Japon Düşüncesi (Felsefe Akımları)

JAPON DÜŞÜNCESİ

Asya’nın Doğu-Güneydoğu bölgelerinin yataklık ettiği, gerçekten de büyük ve derin, dün olduğu gibi bugün de evrensel boyutlardaki din, inanç ve düşünce yaşa­mına ve bunların oluşturduğu uygarlıklara sahip Hint ve Çin toplumlarının bu ya­nını tanıyanlar, aynı umutlarla Japonya da yöneldiklerinde büyük bir düş kırıklığıyla karşılaşmaktan kurtulamazlar.

Çünkü, en küçük ayrıntıların bile törenleşerek yerli yerine oturduğu ve dış çizgilerin büyük bir estetik ve duyarlı bir incelik belirttiği bu toplumda, yapılaşmanın derinliğine inildiğinde komşularıyla kıyas kabul etmezbîr sığlık ve basitlik gözlemlenir, öyle ki, kimi töreler ve törenler bir yana bırakılacak olursa inanç”ın, sanat ağırlıklı yorumlardan el çekilirse “düşüncenin yer etmediği bir toplumdur Japonya. Hind’in ve Çin’in İnanç ve düşüncede, yorum ve açıklamada derinleşe derinleşe, neredeyse tüm dış çizgileri veya dışa dönük yaşantıyı yitirir duruma gelmesine karşın, Japonya, tam tersine, dış çizgileri­ni keskinletme, düzenleme ve bunlara sımsıkı yapışma adına, iç derinliği tümden yitirmiş gibidir.

Yüzyıllar boyunca tüm dış dünyaya kapalı kalmasının, coğrafyası gereği kültürel planda merkezileşememesinin ve dolayısıyla ilkellikten alabildiğine arınmışlığa karşın örgütlenme ve ilişkilerin “kabilevi” diye nitelendirilebilecek bir karakter taşımasının ve tüm bunlara ek olarak da dağınık durumdaki ve çeşitli ellerdeki o kadar adanın siyasal ve idari bir bütünün kopmaz parçaları olarak korunması adına oluşturulmuş olan kimi “kült” denebile­cek yalın ve basit ortak noktalara bağlanması gereğini duyma sonucu ortaya çıkarılan kopkoyu bir “ulusal din”in yerleştirilmiş ve yaşatılmış olmasının, böyle bir yapılanmayı zorunlu kıldığı pekala düşünülebilir. Öyle kî, bu ülkeye yazı bile ancak M.S.V. yüzyılda ulaşabilmiş; Budizm’in 552’lerde, Konfüçyusçuluğun ise XVII. yüzyılda ülkeye girmesine karşın, Japonlar’in ulusal dini olan Şintoizm egemen varlığını sürdürmekten uzak kalmamış, ancak 1868’lerdedir ki, Budizmi geriletmek amacını taşıyan bir reforma ihtiyaç duyulmuştur. 1889’larda din seçiminde özgürlük verilmesine, 1900’lerden sonra Şintoizm’in devlet kültü olduğu savından Çıkarılarak hangi dinden olursa olsun herkesin bu külle mensup olabileceği görüşünün sürekli olarak işlenmesine, 1945 yılında Amerikalılar eliyle Devlet Şintosu ile Japon politikası arasındaki bağların koparılmış bulunmasına, 1946’da İmparator’un ‘tanrının oğlu’ olduğu inancının terkedilmesine, daha da önemlisi 1882’lerde başlayan Batı etkisinin 1945’lerden sonra Amerikalılar eliyle iyiden iyiye yerleştirilmesine ve orada bir bakıma yeni bir Amerika üretilmiş olmasına karşın, gariptir ki, Japonlar hala Şinto Kültü’ne bağlıdır ve bir Şinto bağlısı olarak yaşamlarını sürdürmekten geri kalmamaktadırlar.

Japonların yaşamım tümüyle böylesine kuşatmış olan Şintoizme gelince, mitolojilerle dolu, 8000 kadar tanrının varlığına inanan, hemen her şeye tanrılık izafe eden, atalara saygıyı ön planda tutan, hatta onların ruhlarını tanrılaştıran, görünen ve görünmeyen herşeydeki tanrılaştınlmış olan ruhlara inanç dolayısıyla da, tümüne birden duyarlılıkla yanaşmak, ihtiyacı içine sokan bir dindir. Bu duyarlılığın verdiği üst düzeyde bir estetik, zevk, incelik ve onur anlayışının ve tutumunun yaşama geçirilmesi olayı, bunun düzenidir.

Evrenin yumurta biçimdeyken parçalanmasıyla göklerin ve yerlerin ortaya çıktı­ğı, varlığın ‘gök, yer ve yeraltı’ diye üç düzlemde yorumlandığı, tanrıların varolduğu, evlenmeleri sonucu çocuklarının doğduğu ve tanrüaştığı, ölen kimselerin ruhlarının da aynı konuma ulaştığı, hemen her varlığın’ ruh’ taşıyan birer tanrı olduğu veya tüm bunların ‘ruh’ların tanrı olduğu ya da her birinin insanların tapması gereken birer tanrıya sahip bulunduğu, kurban, dua, yıkanma gibi ibadetlerin yer aldığı, ölen ataların yeryüzündekiler üzerinde etkinleştikleri, onları korudukları ya da on­lara iyilik ve kötülükte bulundukları Şinto Dini, Budizm ve Konfüçyusçuluktan kimi etkiler almış olmakla birlikte, bu etkilenme pek sınırlı kalmış, özümleme veya erime bir yana, .kaynaşma sayılabilecek bir çizgiye bile gelememiş, ama, çok farklı bir yapı oluşmuştur. 120 milyonluk nüfusun 105 milyonunun Şinto, 88 milyonunun Budist, 18 milyonunun da öteki dinlere bağlı kimseler olması gibi garip bîr durum doğmuştur. Çünkü değindiğimia gibi, bir Japon, Şintoizmle birlikte İhi1 başka dini de kabul edebilmektedir. 120 ile 105 arasındaki fark olan 15 milyon ise Şintoizm de dahil, ikinci bir dine izin verrmeyen dinlere bağlı olanların sayısını göstermekledir. 88 milyon Japon iç yaşamım Budizm, günlük hayatım da Şintoizm’le düzenleyerek, böylece, bir türlü vazgeçemediği “ulusal din”inin noksanlığını gidermenin yolunu aramaktadır.

Kimi efsaneler (ki o da tanrıların evlen­me ve doğumlarına ilişkindir) bir yana bırakıldığında, herhangi bir evrensel boyutu bulunmayan, içe dönük yanı çevrede dolaşan ata ruhlarıyla, onları memnun etmekle biçimlenen, dış planda da hemen hemen her varlıkta olduğu varsayılan tanrıların ruhlarının hoşnut kılınması kaygısıyla yapılanan Şintoizm, haliyle, ancak evrensel eğilimlerden doğabilen derin.ve çaplı bir ‘düşünce’nin oluşmasına imkan vermemiş; politik çerçevede Japon birliğini ayakta tutarak ayakta kalabilmenin yolunu bulmuş, günlük yaşamdaysa, inançlar doğrultusunda, çiçek düzenleme ve çay törenlerini bile bir sanat haline getirmiştir

SBA

Daha yeni Daha eski