Her zâhirin bir bâtını olduğunu; Kur’an ile hadislerin bâtınını kavramanın gerektiğini; bunun da masûm imam tarafından ve onun yolundan yürüyenlerce bilinebileceğini iddia eden fırkalara Bâtınıyye denilir, iddialarına göre nasıl yumurtanın işe yarayan kısmı kabuğu değil içi ise aynen bunun gibi Kur an’ın ve hadislerin de görünen ve ilk anda anlaşılan mânâsı değil, asıl bâtınî mânâsı değerlidir ve gereklidir. Bu iddianın sahibi fırkaların sayısı ve ismi çokiur. Fakat bunlan Cafer i Sadık’ın oğlu İsmail ve onun soyundan gelenlerin imametini kabul etmelerinden İsmailiyye veya hepsinin ortak metodu oian bâtın anlayışlarından dolayı Bâtıniyye adı altında incelemek mümkündür.
Bâtınîler günümüzdeki rnensuplarının farklı görünmelerine rağmen, İslâm tarihinde, ihtilâlci karakterleri ve faaliyetleri, son derece titiz hazırlanmış gizli teşkilâtlan, terörist hareketleri ile tanınmışlardır. Felsefi ve dinî görüşleri, tavırlan ve üç asırlık devletleri (Fâtımî hilafeti) ile derin tesirler bırakmışlardır. Abbasîler zamanından başlayarak İslâm ülkelerinde çıkardıklan bir çok kanşıklıklar ile idarecilerin bir numaralı gaileleri olmuşlardır. İnanç itibariyle sadece Ehl-i Sünnet’ten değil, İsnâ Aşerî (on iki imama) şiîlerden bile çok ayrılmışlardır.
Bâtınilerin her zaman bir başka davet tarzları. ve metodları, her dilde yeni bir inanç ve mezhepleri vardır. Çeşitli toplumlarda fikirlerini telkin etmek için o topîumiarca alışılmış olanlarla işe başlarlardı. Aynca dinî ve siyasî düşmanlığın tarafgirliği ile onlar hakkında yazılan yazıların farklılığını da düşününce hâlâ Bâtıniliğin ne olup olmadığının net olarak ortaya çıkartılmayışının sebebi anlaşılır. Yukardaki sebeplerin de tesiri ile Bâtınîler pek çok isimlerle anılırlar.
Bunların, belli başlıcarını şöylece sıralayabiliriz: Bunlara, Cafer-i Sadık’ın büyük oğlu İsmail’in imametine inandıklarından İsmailiy fatimiler.png” border=”0 ye, soylarının Hz. Fatma’ya dayandığını iddia edişlerinden Fâtımıyye, Fatımî Devletinin kurucusu Ubeydullah’a nisbetle Ubeydiyye denilir. Ayrıca Fâtımî halifelerinden Mustansır’dan sonra oğullarından Nizar’ın imametine inananlara Nizarîler veya Doğu İsmailileri denildiği gibi bunlan Mısır’dan alıp doğuda teşkilâtlandıran ve İran’da temsil eden meşhur Hasan Sabbah‘a izafetle Sabbahiyye yine onun fedai teşkilâtının kurucusu olmasından Fedâiyye, bu teşkilât elemanlarına naaş (esrar; içirdigi için Haşîşiyye (batı dillerine Assassine şeklinde girmiştir.) de denilir. Nizarîlere bu gün Hindistan’da genellikle Hocalar; Pencap’ta Şemsî veya Multanî, Nur Şahî, İmam Şahi, Suriye’de İsmailiyye; İran’da Âğa Han Mûridleri; Orta Asya’nın doğu bölgelerinde Mollalar veya Mevlâî isimleri verilir. Fatımî halifesi Mustansır’ın küçük oğlu Musta’li’ye bağlı olanlarına ve onlann devamına Mustaliyye veya Batı Ismailileri denilir. Bu gün bu koldan gelenler Bohoralar adıyla daha çok Hindistan’da bulunmaktadırlar. Yemen’de de bunların diğer kolları vardır. Kâinatı yedi gezegenin idare ettiğini, imamların ve peygamberlerin gelişinde yedili bir periyodun bulunduğunu iddia etmeleri, kısacası, olaylann açıklamasını kendilerinin ortaya koyduğu yedili sisteme göre yaptıklar, için bunlar Seb’iyye (yediciler) diye de bilinirler. Bâtın, her türlü sırlar, kısaca hakikat, masûm imamın öğretmesi ile bilinir tarzındaki iddialarından dolayı bunlara Talimiyye de denilir. Bir diğer isimleri Tevhidiyye‘dir. Bâtın metodunu benimsiyen Karmatîler ile Abbasî halifeleri Me’mun ve Mu’tasım zamanlarında isyan eden Babek’e bağlı olanları da Bâtıniyye grubundan sayılmışlardır.
Konunun Devamı İçin Diğer Sayfaya Geçiniz….
