Milliyetçilik-Nasyonalizm-Ulusçuluk
Mlleti ve onun değerlerini ideolojik, kültürel ve siyasî esas olarak kabul eden görüşler; nasyonalizm, ulusçuluk.
Milliyetçilik gerek bir kavram gerekse süren bir hareket olarak değişik şekillerde ve şartlarda ortaya çıkmış, buna bağlı olarak tarif ve tasnifler de farklı olmuştur. Bu biraz da “millet” ve “milliyet”e verilen anlamlarla ilgilidir. Mefhum İslâm dünyasına ve kültürüne aktarıldığı´zaman problem biraz daha karmaşık bir yapıya bürünmektedir. Fakat genel olarak milliyetçiliğin millî devlet, millî kalkınma, bağımsızlık, millî birlik, millî dil, millî kültür… alt kavramlarını öne çıkardığı, dolayısıyla daha dar, daha sınırlı ve daha mütecanis bir siyasî ve sosyal yapıyı öngördüğü söylenebilir. Bir başka açıdan milliyetçilik kişinin kendisini etrafındakilerden farklı bir şekilde tanımlaması anlamına gelir. Kişinin üyesi olduğu millete/topluma hayranlık ve bağlılık duyguları geliştikçe diğerlerini dışlama veya geri plana ilme eğilimi de güçlenmektedir.
Milliyetçiliğin bir ideoloji olarak doğuşunu milletlerin ortaya çıkışı ile başlatmak mümkündür. Bu yönüyle milliyetçilik Batı kaynaklıdır. Feodalite çözülürken milletleşme hareketleri güç kazandı. Bir ideoloji olarak milliyetçiliğin belirmesi XVIII. yüzyıl Batı Avrupası ve Kuzey Amerikasında gerçekleşti. Amerika ve Fransız ihtilalleri bunun ilk belirlileridir. Bu akım XIX. yüzyılın başlarında Güney Amerika´ya. Orta Avrupa´ya, yüzyılın ortalarına doğru güney ve güneydoğu Avrupa´ya sıçradı, XX. yüzyılın başlarında bazı Asya ülkelerinde kendini gösterdi. Özellikle İkinci Dünya Savaşı´ndan sonra bağımsızlık hareketlerinin ortaya çıkmasıyla Asya ve Afrika ülkelerinde sosyalizm ile birlikte güçlendi.
stalin-hitler.jpg 36 369″ align=”left” />Milliyetçilik din, dil, toprak, menfaat birliği gibi faktörlerin tesiri altında ortak değerlere sahip olanların yakınlaşma duygusundan ve vakıasından kuvvet almakla birlikte bir ideoloji olarak millî devleti esas alır. Bu yüzden feodal beylikler, imparatorluklar, dinî birliğe dayalı toplumlar, kabile toplumları için milliyetçilik ideali diye bir şey sözkonusu olmamıştır.
Batıda milliyetçiliğin ortaya çıkışı kapitalizmin gelişmesiyle de yakından ilgilidir. Ticarî kapitalizmin doktrinini oluşturan Merkantalizm, devletlerin dış piyasalarda kendi lüccarıyla bütünleşmesini, bu da “millî şuurun” varlığını gerektirmiştir. Yine feodal toplumda Önemli olan din faktörünün Protestanlık ve Laisizm ile zayıflatılması içtimaî birliğin en önemli unsuru olarak vatan fikrinin güç kazanmasını sağladı. Kapitalizm Hıristiyanlığı kendi amaçları doğ rultusunda reforma tabi tuttu; Protestanlık bunun sonucudur. Yine Protestanlığın bir varyantı olan Püritenliğin XVII. yüzyıldan itibaren İngiliz milliyetçiliğinin temelini teşkil ettiği biliniyor. Tevrat ve Yahudi kültürünün bu yeni oluşumda büyük bir yeri vardır.
