kemerler.jpg” border=”0″ align=”left” />ABDULLAH İBNÜ’L-MUKAFFÂ’NIN HAYATI:
Abdullah İbnü’l-Mukaffâ’nın doğum tarihi kesin olarak tespit edilemiyor, muhtemelen 106/724 veya 102/720 yıllarında İran’ın Cûr (Firûzâbâd) kasabasında dünyaya geldi. 36 yaşında şaibeli bir şekilde Basra’da öldürüldü. Asıl adı Ruzbih’tir. Babası Dâdaveyh Emevîlerin ünlü Irak genel valisi Haccac b. Yusuf’un (75/695-95/714) vergi tahsildarlığını yapmış, bu görevi-ni kötüye kullandığından dolayı işkence yapılırken eli sakat kaldığından eli büzük veya çolak anlamına gelen “mukaffâ” lakabı verilmiştir.
Babası ömrünün sonuna kadar Mecûsi dini üzerinde yaşadığından İbnü’l-Mukaffâ’nın da ilk eğitimini Cûr şehrinde Mecûsi geleneği üzerine alması muhtemeldir. Bu dönemde İranî unsurlar Sasanîlerden beri devam et-tirdikleri katiplik mesleğindeki tecrübelerinden dolayı Emevilerin bürokratik kademelerinde imtiyazlı konumlarda bulunmuşlardır. Ancak divanların A-rapçalaştırılması İranlı katiplerin imtiyazlarına büyük bir darbe indirmiştir. Bundan dolayı İbnü’l-Mukaffâ’nın Basra’da geçirdiği çocukluk dönemi aynı zamanda Abdulmelik b. Mervân’ın (65/685-86/705) Farsça ve Rumca tutulan divanları ve resmi yazışmaları Arapçalaştırma reformlarını yaptığı döneme rastlar. Kuşkusuz bu reformların en hızlı gerçekleştiği yerlerden biri de Haccac’ın valiliğini yaptığı Irak bölgesi idi. İbnü’l-Mukaffâ’nın babası da diğer İran asıllı kâtipler gibi kâtiplik mesleğinin geleceğinin artık Arapça bilmekten geçtiğini en erken fark edenlerdendi. Bundan dolayı oğlunun bürokrasi mesleğindeki geleceğini garantiye almak için Arap–İslam kültürü ile yetiştirmek için bizzat babası tarafından eğitimi ile yakından ilgilenilerek Arap geleneğine göre yetişmesi amacıyla Basra’daki ünlü ediplerden dersler almasını sağladığı, hatta ona Arap geleneğine uygun olarak Ebû Amr künyesinin verildiği görülmektedir.
Arap dilinin yanında İbnü’l-Mukaffâ’nın en dikkat çeken bir diğer özelliği de tarihten felsefeye, ahlaktan mantığa, siyasetten edebiyata kadar ge-niş bir kültürel ve ilmi birikime sahip olmasıdır. Bu birikimi kazanırken ye-tiştiği Basra’daki entelektüel muhitten etkilenmiş, devrin alimlerinden ve yöneticilerden dersler almıştır. Bu dönemde zengin ve canlı bir kültür merkezi olan Basra, dini ilimler kadar felsefi fikirlerin de harmanlandığı bir yerdi. Bu zengin kültür muhiti içinde sadece Arap edebiyatı ve dini ilimler değil, aynı zamanda kendini ait hissettiği güçlü bir İran siyâsî geleneği ile Yunan ve Hint kültür ve medeniyetine ait bilgileri de edinmiştir. Bu haliyle İbnu’l-Mukaffa Basra’nın canlı kelam, dil, tarih ve felsefe tartışmaları içinde yetişmiş genç bir aydın prototipi çizmektedir. Çok erken sayılabilecek bir dönemde Yunan felsefi metinlerinin en ağırlarından olan Aristo’nun Mantık kitaplarına ilgi duyması, hatta bunları çevirebilecek bir yeterliliğe sahip olması bile onun ulaştığı bilgi ve birikim seviyesini gösterir.