Kısa Tarihleri; Şiiler 148 h. (765 m.) de Ca’fer-i Sadık’ın ölümü üzerine imametin kime geçeceği konusunda ihtilâf ettiler. İsnâ Aşeriyye (on ikiciler) Musâ Kâzım’ın vasiyyet edildiğini savunurlarken İsmailiyye (Bâtınıyye) imamet ismail soyunundur, dediler. Üçüncü asrın (m.9.asır) ilk yarısında birdenbire ve ihtilâlci karakterde bir çok ülkede, ortaya çıkıveren Ismailiyye başlangıç tarihinden yani 148 h. (765 m.) den itibaren bir asırdan fazla bir “zamanı için pek bir şey bilinmiyor. Üçüncü h. (9. m.) asırda İsmailiyye islâm dünyasının bir çok bölgesinde propagandacılarının yoğun faaliyetleri ile gizli olarak yayılan ihtilâlci bir organizasyon olarak görülür. îkiyüz altmışlı (m. 8701i) yıllarda Hamdan el-Karmat’in Kûfe ve Basra bölgesinde başarı kazanmasını Fars, Rey, Horasan, Mâverâünnehr ile Sicistân’daki propaganda lar takip eti. Yine aynı yıllarda Yemen’de iki meşhur propagandacılarının başarısı ortaya çıktı. Oradan Sind bölgesine sıçradılar. Kuzey Afrika’da ise Ebû Abdullah eş-Şii 280 h.(893 m.) deki başarısı ile Fatımî Devletinin temelini atmş oluyordu. Bütün bu hareketlerin tek bir merkezden idare edilip edemediği bu gün hâlâ münakaşa konusudur. İlk Fatımi halifesi Ubeydullah el-Mehdî Suriye’nin Selemye köyünde Mehdî olarak ortaya çıktığında başta Bahreyn Karmatîleri olmak üzere diğer gruplar arasında kaynaşmalar oldu. Bu ilk yıllarda ihtilâlin liderleri bütün ihtilâllerde görüldüğü şekilde birbirlerine düştüler. Buna rağmen Fâtımî Devleti asıl gücü ve otoriteyi temsil ediyordu. İsmailî propagandacılar devlet imkânı ile de güçlenerek İslâm ülkelerinin her yanında büyük basanlar elde ettiler. Bu faaliyetlerin sonunda iş o noktaya vardı ki Tuğrul Bey’in Bağdad’a girmesinden önce Sünnî halifelik merkezinde bile Fâtımî halifesi adına hutbe okunduğu oldu.
Fâtımî Devletinde ilk büyük parçalanma 408 h. (m.1017) de Hâkim-biemrillâh’ın ilâh olduğu yolundaki iddia ile ortaya çıktı. Büyük dâî (propagandacı)lerden Hamzab. Ali’nin bayraktarlığını yaptığı bu hareket 411 h. (1020m.)de Hâkim’in ölümü ile Mısır’da tutunamadı ve Hamza’nın taraftarlan Lübnan’a, Suriye dağlanna çekilerek Dürzî grubunu oluşturdular. Karmatîler ve Dürzülerin baş çekmesinden sonra daha büyük parçalanma 487 h. (1094 m.) de el-Mustansır’ın ölümü ile ortaya çıktı ve halife Mustansır’ın oğlu Nizar taraftarları Hasan Sabah’ın liderliğinde Doğu İsmailîği‘ni kurdular. Hasan Sabbah’ın kurduğu feda teşkilâtı kartal yuvasını andıran kal’alarından 652 h. (1254 m.) senesinde Hülâgû tarafından yuvaları dağıtılıncaya kadar terörist eylemlerine devam etti. Fedailer dehşet saçıp durdular. Pek çok âlim, büyük devlet adamı ve lideri öldürdüler. Hülâgu’nun istilâsıyla, İran, Pamir, Afganistan ve Hindistan’a dağılan bu grubun devamı bu gün Ağa Han İsmailileri adıyla anılmaktadır. Daha çok Hindistanda, Avrupa, Afrika ve Amerika’nın bazı yerlerinde sosyal ve iktisadî teşkilâtları ile mensuplannın kültür ve refahını geliştirmeye önem veren bir faaliyet içinde görülmektedirler. Şu andaki liderleri Kerim Ağa Han’dır.
Muntansır’ın diğer oğlu Musta’lî taraftarları ise Mısır’da Fatımî Devletini devam ettirdiler. Bunların iktidarlarına, Haçlılarla yardımlaşmalarına rağmen, Selâhaddin el-Eyyûbî 567 h. (1171 m.) de son verdi. Bunlar da günümüzde varlıklarını Yemen’de Süleymâniler, Hindistan’da Tayyibîler veya Bohorar adıyla sürdürmektedirler.
