Teslis
Arapça bir kelime olup, sözcük anlamıyla ‘üçleme’ demektir. Hz. îsa’dan sonra tahrif edilmiş, yani aslî şeklinden uzaklaştırılmış Hıristiyanlığın temel inanç esası olarak, baba Allah, oğul İsa ve ikisi arasında Ruhu’l-Kudüs’ten oluşan üçlü ‘tanrı’ inancını ifade için kullanılmaktadır.
İslâm’ın bir peygamberi olarak Hz. İsa da tüm diğer nebî ve resuller gibi Tevhîd’i, yani tek Allah inancını tebliğ etmiş ve bu uğurda mücahede vermiştir. Kur’an’da oldukça açık olan bu gerçek, aslında Kilise’ce kabul edilen ve adına Kanonik İnciller denilen Matta, Luka, Markos ve Yuhanna Incilleri’nde de açıktır. (Kur’an-ı Kerim, Nisa, 171-2; Maide,17, 72-3, 117) Matta, 4:10, 12:25,27:46, Luka, 4:8, Markos, 12:28-30,
Yuhanna, 13:20, ayrıca, Resullerin İşleri, 4:12-13, 4:22, Yakub’un Mektubu, 2:19, 4:12,14-15.) Fakat, daha sonra bir yandan özellikle Neron, Tragan, Disius ve Dekildianus (Dekyanus) gibi Roma imparatorları zamanında Hıristiyanlar’a yapılan korkunç işkence ve zulümler, öte yandan Hıristiyanlığın Yunan felsefesi, İskenderiye ekolü ve İran dinleri gibi şirke bulaşmış inanç, felsefe ve düşünce ekolleriyle temasa geçmesi ve geniş bölgelere yayılması bu dinin inanç sistemine kadar etkide bulundu. Malûmdur ki, Allah’ın Dini basit bir inanç sistemi olmayıp, insan hayatını her yönden kuşatıcı bir özelliğe sahiptir ve özellikle adına Şeriat denilen, bugünkü tabiriyle hukuk sistemi tekerleğe benzetilen dinin merkez ve çubuklarını koruyan çerçeve niteliğindedir. Hz. Isa da, bir yandan mücadelesini Şeriatın tam anlamıyla yaşanması için zihin, akide, ihlâs, iman ve amel noktasında verirken, bir yandan da, Şeriat’ı ve peygamberliği yıkmak için değil, o günkü şartlara göre tamamlamak için geldiğini ilân etmekten geri durmuyordu. (Matta: 5. bab) Fakat, tarihî olumsuz şartlara eklenen bir takım ferdî ihtiraslar ve fesat komiteleri, Hz. İsa’nın dupduru Tevhid akidesini çok geçmeden bulandırdı ve temellerinden sarsmaktan geri kalmadı. Özellikle Pavlos eliyle Şeriat’ından koparılan İsa’nın Dini, pek çok araştırmacı tarafından kabul edildiği üzere, İskenderiye’deki Neo-Platonizm ekolüyle de temasa geçti. Bu ekolün kurucusu olan Plotinus, İskenderiye mektebinde tahsil gördükten sonra İran’a ve Hindistan’a seferler yapıp, Hind mistisizminin kaynaklarını ve bu arada Budizm’i inceleme imkânı bulmuştu. Ayrıca, Brahmanistlerin Krişna (Hinduizm’de tanrı Vişnu’nun, bir erkekle kadın arasında cinsel ilişki olmadan yeryüzünde aldığı insan şekline verilen ad) ile ilgili görüşlerini de tanımış ve Hind dinleri hakkında geniş bilgi edinmişti. Hind dinlerinden Budizm’de, Buda’nnı üç bedeni diye bilinen Trikaya öğretisi vardır. Bu öğretiye göre, Buda’nın birinci bedeni, varlığı ve yokluğu içine alan ve tüm Kâinat’ı kapsayan mutlak düzlemde kişileşmemiş Dharmakaya’dır. Semavî katmanlarda ya da varoluşun dünyevî varoluşa göre daha ince ve daha ruhanî katmanlarında kişileşen Sambhogakaya, Semavî Buda’nın ikinci bedeni, daha doğrusu bir nevî kendinde tezahürüdür. Gotama Buda ise, dünyayı temizlemek, insanı kurtarmak ve insanlara yol göstermek için ‘tanrı’ Buda’nın insan şeklinde aldığı bedendir. Bu Budist kabulle Plotinus’un üçlü varoluş görüşü birbirine hayli yakındır. Plotinus’a göre, kâinat üç unsurun denetimi ve gözetimi altındadır.