Kâtip bir babanın çocuğu olan İbnü’l-Mukaffâ’ Emevîlerin sonlarında ilk olarak Irak genel valisi Ömer b. Hubeyre’nin oğulları olan Basra valisi Yezid b. Ömer ile Kirman valisi Dâvûd b. Ömer’in (127/744-130/748) kâtipliği ile işe başlamıştır. Abbâsîlerin kuruluş yıllarında da seçkin konumunu kaybetmemiş, önce Basra vâlisi Süleyman b. Ali’nin (132/750-139/756), ar-dından Kirman valisi İsa b. Ali’nin sekreterliğini yapmıştır. Esas şöhretine ise onun zamanında (132/750-134/752) ulaşmıştır. O zamana kadar Mecûsi inancını muhafaza eden İbnü’l-Mukaffâ’nın, İsa b. Ali’nin teşvikiyle Müs-lüman olduğu rivayet edilir. Bir süre Halife Mansûr’un amcalarından Musul ve Ehvaz vâliliklerinde bulunan İsmail b. Ali’nin kâtipliğini ve çocuklarının mürebbiliğini de yapmış, kısa bir süre de Nişabur valisi Mesih b. Havâri’nin yanında kâtip olarak çalışmıştır.9 Müslüman olduktan sonra zaten fazla yaşamamış, dolu dolu bir hayat sürerek 36 gibi genç yaşında, 140/757 tarihine doğru hem kişisel hem de siyâsi nedenlerden dolayı Basra vâlisi Süfyan b. Muâviye (139/756-144/761) tarafından şaibeli bir şekilde öldürülmüştür.
Öldürülmesi ile İlgili Spekülasyonlar:
Onun ölümü ile ilgilenen araştırmacılar esas ölüm sebebinin burada ele aldığımız Risâletü’s-Sahâbe’de dile getirdiği görüşlerinden kaynaklandığını ileri sürmüşlerdir. Özellikle onun ölümünü görüşlerine tahammül edemeyen Müslüman çevrelerin bir engizisyonuymuş gibi gösterme eğilimindedirler. Gerçekten de bu Risale’nin girişinde endişeli bir hava var. Daha ilk satırlarında, yazarın bir korku ve endişe içinde olduğu açıkça hissedilmektedir. Ha-raç ve toprak meselesi ile ilgili konuları açıklarken; “Bu görüşleri açıklamanın bedeli ağır, söyleyeni az, faydası ise uzun vâdelidir” sözleri ile de başını belaya sokacak işlere giriştiğini zımnen itiraf etmiş, ancak sorumlu bir aydın olarak düşüncelerini açıklamaktan da geri durmamıştır. İbnü’l-Mukaffâ yer yer acı eleştirilerde de bulunmaktadır. Risâletü’s-Sahâbe’deki bazı önerilerinin yönetim nezdinde ve yeni teşekkül eden devletin etrafındaki menfaat grupları tarafından hoş karşılanmadığı düşünülebilir. Taha Hüseyin bu Risâle’nin Halife Mansûr’a karşı bir ihtilal beyannamesi mahiyeti taşıdı-ğı, tercüme ettiği Kelile ve Dimne’deki hikayelerde Halife Mansûr’a üstü ka-palı eleştirilerde bulunduğu gerekçesiyle öldürüldüğünü iddia etmektedir. Buradan hareketle O’nun gerçek ölüm sebebinin ele aldığımız Risâle’deki fikirleri olabileceğini ileri sürmektedir. Fakat bu iddialara katılmak mümkün değildir. Çünkü İbn Mukaffa bu Risâle’de güçlü bir merkezi idare kurulmasını ve bütün yetkilerin de halifenin elinde toplanmasını önermektedir. Ayrıca Risâle’de sunulan fikirler Halife Mansur tarafından kısmen dikkate alınmış, vergi ve hukuk reformu gibi konularda icraatlara girişilmiştir. Bu sebeple O’nun bu Risâle’deki siyasi fikirlerinin ölümüne yol açması için her-hangi bir neden yoktur. Aksine önerdiği görüşler yönetimin hoşuna gidebilecek görüşlerdir.
İbnü’l-Mukaffâ’nın öldürülmesi hakkında kaynaklardaki yaygın riva-yetlere baktığımızda yazdığı bir emân belgesinin halife ile aralarının açılma-sına sebep olduğu gösterilir. Mansûr’un halifeliğini kabul etmeyerek isyan eden Suriye vâlisi ve amcası Abdullah b. Ali, yenildikten sonra Mansûr’dan af dilemişti. Halife de kendisinden yazılı olarak af dilemesi halinde bağış-lanacağını bildirmişti. Ancak Mansûr’un bir fırsatını bulup Abdullah’ı ceza-landıracağı tahmin ediliyordu. İsa b. Ali tarafından İbnü’l-Mukaffâ bu “Emân” metnini hazırlamakla görevlendirilmişti. İbnü’l-Mukaffâ halifenin hiç bir açık bulamaması için döner ve şartları ihlal ederse; “karıları boş, köleleri azat edilmiş, biatı batıl ve bütün dinlerde kafir sayılacağı…” gibi oldukça ağır ifadeler bulunmaktaydı. Bu ifadelere çok kızan Mansûr, aralarında husumet bulunan Basra valisi Süfyân b. Muâviye eliyle İbnü’l-Mukaffâ’yı öldürttüğü nakledilmektedir. Ancak halifenin olaya dahli, o zaman dahi bir zandan öte geçmiştir. Basra valisinin yanına emirinin bir işi vesilesiyle giden İbnü’l-Mukaffâ’nın, oradan bir daha çıkmadığı aktarılır. Yaygın rivayete göre Basra valisi Süfyan b. Muaviye tarafından parça parça kesildikten sonra fırında yakılmıştır.
