emperyalist-abd.png” border=”0 Emperyalizm – Fikret Başkaya
Latince imperium ve imperialis ‘den türetilmiş bir kavram olan emperyalizm , bir ulusun [esas itibariyle de onun egemen fraksiyonunun] çıkarı için, başka ulus veya ulusların [halkların] hazinelerine, zenginliğine, toprağına, emeğine, yeraltı ve yerüstü kaynaklarına el koymasını sağlıyan bir egemenlik – bağımlılık biçimi olarak tanımlanabilir. Bir egemen devletin bir başka ulusun [halkın, topluluğun] zenginliğine el koyması için her zaman doğrudan denetim gerekli değildir. Sömürü, bağımlılık, hakimiyet ve şartlandırma ilişkilerinin geçerli olması için, mutlaka söz konusu ülkenin bir egemen [emperyal] ulus tarafından işgal ve ilhak edilmesi gerekmez. Başka araçlar ve yöntemlerle de emperyalist ilişkileri sürdürmek mümkün olabiliyor. Bunun için çıkarları emperyal gücün çıkarlarıyla örtüşen bir yerli elitin varlığı ve bu elitin yerel bir egemen güç haline gelmesi yeterlidir. Şimdilerde sömürgeciliğin doğrudan [klasik] biçimi tasfiye edildiği halde, emperyalist dünya sisteminin çevresinde yer alan bağımlı ülkelerin kaynaklarının eskiden olduğu gibi emperyalist çıkarlar için kullanılabilmesinin nedeni budur.
İmpatorlukların ve emperyal egemenliğin ilk site devletlerin tarih sahnesine çıktığı döneme kadar gerilere giden bir tarihi olduğunu söylemek mümkündür. Tarihte bilinen ilk imparatorluk Akadlar dı [M.Ö XXIII], Eski Mısır, Çin, Büyük İskender, Roma, Bizans, Osmanlı, Eyyübi, Aztek, Timur imparatorluğu, vb. kapitalizm öncesi dönemin imparatorluklarından bazılarıydı. Dolayısıyla, emperyal egemenlik biçimi kapitalizmle birlikte tarih sahnesine çıkmış bir süreç değildir. Emperyalizm kavnamının ilk defa 1902 de J.A. Hobson tarafından kullanılmıştı. Oysa emperyalizmin binlerce yıllık, geçmişi vardı. Kapitalizme özgü modern emperyalizmin de yaklaşık beşyüz yıllık bir tarihi var. Zira, bir yerde bir kavramın kullanılmaması, ya da kavram yokluğu, orada o kavrama uygun düşen bir tarihsel ve toplumsal sürecin mevcut olmadığı anlamına gelmiyor… Jenosit kavramı 1948 de sözlüklere girse de insanlık tarihinin son beşyüz yılı aynı zamanda jenositlerin de tarihiydi… Elbette bunun tersi de aynı şekilde geçerlidir: Bir yerde bir kavram kullanılıyor diye, orada o kavrama uygun düşen bir gerçeklik olması gerekmiyor. Şimdilerde demokrasi kavramı çok kullanılıyor ama demokratik olduğu söylenen rejimler demokrasinin karikatürü bile değildir…
Üretici güçlerin gelişmişlik düzeyinin emek sömürüsünü mümkün kılması, toplumun sınıflara bölünmesi ve devletin ortaya çıkmasıyla, emperyal egemenlik de mümkün hale gelmişti… Emperyalizmin kapitalizme önceliği var ama kapitalist emperyalizmin de kendine özgülüğü söz konusudur. Başka türlü ifade etmek istersek, kapitalizmin özgünlüğünden kaynaklanan nedenlerden ötürü, kapitalist emperyalizm, geleneksel imparatorluklardan temelli farklı niteliklere sahiptir. Kapitalizm öncesi dönemin egemenlik biçimleri [devletleri densin], esas itibariyle haraca dayalı sistemlerdi. Devleti oluşturan sınıf veya sınıflar, üretici sınıftan haraç alırlar, bunu da bir Tanrı buyruğu olarak dayatırlardı. Üretim tarzı basit yeniden üretime dayalıydı. Ortaya çıkan sosyal artık, yönetici sınıf tarafından harcanırdı. Kapitalizmde olduğu gibi genişletilmiş yeniden üretim söz konusu değildi. Sosyal artığı artırmanın bir yolu da fetihlerdi. Buna komşular aleyhine genişleme demek mümkündür. İşgal ve ilhak edilen ülke yağmalanır, birikmiş hazinelerine el konur ve ülke halkı haraca bağlanırdı. Elbette fethedilen yerlerdeki halk ekseri kıyım ve katliama maruz kalırdı. Egemenlik sistemi [veya üretim tarzı] basit yeniden üretime dayandığı için, egemenlik altına alınan topluluklar haracı ödedikleri ve egemenliğe itiraz etmedikleri sürece, eskiden oldğu gibi yaşamaya devam ederlerdi… Fetih, işgal ve ilhake rağmen ekonomik, sosyal, kültürel yapılar köklü değişikliğe uğramazdı.
