Türkiye’de Solculuk
sefik_hsn.jpg 29 181
Osmanlı İmparatorluğu dönemi içinde, kimliklerini açıkça onaya koyan ilk sosyalistler, 1908 Meclis-i Mebusan’ında görülür. Bunlar, merkezi Selanik’te olan Federal Halk Partisi temsilcilerinden, Dimitri Vlahof ve Zohrap Efendi’lerdi ve kendilerini sosyal adaletçi, sosyalist olarak tanıtmaktaydılar. 1908 Meclis-i Mebusan’ında ortaya çıkan bu sosyalist fikirlilerin bir parti kimliği altında toplanması ise, 1910’da gazeteci Hüseyin Hilmi’nin Osmanlı Sosyalist Fırkası’nı kurması ile gerçekleşmiştir. Meclis-i Mebusan’ın kapatılışı ile birlikte bu teşkilatlanma da yeraltına kaymıştır. 1918’de Dr, Hasan Rıza Sosyalist Demokrat Fırkayı kurmuşsa da bu parti önemli bir etkinlikte bulunamamış ve bunu 1919’da Dr. Şefik Hüsnü’nün (Değmer) kurduğu Türkiye îşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası izlemiştir. Aynı yıl Hüseyin Hilmi’nin bu sefer de Türkiye Sosyalist Fırkası denilen yeni bir teşkilatlanmaya giriştiği göze çarpmaktadır. 1919’da yapılan seçimlerde ise, yalnızca Dr. Şefik Hüsnü’nün partisi istanbul’dan 3 kişiyi Meclis-i Mebusan’a sokmayı başarmıştır. Meclise atılan bu adım yeni sosyalist partilerin kurulmasını teşvik etmişse de bunlar siyasal hayatta söz sahibi olamamışlardır.
Cumhuriyet kurulduktan sonra Anadolu’daki sol akımlar tasfiye edilmiş olmasına karşılık, Dr. Şefik Hüsnü’nün kurduğu Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası 1923 yılı sonuna kadar çeşitli kesintilerle varlığını sürdürebilmiştir. Bu parti 1920’de Bakü’de kurulan yasa dışı Türkiye Komünist Partisi’nin İstanbul’daki faaliyetlerini yürüten Aydınlık Dergisi çevresince destekleniyordu. Kurtuluş Savaşını birçok yazılarıyla desteklemiş olan Aydınlık çevresinin anlayışına göre, yapılan siyasal devrim, ortak üretim ve mülkiyete dayalı bir toplumsal devrimle tamamlanmalıdır. Ankara Hükümeti bu çevrenin gözünde mücadele edilmesi gereken bir “burjuva hükümeti” değildir. Asıl mücadele yabancı kapitalistlere ve onların güdümündeki yerli eşrafa ve zenginlere karşı verilmelidir. Çünkü, endüstrileşme düzeyine bağlı olarak, sınıflar arası farklılaşma, çatışma yaratacak düzeye gelmemiştir. Ankara hükümetini bir çeşit “halk hükümeti” olarak gören Aydınlık çevresi, 1924’de toplanan Komintern’in 5. Kongresinde, milli kapitalizmle işbirliğine yatkın olmasından dolaya oldukça eleştirilmiştir.
Şeyh Sait Ayaklanması dolayısıyla başlatılan Takrir-i Sükûn döneminde tüm muhalefet odakları gibi sosyalizm de bastırılarak yeraltına itilmiştir. Yasa dışı TKP’nin 1929’da programım değiştirerek Komintern çizgisine yaklaştığı görülmektedir. Ancak, 1935’te, Komintern’in Yedinci Kongresinde faşizme karşı bütün dünyada demokratik halk cepheleri açılmasına karar verilmesinden önce TKP’nin “burjuvazi”den ziyade öncelikle kendi içindeki düşünce ayrılıkları ile uğraştığı da bir gerçektir.
II. Dünya Savaşı sırasında tek parti iktidarının karşıt güçler arasında denge kurmaya yönelik politikası sonucu sol akımlara da daha hoşgörü ile bakılmış ve bunların kamuoyuna çıkmasına izin verilmiştir.
Türkiye’nin 1946’da çok partili hayata geçişi ise, sol partilerin kaderini pek fazla değiştirmemesine karşılık, bu dönemde 9 tane sol parti kurma girişiminde bulunulmuştur. 1946’da kurulan Türkiye Sosyalist Partisi ile Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi kısa sürede sıkıyönetim kararıyla kapatılmıştır. Önemli bir etkinlik gösteremeyen diğer 7 parti ise şunlardır: Türkiye İşçi ve Çiftçi Partisi, Türkiye Sosyalist İşçi Partisi, Liberal Sosyalist Partisi, Ergenekon Köylü ve İşçi Partisi, Türk Sosyal Demokrat Partisi, Sosyal Adalet Partisi, Çiftçi ve Köylü Partisi. Demokratik Parti iktidarının ilk yıllarında sol aydınlar yoğun tutuklamalarla karşılaşmışlardır. Bunun, Batı dünyasına Türkiye’nin bir komünizm tehlikesi ile karşı karşıya bulunduğunu göstermek ve böylelikle dış yardım almak gibi bir amacı gütmüş olduğu da düşünülebilir.