Öyle anlaşılıyor ki İbnü’l-Mukaffa’nın esas ölüm sebebi, Irak valisi ile aralarındaki kişisel husumettir. Ancak yazdığı “emân” mektubunda halifenin tepkisini çekmesi, daha sonraki dönemlerde yaygınlaşan hakkındaki zındıklık suçlamaları; toplumda ortaya çıkan siyasi bloklaşmalar ve Abbâsîlerin kuruluş aşamasındaki iktidar mücadelesinde, İranî unsurların siyasi blokunda yer alan açık sözlü ve kendinden emin tavırları ile siyasi rakiplerinin tepkisini ve kinini üzerine çekmiştir. Bu yüzden de bu istenmeyen adamın Basra valisi eliyle kişisel bir husumet ve siyasi bir hesaplaşma gerekçesiyle öldürüldüğünü gösterir.
Edebi ve Entelektüel Kişiliği:
Çok genç yaşlarından itibaren baba mesleği kâtiplikle işe başlayan İbnü’l-Mukaffâ, bir kâtipte olması gereken belâğatı, zenginliği, cömertliği, dostluklarına olan sadakati, zerâfeti, geniş kültürü, ılımlı tutkuları ve İranî asâleti ile İslamî değerleri şahsında bütünleştirmiş, zarif hayat yaşayan asilleşmiş bir mevlâ örneğini ve kendi devrinin sosyete adamı modelini temsil eder. Etrafındaki dostları, Risâlede kendinin de kısmen vurguladığı gibi edipler, fakîhler, vâliler, önde gelen komutanlar, kabile reisleri hatta daha sonra vezirlik makamına gelen vezirler gibi yüksek tabakadan oluşmaktadır. Eğer genç yaşında öldürülmese idi İbnü’l-Mukaffâ’nın da Abbâsîlerde vezirlik makamına kadar yükselmesi ve bir çok reform niteliğindeki dönüşüme imza atması muhtemel görünmektedir.
Yazar, Emevîlerin yıkılışı ve Abbâsîlerin kuruluş yıllarında yaşadığın-dan dolayı, Emevîlerin son döneminin siyâsî, kültürel ve sosyal olaylarının canlı bir şâhididir. Emevîlerin yıkılışını ve onun sebeplerini bizzat hadiselerin en merkezinde yaşayarak gözlemlemiştir. Yaşadığı devrin siyâsî çalkantı-ları ve yeni bir devletin tesisi karşısındaki entelektüel sorumluluğunun ve arayışının bir sonucu olarak, döneminin siyâsî ve toplumsal hayatına aktif ola-rak katılmıştır. Görevleri, siyasi kişiliklerle olan ilişkileri ve tecrübeleri ile iki devlet arasında sağlıklı karşılaştırmalar yapma fırsatı bulmuştur. Ancak görüşleri halkın genel anlayışını değil, yeni oluşmaya başlayan seçkinlerin bakışını yansıtır. Özellikle de mevâlî sınıfının ve kâtiplerin nazarında Emevîler iflas etmiş kötü bir sistemdir. Çökmüş bir geçmiş ve henüz belirsiz bir gelecek arasında tarihsel hafızaya ve birikime sarılır. O’na göre Sâsânî modeli en iyi modeldir ve Abbâsîlere de zımnen bu modeli önerir. Bu çerçevede Hint, Yunan ve İran düşünce dünyasının siyâsî yönlerine ilgi duymuş ve yazılarını da bu konulardan seçmiştir. O, bu haliyle “etiko-siyâsi” yönle-riyle belirginleşen bir akımın öncüsü olarak ortaya çıkar; bir bilge ve siyâsî feylesof olarak devlete, hükümdara, bürokrasiye, iktidarın kullanımına, din-devlet ilişkilerine, tebaaya ve yönetime ilişkin öneriler sunar. Devrim yıllarının aşırılıkları onu siyâsî düşüncelerinde oldukça itidalli ve ihtiyatlı olmaya zorlamış görünüyor. Düşünce sistematiğinin hiçbir yerinde şiddete baş vurmayı düşünmez.