Yeni ve orijinal bir üretim tarzı olan kapitalizmin tarih sahnesine çıkmasıyla, egmenlik ilişkisi ve tahakküm altındaki halkların yaşam koşulları köklü değişime zorlandı. Üretim tarzları tahrip edilip, sömürgeci-emperyalist merkezlerin çıkarına göre yeniden biçimlendirildi. Kapitalizm, haraca dayalı üretim tarzlarından farklı olarak, sermayeye ve sermayenin genişletilmiş yeniden üretimine dayanıyor. Bu temelli bir farktır. Kapitalist emperyalizmin bir başka özgünlüğü de, sadece sınır komşuları aleyhine olarak genişlememesi, deniz aşırı bölgelere doğru da yayılmasıdır. Bir başka temel fark da, yayılma ve genişleme dinamiğinin sistemin özünde içerilmiş olmasıdır. Zira, kapitalizm öncesi dönemin devletleri, emperyal yayılma olmadan, dış fazla olmadan da varlığını sürdürebilirken, kapitalizmin rekabete ve genişletilmiş yeniden üretime dayandığı için, genişlemeden, yayılmadan varlığını sürdüremiyor. Bu yüzden emperyalizm kapitalizmde içerilmiş, onda mündemiç bir eğilimdir [genişleme ve yayılma eğilimi]. Ve barışçı bir yayılma kapitalizm koşullarında mümkün değildir. Kapitalist rekabet geçerliyken her kapitalist işletme için büyümek veya yok olmak ikilemi söz konusudur. Velhasıl, sermaye büyümeden varolamıyor. Bu da her seferinde daha çok hammadde, işgücü ve teçhizat kullanmayı [ sermayenin büyümesi anlamında] ve tabii daha geniş pazarlara sahip olmayı, başka bir ifade ile rakipler aleyhine büyümeyi ve yayılmayı gerektiriyor. Çokuluslu şirketler veya tarnsnasyonal şirketler denilen dev kapitalist işletmeler, söz konusu eğilimlerin bir sonucudur. Kapitalist üretim süreci yoğunlaşma ve merkezileşme eğilimini ve dinamiğini [tekelleşme] bünyesinde barındırıyor. Şimdilerde bir kapitalist işletmenin başarısı, küresel plandaki başarısıyla ölçülüyor. En büyük üçyüz çokuluslu şirket [transnasyonal] dünya üretici potansiyelinin yaklaşık dörtte birini kontrol ediyor ki, bunun 5 trilyon dolarlık bir değere denk geldiği tahmin ediliyor… Royal Dutch/Shell’in yıllık geliri İran’ın GSMH’sına [milli gelir] eşit… İki çokuluslu şirketin, Mitsui ve General Motors’un satışları toplamı, Danimarka, Portekiz ve Türkiye’nin GSMH’sı toplamından daha büyük… Aynı şekilde Sahra’nın Güneyindeki tüm Kara Afrika ülkelerinin GSMH toplamından da 50 milyar dolar daha fazla… İsviçre kökenli bir transnasyonal olan ABB, 140 ülkede faaliyet gösteriyor. Royal Dutch/Shell 50 ülkede petrol araması yapıyor, 34 ülkede rafinerileri var ve ürettiği petrolü 100 ülke pazarında satıyor… Aynı şekilde İngiliz kökenli bir kimya tekeli olan ICI , 40 ülkede üretip 150 ülkede satıyor…