Soğuk savaş yılları, sol aydınların dikkatlerini dış politikaya yöneltmeleri açısından önemlidir. Bu dönemde ortaya çıkan örgütlerden biri, 1950’de istanbul’da kurulan “Türk Barışseverler Cemiyeti”dir. Başkanlığını Behice Boran’ın yaptığı bu dernek, Türkiye’nin Kore’ye asker göndermesini ve NATO’ya girmek istemesini kınamasıyla dikkat çekmiştir.
1950’de kurulan tek yasal sosyalist parti eski TKP’li Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın Vatan Partisi’dir ve bu da adli kovuşturmaya uğratılarak kapatılmıştır. Yurt dışında üslenen TKP ise 1950’lerin başında büyük tasfiyeler yaşadıktan sonra yeniden canlanmış ve Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin sadık bir izleyicisi olma yoluna girmiştir.
1961 Anayasası’yla da sol üzerindeki yasal kısıtlamalar devam etmesine karşılık yine de solun daha önce görülmeyen bir örgütlenme özgürlüğüne kavuştuğu da açıktır. Bu dönemde kurulan Türkiye İşçi Partisi (TİP) farklı muhalefet potansiyellerini birleştiren ortak bir platform olarak ortaya çıkmıştır. Ancak, 1965-1969 döneminde bu beraberlik bozularak, sol kendi içinde iki ayn kanada bölünmüştür. Bunlardan TKP geleneğinden gelen eski solcuların görüşlerine göre, Türkiye, yeterince sınıflaşmış bir toplumdu ve partinin amacı proleteryayı bilinçlendirmek ve politize etmek olmalıydı. TİP’i eleştiren kesimin inanışına göre ise, parti sınıfsal bir yaklaşımı benimseyemezdi, çünkü Türkiye’de proleterya henüz yeterince gelişmemişti, ülke henüz milli bir demokratik devrim aşamasındaydı. Bu mücadelede Öncülüğü “asker-sivil aydın zümre” üstlenmeliydi.
aybar-b.jpg 4 129 1968 yılında Sovyetler Birliği’nin Çekoslovakya’yı işgali sol içindeki bölünmeyi keskinleştirdi. TKP geleneğinden gelen eski sol SSCB’nin eylemini onaylarken, TKP işgali kınadı ve Genel Başkan Mehmet Ali Aybar yeni bir sosyalizm formülasyonuna yöneldi. Sadun Aren, Behice Boran ve Nihat Sargın gibi ileri gelen partililerin, işgalin kınanmasını dozunda tutmak istekleri sonucu zaten var olan ayrılıklar keskinleşti ve parti kendi içinde bölünerek giderek zayıfladı. Öte yandan, yine 1968 yılının ikinci önemli olayı olan gençlik direnişleri de Türkiye’de yankısını buldu. İşçi sınıfını çıkış noktası yapan TİP üniversite işgallerini kınarken, Milli Demokratik Devrim grubu öğrencileri destekledi.
1965-1969 yıllan arasında sosyalist oylarda beklenen artış gerçekleşmemiş ve soldaki bölünmeler devam etmiştir. TKP, Aybar’ın sınıf sorununun ötesinde bir “Özgürlük sorunu”na yönelmesıyle kendi içinde parçalanırken, Milli Demokratik Devrim savunucuları da bütünlüğünü koruyamayıp farklı gruplara ayrıldı.
Türkiye’deki sol hareketin 1970’lerin ortalarına kadar gösterdiği genel Özelliklere bakılırsa, soldaki herhangi bir partinin veya kadronun işçi kitlesinin güvenini tam anlamıyla kazanamadığı görülür. 1960’lann ortalarında “ortanın solu” tezini benimseyen CHP’nİn hiçbir zaman işçilerin partisi kimliğine bürünememesi yanında, proleteryayı bilinçlendirmek ve politize etmek hedefini güden TİP de siyasal bir parti olmaktan ziyade sendikal bir örgüt olarak işçilere sesini duyurmuştur, öte yandan, sol görüşler özellikle gençlik kesimini etkilemiş, onun kısa surede aşın politize olmasına yol açmıştır. Türkiye’deki sosyalist akıma özgü bir diğer özellik, Sovyetler ve Çin gibi farklı merkezlerin etkisini taşıması ve kendi içinde oldukça parçalanmış oluşudur. 1968 Baharıyla 1970 ortalarına kadar Türkiye’de dünyada bilinen tüm devrimci stratejiler ve örgütlenme modelleri (kimi zaman da birbirleriyle oldukça çelişkili bileşimler halinde) uygulanma alanı bulmuştur. 12 Mart dönemi ise özellikle gerilla faaliyetleriyle mücadeleye girişen örgütler açısından ağır bir yenilgiyle sonuçlanmıştır.
1975-80 arası dönemin 12 Mart öncesi dönemden başlıca farklılığı parlamenter sosyalizmin uzak bir hedef haline gelmesiyle sol gruplar arasındaki yöntem tartışmasının yoğunluğunu yitirmesi ve sol grupların bütün ilgisinin aşırı milliyetçi hareket üzerinde toplanmasıdır. Ancak, irili ufaklı gruplara ve örgütlere ayrılan sol hareket içindeki sol içi iktidar mücadelesi bu dönemde de etkinliğini korumuştur.
SBA