliliğİ hakkında bir dü­şünüştür. Fakat karşılıklı ilişkileri dahilinde olmak, birleştirici bir düşünce olarak bilgiyle ilişkisi bakımından olaylara ve ruha bağlanır. Felsefe yalnız bilince dahil konulardan, eşyadan

temayüz etmek itibariyle değil, ancak evrenin dayanıklı bir unsuru olmak yönüyle de ruh üzerinde durur. Buna karşılık bilimin konusu maddi olmak itibariyle olaylardır. Felsefeyle bilim arasındaki ilişki ana çizgileriyle şu şekilde belirtilebilir.

1-  Felsefe genel anlamında evrenin tasviri, açıklaması ve yorumlanmasında külli kavramlara ulaşmaya çaba gösterir. Oysa bilimin konusu eşya olması bakımından olay ve olgulara dayanır ki, bilimin objenin ya da en azından mekanın bilgisi olan matematiğe ve nesnelli­ğe yönelmesi bundandır. Başka söyleyişle bilim olaylarla deney ve gözlem aracılığıyla çözümlenen konuları inceler. Olaylar dünyasını konu edinir, şartlarını, kanun ve ilkelerini araştırır. Buna karşılık felsefe, bilimden daha derin, daha geniş bir bilgi akınını inceler ve bütünseldir, hatta bilimlerin metafiziğidir.

2- Bilimin amacı objektif ve gayri şahsi bilgidir. Felsefe ise, mahiyeti itibariyle insanidir, insana ilişkindir. İnsanın kendi kendisini anla­ması, hayatın anlamını kavraması, eşyayla nisbetini göstermesi, hayalın ve hareketlerin geçtiği dünyanın bilinmesi gibi.

3- Bilim deney ve akla başvurur, ancak bunlarla incelenmesi mümkün olan şeylere önem verir. Felsefe de akla dayanır, bu dayanmada derin ve engin düşünmeyi, düşünme sonucu elde edilen ilkelere,yani istidlale dayanır. Felsefe de deneyi gözönünde tutar, ama deney veri­lerini aklın hükmü alanında değerlendirir. Ay­rıca aklın bir tarafa bıraktığı konuları da inceler ki, bunlar duygular, İstekler ve eğilimlerdir. Onun için Platon felsefeye bütün ruh girisilmelidir, önerisinde bulunmuştur.

4- Bilimin elde ettiği veriler belli bir süre bile olsa büyük bir kesinlik arzeder. Deney ve gözlem aracılığıyla güvenli surette sonuçlarını kontrol eder. Oysa felsefi kesinlik, kesin delil-leden bile ancak akli bedahetlere varabilir. Dolayısıyla felsefenin inceleme alanı ancak mahiyeti İtibariyle akli olabilir. Bilimin verileri, tabiat olaylarını anlamak, açıklamak, kanunlarını bulmak, bunlara vakıf olmakla tabiat üzerinde etkinliğini sağlamaya yöneliktir.

5- Felsefe, bilimi mümkün kılar, ona gerekli olan akli kavramları, başlangıçları ve ilkeleri hazır hale getirir; bunlar olmaksızın bilimsel bilgi mümkün olamaz. Bunlar birlik (unity) özdeşlik (ideıuity), nedensellik (casulity), cevher (subsiance), ereksellik (finality) gibi kavramlardır. Özdeşlik nedensellik ilke başlangıçlarıdır. Böylece felsefe bilimi adeta eğilir, yetiştirir; felsefesiz bilim mümkün olamaz ve gelişemez. Ayrıca felsefe, bilimî ve elde etliği so­nuçlarını eleştirir. Kaynağını, değerini, objek­tifliğini, alan sınırlarını ve kuvvetini belirlemek amacıyla çeşitli bilimlere ait başlangıçları, varsayımlar postulatları, teorileri elcşlirek açıklar, yorumlar ve yol gösterir. Bilimin veri­lerini sisıemaıize eder. Yine bilimlerin aralarındaki ilişkileri, bağlı olacakları genel ilke ve teorileri ve bunların oluşturacakları küllilı’ği belirler. Onun içindir ki, felsefeye bilimler felsefesi ya da bilimsel felsefe denilmekledir.

6-  Felsefe bilimi tamamlar. Bilimsel açıklamalar insanı ve ruhunun eğilimlerini karşılamakla yeterli olamaz, dikkat ve ilgi uyandırır. Bu bakımdan bilimin gelişmesi, ilerlemesi, felsefenin de kendisini geliştirmesi ve ilerlemesini sağlamada önayak olur.

7- Bilim de felsefenin dayanak noktasıdır. Bilimsiz felsefe temelden yoksun demektir; boş soyutlamalarla aşırılığa gidebilir. Felsefe bu bakımdan bilim dallarından kesin nedenler, ayrıntıyla ilgili ilkeler isler. Böylece en genel ilkelere ve nedenlere safha safha yükselin ir. Olayların gözlemlenmesi, kendi yönteminin de çıkış noktası olur. Ancak bundan sonradır ki, sağlam, kesin temeller ve ilkeler üzerine hakikat yapısı kurulabilir.

8- Bilim de felsefeyi denetler. Filozof teorilerinde, incelediği alanın mahiyeti gereği olayların sınırını, pozitif bilimlerin verilerini aşmak zorunda kalabilir. Filozof bilimin kesin verileriyle çelişkiye düşmemek durumundadır.

9- Felsefenin alanına giren konularda üstünlük, çoğunlukla da öncelik vardır. Yani felsefe yüksek bîr bilimdir. İnsanın mahiyetini, kaynağını, geleceğini inceler, araştırır, çeşitli görüşler ileri sürerek yol gösterir ve derinleştirir. fyi aydınlanmış bir zihin iradeyi de yönetir, dolavısıvla ahlaki olgunlusu sa»lur.   insanların

inançlarına göre davranışları olduğu gibi, düşüncelerine göre de ahlaki şahsiyetleri oluşur. Bir toplumun inancı ve ahlaki kendi felsefesinin (zihniyetinin) sonucudur. Toplumsal inanış, ahlak, edebiyat, güzel sanatlar, kurumlar, özetle zihniyet felsefi teori ve görüşlerin, kısaca dünya görüşünün de ölçüsüdür.

Bu da felsefede, tarihi boyunca çeşitli teorilerin, görüşlerin, yani felsefi ekollerin ve akımların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Belli başlı felsefi ekol olarak akılcılık (rasyona­lizm), deneycilik başta olmak üzere idealizm, realizm, spritualizm (Ruhçuluk), maddecilik, şüphecilik, eleştiricilik, pozitivizm, uyumculuk, pragmatizm, sezgicilik, varoluşçuluk kavramsalcılık, fenomenoloji felsefi Antropoloji vb. sayılabilir.

Felsefe tarihi bakımından ise felsefeyi başlıca şu dönemlere ayırmak mümkündür. İlkçağ veya Antikçağ, Ortaçağ, İslam Felsefesi, Rönesans, XVIII. yüzyıl klasik felsefesi, XVIII. yüzyıl, XIX. yüzyıl ve XX. yüzyıl felsefeleri.

İsmail KILLIOĞLU – SBA

Daha yeni Daha eski