XVIII. yüzyıl, ülkelerinden sürülen veya buralardan kaçan kanundışı kişilerin yerleştiği Amerika´da milliyetçiliğin güçlendiği bir dönem oldu. Ferdiyetçiliği bayrak yapan hürriyete susamış bu insanlar T. Jefferson ve T. Paine gibi siyaset adamları ve ideologların fikirlerini rehber edindiler. Bu fikirler Fransız İhtİlali´nde de etkili oldu. Milliyetçiliği Avrupa´ya ve oradan da Osmanlı ülkesine kadar yayan Fransız İhtilali´dir.
İhtilalin ilk dönemlerinde milliyetçilik, mutlak monarşileri, dinî cemaatleri hedef olarak almış, buna bağlı olarak “hürriyet mücadelesi”ni vurgulamıştır. İnsan ve Vatandaşlık Hakları Beyannamesi´nde yer alan “hakimiyet hakkının millete ait oluşu” “millî hakimiyet” ilkesi bir yönüyle millet ve milliyetçilik kavramlarını güçlendirirken millî menfaatleri savunan ve aynı zamanda yöneticilerin halkın destek ve reyiyle seçilmelerine imkân sağlayan millî siyasî-idarî yapılara da yol açmıştır.
İhtilalin, hürriyet, eşitlik. (müsavat) ve kardeşlik (uhuvvet) sloganı ve İnsan Hakları Beyannamesi, liberalizm ve demokrasinin temelini oluştururken siyasî batılılaşma tarihîmizde önemli bir yere sahip oldular. Napolyon bu akımın Avrupa´da ilk ve etkili yayıcısıdır. Bu arada buna tepki olarak Alman milliyetçiliği doğdu. XIX. yüzyıl Batısında kapitalizmin getirdiği sosyal buhranlar sosyalizmle birlikte liberal ve demokratik ideallere bağlı milliyetçiliği geliştirirken Alman milliyetçiliği otoriter ve muhafazakâr bir temel üzerinde inkişaf etti ve gelişti.
XIX. yüzyılın sonlarında Avrupa´da hanedanlar çökerken milliyetçi akımlar Avusturya, Macaristan, Çekoslavakya, Yugoslavya gibi birçok devletin doğuşunda etkili oldu.
Milliyetçilik zaman içinde faşizm ve nazizme yol açarken komünizm gibi beynelmilelciliği esas alan bir rakip de kazandı.
Bununla beraber bağımsızlık hareketlerinde sosyalizm, hatta komünizm, milliyetçiliğin unsurlarından birini teşkil etti. Bazan ayrılıkçı hareketlerin benimsediği komünist düşünceler bu hareketlerin milliyetçiliğinden başka bir şey değildir. Yine Avrupa Topluluğu gibi beynelmilel bütünleşmelerin başarısızlığı milliyetçiliğe bağlanabileceği gibi komünist ülkeler arasındaki anlaşmazlıkların ve bölünmelerin temelinde de milliyetçilik vardır. Stalin, Tito, Enver Hoca ve Mao komünist olmakla beraber milliyetçi idiler, denebilir. Mao komünizminde milliyetçilik lafzen de bir düstur olmuştur.
Milliyetçilik hareketleri Osmanlı Devleti´nin yıkılış sebeplerinden biridir. Burada İlk milliyetçi adımlar müslüman olmayan azınlıklar tarafından atıldı. İktisadî yönden kaçakçılığın, fikrî yönden Fransız İhtilali´nin beslediği Rumlar, milliyetçilik akımına önderlik yaptılar ve ilk defa Yunanistan bağımsızlığını kazandı. Bulgarların ve Ermenilerin yürüttükleri milliyetçilik faaliyetleri yeni yeni doğmakta olan komünizmden kuvvet aldı. Hatta II. Abdülhamit döneminde Komünist manifesto Ermeniler tarafından Türkçeye tercüme edildi.
Müslüman unsurlardaki milliyetçi hareketler ise Batılı sömürgeciler, özellikle İngilizler tarafından oluşturulmuş ve kişkırtılmıştır. Arap milliyetçiliğine Hıristiyan Arapların önderlik yapması bu açıdan sebepsiz değildir. Bütün İslâm ülkelerini ve Osmanlı Devleti´ni etkileyen bu hareketlerde “azınlık kategorisi” ile “bağımsızlık kategorisi” öne çıkmıştır. Kendilerini içinde yaşadıkları siyasî yapıdan ayırdetmek, geçmişi canlandırmak, etnik kökleri vurgulamak, millî dillere-kültürlere ağırlık vermek bu kategorilerin en belirgin yönleridir.