Bu yüzden emperyalizm, arizi veya istisnai bir durum değildir, kimi kralların, imparatorların, siyasetçilerin, yada demokratik olarak şeçilmiş devlet başkanlarının, kaprislerinin, aşırılıklarının, gaddarlığının, şan ve söhret düşkünlüğünün, akılsızlığının, vb. sonucu olarak ortaya çıkmıyor. Şimdilerde ABD’nin emperyalist saldırısını yoğunlaştırması, Beyaz Saray’a ve Pentogona’a çöreklenmiş, neocons denilen şahinlerin marifeti değildir. Beyaz Saray ve Pentoganda başkaları olsaydı da sürecin özüne dair bir değişiklik olmazdı, sadece üslûp değişirdi… Öyle olduğuna dair sayısız kanıt ve gerekçe mevcuttur. Bu temel nitelikten ötürü de, kapitalizm emperyalizm üretmeden, emperyalizm savaşsız, hegemonya da düşmansız varolamaz… Son dönemde kimilerince emperyalizmin geride kaldığı, post-emperyalist bir döneme girildiği, başkaları tarafından da [Antonio Negri- Michael Hardt] artık emperyalizmin eski emperyalizm olmadığına dair tezler ileri sürülüyor. Bu sonuncular, son emperyalist savaşın Vietnam Savaşı olduğunu, artık bilinen anlamada emperyalizmin gerilerde kaldığını ileri sürüyorlar… Eğer kapitalizm, kapitalizm olarak yerinde duruyor, üstelik yıkıcılığı da artıyorsa, emperyalizmin artık gerilerde kaldığını, ya da ehlileştiğini iddia etmek, sadece teorik planda sakat değil, aynı zamanda anti-kapitalist, anti-emperyalist mücadelenin başarısı bakımından da tam bir aymazlıktır. Dün Avrupalılar, Kuzey Amerikalılar, Japonlar Asya, Afrika ve Latin Amerikaya doğal kaynaklar, hammaddeler ve pazarlar için gidiyorlardı. Bu gün de ABD’nin başını çektiği kollektif emperyalizm, aynı nedenler ve gerekçelerle Afganistan’ı, Irak’ı işgal ediyor…Kaldı ki, bundan sonra anti-emperyalizm kavramını anti-kapitalist kavramından ayrı, telaffuz etmemek gerekiyor.
Kapitalizm rekabete dayanıyor ve ve bir sömürü metabolizması şeklinde varoluyor, eşitsiz gelişiyor, sürekli olarak kutuplaşma yaratıyor. Başka türlü ifade etmek gerekirse, kapitalizm kutuplaştırıcı bir öze ve işleyişe sahiptir. Bir kutupta yoksulluk üretmeden karşı kutupta zenginlik üretmesi mümkün olmuyor. Bu durum, kapitalist üretimin bir sömürü metabolizması oluşunun doğal sonucudur.. [ Amerikalı golf oyuncusu Tiger Woods’un çokuluslu şirket NIKE’nin Endonezyada çalıştırdığı tüm işçilerden daha çok kazandığını hatırlatalım…] Başka yerde de yazdığım gibi, pramide benzeyen bir ekonomiler ve toplumlar hiyerarşisi söz konusudur. Dolayısıyla, modalitesi ve biçimi değişse de Emperyalist dünya sistemi her zaman egemen menrkez[ler] ve egemenlik altındaki çevreden oluşuyor. Daha kapitalizmin tarih sahnesine çıktığı dönemden itibaren [ XVI yy.] sistem hiyerarşikti. Egemen çevre [emperyalist merkezler] – egemenlik altındaki çevre [ sömürgeciliğin ve emperyalizmin çarpıtıp, gelişme sürecini bozduğu sosyal formasyonlar] arasında bir asimetri oluştu ve bu ilerleyen dönemde biçim değiştirse de özü hep aynı kaldı, ütelik her ileri aşamada daha da derinleşti. Bu niteliği itibariyle emperyalizm kapitalizmin bir aşamasında ortaya çıkmış bir süreç, bir yenilik veya orijinallik değildir. Hiyerarşik dünya sisteminin egemen konumdaki ekonomileri arasındaki [emepreyalistler arası] rekabet, çatışma ve savaşı davet ediyor. İkinci emperyalistler arası savaş sonrasına kadar, emperyalist ülkeler arasındaki sürekli çatışma ortamı söz konusuydu ve hegemonya için mücadele eden çok sayıda emperyalist ülke vardı. XIX’uncu