Allah, kâinat’ın yoktan var edicisi olarak her şeyin kaynağıdır; bütün eşya neticede O’na döner ve o eşyanın sıfatlarından hiçbiriyle sıfatlandırılamaz. O hiç bir şeye muhtaç olmayıp, varlığı Kendindendir ve zorunludur, îşte bu ilk Varedici’den Akıl sadır olmuş (emanation)tur. Aklın Tanrı’dan süduru, bir doğum gibidir ve üretici gücü olan akıldan da ruh doğmuştur. Ruhlar aslında birdir ve bütün ruhlar bu ilk ruhu arar.
İşte, Hristiyanlik yayılma ve sindirilme döneminde Kâinat’ı ilk var edici güç, bu güçten doğan akıl ve her türlü canlıyla bağlantılı olan ve her canlıya hayat veren ruh olmak üzere üç unsura ayıran Neo-Platonizm’den etkilenmiş olsa gerektir. Bu üçlü, en nihayet Hıristiyanlık’ta baba olarak Allah, oğul (akıl) olarak İsa ve ruh olarak da Ruhu’l-Kudüs şeklinde üçlü bir tanrı imaj ve inancına yol açmıştır. Bunda, bir takım üstün vasıflı kişilere karşı duyulan aşın sevginin daha da aşın noktalara kaydırılıp mücerred planda tutulamaması ve müşahhaslaştırma eğiliminin yanısıra, herhalde bir takım politik endişeler de rol oynamıştır denilebilir. M.S. 325 yılında iznik’te Hıristiyanlık inancını tesbit ve geçerli încilleri belirleme için 2040 kişinin katılmasıyla toplanan konsül, “Allah’ın oğlu olarak İsa’nın var olmadığı bir zamanın bulunduğunu, Meryem’den doğmadan önce mevcud olmadığını veya hiç yokken meydana geldiğini veya oğulun babanın cevherinden ayrı bîr cevherden veya maddeden yaratıldığını ve oğulun değişebileceğini ya da yaratılmış olduğunu ileri sürenleri aforoz eder” şeklinde aldığı bir kararla, Teslis inancını resmî inanç haline getirmiştir. Buna rağmen, özellikle Kuzey Afrika’da manastırlarda yaşayan ve teslis inancını kesinlikle reddedip, Tevhid’e inanan keşişler (kissîsîn) ve Hristiyanlar her zaman var olmuştur.
Teslis inancında, bir bakıma yaratılışın Bir’den çokluğa uzanması konusunda, yani bîr olan Allah’ın değişmeden kesret (çokluk) sergileyen Kâinat’ı nasıl yarattığı şeklindeki felsefî tartışmaların da etkisi olsa gerektir. Mutlak kâmil olan Allah’ın kâmil olmayan eşyayı yaratmasında arada aracı prensipler olarak oğul ve ruh konmuş olabilir. Fakat, güya kâmil zattan zorunlu olarak kâmil bir tabiat doğamayacağından, oğul ve ruh da babaya eşittir. Ama, bu bir noktada bütün eşyayı da kâmil kabul etmeye götürür ki, Hıristiyanlık bunu kabul etmez.
Teslis inancında, pek çok çelişkiler olduğu gibi, Hıristiyanlığa göre, doğuştan günahkâr olan bütün insanların günahını, daha doğrusu Hz. Adem’in ilk günahını temizlemek için Oğul’un kendini feda ettiği ve dünyaya gönderildiği iddiası da vardır ki, bir Tanrı’nın nasıl çarmıha gerilip can vereceği aklın alacağı şey değildir. Ayrıca, doğuran (baba) ve doğan (oğul) ezelî olamayacağı gibi ebedî de olamaz; çünkü, doğurmak ve doğmak değişimi, sonradan olmayı, parçalardan oluşmayı ve ölümü de kendiliğinden beraberinde getirir; bu ise, Allah, hattâ putperestlerin kabul ettiği sözde ‘tanrılar’ hakkında bile düşünülemez. Kaldı ki, Kilise’nin kabul ettiği înciller’de geçen baba ve oğul ifade ve ilişkileri de hiç bir zaman teslis inancına yol açacak şekilde değildir.
ALİ ÜNAL – SBA