Emevîlerin aksine kapılarını farklı milletlere ve kültürlere açan Abbâ-sîlerin kuruluşu ile birlikte, Hint, Yunan ve İran medeniyetleri ve kültürlerinden temel eserler tercüme edilmeye başlanmıştır. Bu alanda İbnü’l-Mukaffâ öncü bir rol da oynamış ve Kelile ve Dimne, el-Mülûk, Ayinnâme ve Aristo’nun Mantık kitaplarını tercüme ederek geride İslam kültürünün en kalıcı eserlerini bırakmıştır. Bu tercümeler ile Hind’in, Sasâniler’in, Yunan-Roma geleneğinin yüzyıllar içinde biriktirmiş oldukları tecrübelerini İslam siyâsî düşüncesine katmaya çalışmaktadır. Bu faaliyetleri çerçevesinde siyâset alanında iki mühim kitap yazmıştır: Edebü’s-Sağir’de Yunanlıların kişi siyasetini ve yönetimini, siyâsi-felsefi olarak incelemektedir. Edebü’l-Kebîr’de ise Yunan siyâsî düşüncesindeki şehir siyasetini ele almıştır. Her iki kitabında da muhatabı halk değil yalnızca devlet adamıdır. Müellif bu eserlerinde öncelikle yönetim kademesinde bulunan kâtiplere, valilere ve emirlere seslenir. Mesela, Edebü’s-Sağîr’de seçkinlerin sultanla kurması gereken ilişkilerde uyulması gereken kurallardan söz edilir
RİSÂLETÜ’S-SAHÂBE’NİN ÖNEMİ VE MUHTEVASI:
Risâletü’s-Sahâbe’nin Önemi:
Risâletü’s-Sahâbe’nin hakiki tabiatını belirlemek kolay değildir. Onu yöneticilere yönelik tavsiyeleri içeren bilinen türden edebi bir tür olarak da görmek mümkün değildir. Derin bir felsefi birikim ve tarihsel gözlem üzerinde, ait olduğu dinin ve siyâsî geleneğin sınırları ve imkanları içinde dile getirilmiş, mevcut bir durumu dikkate alarak nihaî çözümler öneren, daha çok yeni kurulmakta olan Abbâsî devletinin genel durumuna ait siyâsî bir deklarasyon olarak kabul etmek gerekir. Çağının pek çok meselesine parmak basması, bir devre tanıklık etmesi ve İslam siyâsî düşünce tarihinin en erken siyâsî metinlerinden biri olması yönüyle ayrı bir önemi haizdir. Muhteva bakımından da İslâm Tarihinde mâlî ve iktisâdî alanda bilinen en eski ıslahatçı yazı türlerinden biridir. Müellif, başta askeri sistemin eksiklikleri, adlî karışıklıklar, üst yönetici kesimdeki bozukluklar, vergi sistemindeki haksızlıklar ile imparatorluğun büyük eyaletleri hakkında siyâsî ve sosyolojik değerlendirmelerde bulunmaktadır. Sadece olumsuzlukları şikayet etmek-le ve nazari düşünceler sunmakla yetinmiyor aynı zamanda Halifeye çözüm önerileri ve ıslah yolları da göstermektedir. Çöken Emevî örneği üzerinden tarihsel ve sosyal analiz yaparak görüşlerini bu gözlemlere dayandırmaktadır. Buradan hareketle ideal bir yöneticinin yaşanmış bu olaylardan ders alarak ne yapması gerektiğine dair somut tekliflerde bulunmaktadır. Bu özelliğinden dolayı İbnü’l-Mukaffâ ve Risâletü’s-Sahâbe’si gerek Batılı ve gerek Doğulu pek çok araştırmacının dikkatini çekmiştir. Bu eser üzerine bir araştırma yapan Goitein, O’nu Volter ve Russo’ya benzetmiş, siyâsî düşünceleri ve fikirlerine bakarak Makyavelli düzeyinde bir düşünür olarak değerlendirmiştir. Gabrielli ise ele aldığımız Risâletü’s-Sahâbe’deki konulara Oryantalizmin Doğuda görmek isteyip de bulamadığı(!); rasyonel hukuk, kamu hukuku, bağımsız şehirler, düzenli ordu, laik devlet(!), üretime dayalı ekonomi, güçlü bürokrasi gibi modern Batıyı var eden temel değerlere bir Ba-tılı gibi yaklaştığı zannıyla, İbnü’l-Mukaffâ’yı “Doğu literatüründe kaybolmuş bir Batılı” olarak tanımlamıştır. Edebî açıdan tam bir şâheser kabul edilen bu Risâle’yi İrânî kültürün İslam kültürüne aktarılmasında ve yönetimin her kademesinde aktif bir sınıf olan kâtip sınıfının, ulemadan farklı olarak siyâsî, dinî ve mâli meselelere bakışlarının bir göstergesi olarak da yorumlayabiliriz.
D.E.Ü.İlahiyat Fakültesi Dergisi
Sayı XXI, İzmir 2005, ss. 117-148
EMEVÎLERDEN ABBÂSÎLERE GEÇİŞ SÜRECİNİN BİR TANIĞI:
ABDULLAH İBNÜ’L-MUKAFFÂ VE “RİSÂLETÜ’S-SAHÂBESİ”
Yard.Doç.Dr.Mustafa DEMİRCİ