yüzyılın hegemonik gücü olan İngiltere başta Fransa gibi “eski rakiplerin“ yanında yeni yetme emperyalist güçlerin (ABD, Almanya, Japonya…) baskısı altındaydı ve yüzyılın sonunda İngilterenin ekonomik ve militer üstünlüğü aşınma sürecine girmişti. Zaten iki emperyalistler arası savaş [ 1914–1918 ve 1939-1945] da geçerli emperyalist status quo ‘yu bozmakta çıkarı olan emperyalist güçlerin dayattığı savaşlardı. Samir Amin’in ifade ettiği gibi, 1945 öcesinde emperyalizm çoğul olarak ifade ediliyordu. Emperyalist güçler arasında sürekli rekabet ve çatışma durumu söz konusuydu. İkinci emperyalistler arası savaşta bu durum değişti. Başta XIX’uncu yüzyılın hegemonik gücü olan İngiltere olmak üzere Fransa, Almanya ve Japonya savaştan büyük güç kaybına uğrayarak çıktılar [ zaten Almanya çökertilmiş ve parçalanmıştı, aynı şekilde Japonya’da çökertilmişti]. Sovyet devrimi emperyalist burjuvazinin hesaplarını alt-üst etti. Aslında saldırgan bir Sovyetler Birliği yoktu ama daha önce de ifade ettiğimiz gibi emperyalizmin [hegemonyanın] düşmana, tehdide ihtiyacı vardı, aynı şimdilerde olduğu gibi. Siyasal islam, İslam terörür türü kavramlar doğrudan emperyalizmin [ esas itibariyle de hegemonik güç olan ABD’nin] düşman ihtiyacını karşılamak üzere üretilmiştir… Benzer bir ideolojik manipülasyon soğuk savaş için de yapılmış ve Sovyetler ‘hür dünya’ için büyük bir tehdit olarak sunulmuş, üstelik insanlar da buna inandırılmıştı… Emperyalizm açısından asıl sorun, bağımsızlıklarını kazanan ve Üçüncü Dünya denilen ülkeleri emperyalist sistem içinde tutmaktı. Bu yüzden Batı Avrupa ve Japon burjuvazileri sınıfsal çıkarlarının bir gereği olarak, ABD tarafından vasalleştirilmeyi kabullendiler ve bir tür kollektif emperyalizm durumu oluştu. Batı Avrupa ve Japon burjuvazileri için Ücüncü Dünya’nın çekip çevrilmesinin ABD’ye bırakılması uygun düşüyordu. Zira, tartışmasız bir hegemonik güç durumuna gelmiş olan ABD, gerektiğinde askeri olarak da emperyalist burjuvazinin çıkarlarını koruyabilir durumdaydı ve koruyordu. Bilindiği gibi, bir emperyalist devletin hegemonik güç statüsüne terfi edebilmesi için, rakiplerine ekonomik, militer ve siyasal-ideolojik planda üstünlük sağlaması gerekiyor. Fakat sistemin niteliğinden ötürü, hegemonya her zaman göreli ve geçicidir … Birincisi, rekabete dayalı dinamik bir sistem söz konusu olduğu için hegemonya her zaman tehdit altındadır, dolayısıyla geçicidir; ikincisi de rakiplerin varlığından ötürü mutlak değildir…
Emperyalizm kapitalizmde içerilmiş bir temel eğilimin tezahürü olsa da, emperyalist saldırının yoğunlaştığı dönemlerden söz etmek mümkündür. Bu anlamda üç tarihsel dönemden söz edebiliriz. Birincisi Kristof Kolomb’un macerasıyla başlayan dönemdir. Bu dönemde yıkım daha çok Amerika kıtasında kısmen de Afrikada gerçekleşti. İkinci aşama, sanayi devriminden sonra, esas itibariyle de Avrupalı, Japon ve Kuzey Amerika kapitalist devletleri arasında hammaddeler ve dünya pazarı için rekabetin kızıştığı