Tanzimat´tan Mütareke yıllarına gelinceye kadar Osmanlı Devleti´nin uyguladığı siyasalar aslında yeni bir millet/miliiyet anlayışı belirginleştirmek ve etkili kılmak uğruna geliştirilmiştir. Osmanlıcılık (ittihad-ı anâsır: panottomanizm) müslim-gayrimüslim, Türk- gayrı-türk unsurları içine alan birleştiren bir millet anlayışını öne çıkardı, islamcılık (ittihad-ı İslâm: panislamizm) Türk – gayrıtürk bütün müslümanlardan oluşan bir milliyet düşüncesini geliştirdi. Türkçülük (ittihad-ı etrak: pantürkizm) ise yalnız Türklere yaslanan bir milliyet hareketini ifade etti.
Burada birkaç noktaya dikkat çekmek gerekiyor:
1. Üzerinde durulan tarih kesitinde millet ve milliyet(çilik) kavramları hem muhteva hem de insan unsuru olarak gittikçe daralan bir karakter taşımaktadır,
2. Siyasallara paralel olarak gelişen ve birbirini takip eden üç hareket de esas itibariyle gittikçe yükseliş gösteren millet/milliyetçilik düşüncesine bütünüyle yabancı ve karşı değildir. Bir başka ifade ile her hareket milliyetçiliği kendine doğru çekerek kendisinin çizdiği belli bir alana hapsetme, gerilimi azaltma ve olumsuz neticelerinden kurtulma meyli göstermiştir. Neticede modern anlamda milliyetçiliğin, zamanın ve şartların da zorlamasıyla her üç hareketi aştığı söylenebilir.
3. Geniş coğrafyalara yayılan kültürleri, milletleri, devletleri aynı siyasî merkeze bağlama gayesi güden (bir bakıma süper devlet) “pan: ittihad hareketleri” başarısız olunca bugünkü anlamına daha yakın mîllî devlet anlayışı ağırlık kazanmıştır.
Dikkatten uzak tutulmaması gereken bir noktaya daha işaret etmek gerekiyor İslâm birliği (İttihad-ı îslâm) düşüncesinin yaygınlaşmasında ve buna paralel bîr siyasetin oluşturulmasında önemli roller üstlenen Cemalettin Efganî aynı zamanda îslâm ülkelerindeki millî hareketlerin de öncülerinden kabul edilmektedir. Hindistan, tran, Mısır, Osmanlı ülkesi gibi o dönemde müslümanlann yoğun olarak bulundukları bütün bölgelerde belli bir müddet kalan, bu bölgelerin ve devletlerin vakıalarını yakından tanıyan Efganî´nin böyle bir yönelişi benimsemesi sebepsiz değildi. Ona göre çoğu millî kurtuluş hareketlerini gerçekleştirmedikçe ittihad-ı İslâmın vücut bulma şansı yoktur. Çok geç de olsa İslâm ülkeleri istiklallerini şu veya bu ölçüde kazandılar, fakat ittihad-ı İslama imkân vermeyecek şartları da yanlarında taşımaya mahkûm oldular.
Bu asrın başlarına kadar Osmanlı ülkesinde millet ve milliyet kavramları, İslâm dini ve Osmanlı kültürü açısından müsbet anlamlara sahipti. Bunun en önemli sebebi millet kelimesiyle din kelimesinin eşanlamlı oluşları idi. Nitekim XIX. asrın ortalarından itibaren “nation” Osmanlıcaya “kavim” olarak aktarılmış, millet, din unsurunun belirleyici olduğu cemaatlar için kullanılmıştır. Bugünkü anlamda milliyetçilik için uzun yıllar “kavmiyetçilik”; ırkçılık anlamında ise “cinsiyet” geçmektedir.