Bâtınî anlayışın kökü, Eski İran ve Hind kaynaklı, bir kimsenin ruhunun bir başkasının cesedine girmesi, başka birinde yaşaması demek olan tenâsüh ve hulûl inancına kadar gider. Bâtınî yorumun en önemli özelliklerinden birisi sembolizmdir.Buna göre sayılar ve harflerin, tabirlerin hattâ kelimelerin farklı yorumlarını yapmışlardı. Lügat mânâsı ile hiç alâkası olmayan iddialar ortaya atmışlardır. Meselâ Kur’an’da geçen zalûm (çok zalim), cehûl (çok cahil) kelimelerinin Hz.Ebû Bekir’in sembolü; yine Kur’an’da geçen şeytan kelimesinin de Hz. Ömer’i anlatmakta olduğunu ileri sürmüşlerdir. Yine bunlardan bazılarının iddialanna göre Cennet dünya nimetlerini, Cehennem de dünyada insanlann çektikleri sıkıntılan sembolize etmektedir.
Bunlara göre, imam zatından gelen bir ismet sıfatıyla masûmdur, hatadan korunmuştur. Kur’an ve hadislerin gerçek sırrı insanlar tarafından ancak hüccet, hudud tabir edilen ve imamın talimi ile bâtını sırları anlayanlar vasıtasıyla anlaşılabilir ki bu yetişmiş din büyükleri de sonradan kazanılmış ismet sıfatıyla muttasıftırlar, masûmdurlar. Verdikleri bilgiler tartışılmaz. Bu bakımdan gerek imamlara, gerek teşkilâtlannda bulunan bu insanlara inanmak da dinî inanç esaslarındandır. Şimdi onlann tevillerinden (yorum) bir kaç misâl verelim: Onlara göre oruç, sırları saklamaktır. Zekât, kendi mezheplerinden olanlara bilgiler aktarmaktır. Haramlarla ilgili bazı tevilleri de şöyledir: Onlara göre yenmesi haram kılınan laşe’den maksad zâhirdir. Çünkü bâtını olmayan zâhir, ruhsuz beden gibidir. Yine onlara göre, zina sırları ifşa etmekten ibarettir. “Sana yakın gelinceye kadar (ölünceye kadar) Rabbına kulluk et” (Hicr,15/99) âyetini şöyle yorumlarlar. Ayette geçen yakın gelinceye kadardan maksad ibadetin gerçek mânâsını öğrenmek demektir ki buna göre ibadetin mânâsını öğrenmiş bir kimse için dinî mecburiyetlerin ortadan kalkacağı ortaya çıkar. Harflerin tevili ve onlara uygun mânâlar bulmak da en çok üzerinde durduklan hususlardandır. Bir misâl verelim: Muhammed’in harflerinin şekli insanoğluna benzer ve delâlet eder. Çünkü insanın başı Muhammed’in mîmine, iki tarafa uzatılmış kolları ha’ya, bel kısmı mîm’e ve iki bacaklanda dâl’e benzemektedir. Diğer yırtıcı hayvanlar ve kuşlar hakkında da benzer tevillerde bulunurlar.
Bâtınîlerin en önemli özelliklerinden biri de davet tarzları ve teşkilâtlarıdır. Mezhebe davetleri fevkalâde gizli yürütülürdü. Kademe kademe ilerleyen bir metod uygulanırdı. Çünkü bu tevilleriyle onlar İslâm dininin bilinen şekliyle bütün esaslarını ortadan kaldırmaya yönelik gibi görünmektedirler. Bu bakımdan inançlarını rastgele herkese, açıkça telkine çalışmazlardı. İki türlü propagandadan (dâî-misyoner) vardı. Mükellebdâî (av tutmağa alıştırılmış köpek), mezun dâî (mezhebi anlatmaya izinli). Mezheplerine yatkın, kişileri mükellebdâiler tesbit eder. Bir sene ahvalini, meylini ve sabrını iyice tetkik edip, telkinlerde bulunurlardı. Kendisinden iyice emin olduktan sonra mezun dâî ona derece derece bâtını mânâları öğretirdi. Nihayet bu adamdan tamamen emin olunup bütün sırların verilmesinden sonra kendisinden teklifin, yani haram helâl’in kaldırıldığı bildirilir ve mezhebin tam mensubu olurdu. Bu tedrici öğretim önceleri yedi, sonraları dokuz derecede organize edilmişti. Bâtınîlerin bu inanç ve iddiaları uzun mücadelelerden ve bilhassa Fatımî Devleti’nin ortadan kaldırılmasından ve Moğol istilâsından sonra halk içindeki yıkıcı tesirini büyük çapta kaybetmiştir. Bununla beraber Hurufîlik, Revşenîlik, Babîlik gibi sonraki cereyanlar üzerindeki derin tesirleri son derece açıktır. Ayrıca şeriatın hükümlerini yerine getirmeye halkın mecbur olduğu, çünkü onlann sadece zahiri anlayabileceklerini, halbuki havassın yani kendi tarikatlannda ilerlemiş olanlann şeriat hükümleriyle bağlı olmadıklannı iddia edenlerde bâtını” mezhebine mensup mutasavvıflardı. Dinin bütününü kabul eden tasavvuf erbabı ile alâkaları yoktur. (A.İLHAN)