XIX yüzyılın son çeğreği ve XX’inci yüzyılın başına raslamıştı. Bugünkü hiyerarşik dünya sisteminin oluşumu, söz konusu ikinci kapsamlı saldırı döneminde tamamlanmış, çevre-merkez asimetrisi ve ikiliği tamamlanmıştı. Üçüncüsü de 1980 den sonra, esas itibariyle de Sovyet Sisteminin çöktüğü 1990 sonrasında ortaya çıkan emperyalist saldırıdır ama emperyalizm kavramı kullanılmıyor…Bir edeb-i kelâm yapılarak küreselleşme deniyor. Sanılması ki bu saldırılar karşılıksız kaldı veya kalıyor. Birinci kapsamlı saldırıya köle isyanları damgasını vurdu. İkinci kapsamlı emperyalist saldırının karşılığı ‘ulusal kurtuluş hareketleri’ oldu. Şimdilerde küreselleşme denilen üçüncü kapsamlı saldırıya karşı da dünyanın her yerinde mücadeleler yükseliyor ve yükselecektir…
Küreselleşme denilen neoliberal emperyalist saldırının amacı, her zaman olduğu gibi şimdilerde kibarca Güney denilen Üçüncü Dünya ülkelerini sermayenin sınırsız sömürü, yağma ve talanına açmaktır. XXI’inci yüzyılın başında söz konusu sömürü, yağma ve talan tarihte görülmemiş kapsam ve derinliğe ulaştığı halde, kapitalizmden, emperyalizmden, sömürüden, vb. söz edilmiyor oluşu, rahatsız edicidir ve doğrudan ideolojik kölelikle ilgilidir. Bu durum yukarda zikrettiğimiz bir tespiti de doğruluyor. Bu gün sömürgeci emperyalist devletlerin doğrudan sömürgesi olan hemen hiçbir Üçüncü Dünya Ülkesi yok, ama doğrudan sömürge oldukları dönemdeki gibi ‘dış’ sömürüye maruzlar… Yer altı ve yer üstü kaynakları, beşeri zenginlikleri [işgücü] ve pazarları emperyalist şirketlerin sınırsız kullanımına sunulmuş durumda. Bunun nedeni Üçüncü Dünya’daki rejimlerin bütünüyle yeniden kompradorlaşmış olmasıdır. Dolayısıyla ‘ulusal bağımsızlık’ bir safsatadır ve ulus-devletler de emperyalizmin bir egemenlik aracına dönüşmüş durumdadır… Biçimsel bağımsızlığı sahip uydu devletlerin ekonomik ve sosyal politikaları bütünüyle emperyalist merkezlerin kurumları [IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü, vb.] tarafından dikte ettiriliyor… Ulusal aygıtlar emperyalizmin ayak işlerine koşulmuş durumda… Büyük İnsanlığın , dünyanın tüm zenginliğini üreten Yeryüzünün Lânetlilerinin bu kapsamlı emperyalist saldırı karşısında sessiz ve tepkisiz kalacağı sanılmasın. Saldırı mutlaka karşılık bulacaktır. Bu sefer sömürgeciler ve emperyalistlere karşı mücadele, yerli komprador egemenlere, yerli oligarşilere karşı mücadeleyle birlikte yürüyebilir. Artık mücadele aynı anda anti-kapitalist, anti-emperyalist olmak zorunda, zira kapalizm emperyalizmdir… Fakat, gerçek anlamda sosyalist bir dünya düzeni kurma perspektifinden yoksun bir anti-emperyalist, anti-kapitalist mücadelenin kalıcı başarı sağlaması mümkün değildir… ABD’nin dayattığı barbarlık ve vahşet bir kader değil. Eşitliğin, kardeşliğin, dayanışmanın geçerli olduğu, doğaya saygılı, sömürüsüz, sınırlaların olmadığı, tam bir saçmalık olan ulus-devletin geçmişin kötü bir anısı olarak kaldığı bir dünya ve insanlık toplumu oluşturmak mümkün ve gereklidir…