II. Meşrutiyet devrini baştan aşağı kaplayan milliyetçilik tartışmaları, esas itibariyle milliyetçiliğin gittikçe Türkçülük – Turancılık çizgisine çekilmesinin bir sonucudur. Rusya´dan göç edip gelen Türk aydınlarla (Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu vb.) aslen Türk olmayan Osmanlı aydınlarının (bunlar arasında Moiz Kohen Tekinalp gibi Museviler de vardır) başı çektiği, ittihat ve Terakki iktidarının desteğine de sahip olan Türkçülük-Turancılık hareketi hem Osmanlıcıların hem de İslamcıların tenkitlerine muhatap oldu.
Osmanlıcılar (msl. Ali Kemal, Süleyman Nazif) daha çok Osmanlı birliğinin dağılması, Türk kültürünün Osmanlı Devleti içindeki gayrimüslim veya gayrıtürk müslim tebeanın katkılarından mahrum kalmayacağı, islâmiyet öncesi Türk kültürüne uzanmanın anlamsızlığı… gibi noktalarda tenkitler geliştiriyorlardı. İslamcılar ise -Osmanlıcıların tenkitlerini paylaşmanın yanında- milliyetçiliğin (kavmiyetin) İslama aykın bir düşünce ve siyaset olduğunu öne alarak harekete geçtiler. Bütün müslümanların kardeş olduğu, Arap, Türk, Acem vb. ayrımların ayet ve hadislere ters düştüğü, rüçhaniyetin ancak ´takva”da olacağı, Islâmiyetin asabiyeti yasakladığı, milliyetçiliğin müslüman ülkeler ve milletler arasında parçalanmalara, kopmaîara sebep olacağı, bu sebeple de Osmanlı-İslâm birliğinin bozulacağı gibi görüşler çok geniş ve yaygın bir şekilde ileri sürülmüş, tartışılmış ve savunulmuştur. (Ziya Gökalp´in 1913-14 yıllarında makale olarak yayınladığı ve 1918 yılında kitaplaşan Türkleşmek İslâmlaşmak Muasırlaşmak kitapçığı, adından da anlaşılacağı gibi bu ortamda uzlaştırıcı bir rol üstlenmek istemiştir. Gökalp´in “Türk milletindenim, İslâm ümmetindenim, Garp medeniyetindenim” deyişi de bunu gösterir. Fakat 1923´te yayınlanan kitabının adı yalnızca Türkçülüğün Esaslarıdır).
Milliyetçilik, Cumhuriyet Türkiyesi ideolojisinin de temelini oluşturdu. İslâm öncesi Türk tarihi ve kültürü ile batılılaşma veya “muasır medeniyet seviyesine ulaşma” arzusu bu milliyetçiliğin esasıdır. Türkiye topraklan böyle bir milliyetçiliğin coğrafyasıdır. Türk olduğunu ikrar eden herkes (gerçekte Türk olsun olmasın) Türk kabul edilir. Devrimler bu esaslar üzerine oturtulmuştur. Yine bu yüzden özellikle Osmanlı tecrübesi bu milliyetçilikte yer işgal etmez. Atatürk milliyetçiliği Osmanlı ümmetçiliğinin bir antitezi olarak görülmüştür. Kendine mahsus Osmanlı geleneği, Batının kendi şartları içinde oluşturup geliştirdiği bir milliyetçiliği ve millî hakimiyet görüşünü bünyesinde barındırmadığı için suçlanmış ve mahkûm edilmiştir. Bu çerçevede Türk milliyetçiliği cumhuriyetin kuruluşu ile başlatılmıştır. Bu resmi teze karşı, milliyetçiliği İslâm öncesi Türk tarihinin unsurlarından kaynaklandıran ırkçı-Turancı; doğu-batı sentezci; İslamcı-Anadolucu; milliyetçi-mukaddesatçı görüşler geliştirilmiştir (Nihal Atsız, Peyami Safa, Nurettin Topçu, Necip Fazıl Kısakürek bu görüşleri savunan insanların önde gelenleri olarak zikredilebilir).
SBA