Allah Teala’ın Varlığının Delilleri
Allah’ın varlığı duygularla idrâk edilemez. Bundan ötürü O’nun varlığını elle tutulur, gözle görülür hale getirmek söz konusu olamaz. Fakat Allah, duyularla idrâk edilemez, demek. O’nun varlığının akılla bilinememesi veya akla aykın olduğu manasına gelmez. Bizde sevgi, nefret, iştiyak, inad gibi birçok duygu vardır ki onların mahiyetlerini idrâk edemiyoruz, ama varlıkları bedihîdir, ortadadır. Allah Teala’nın varlığı da bedihîdir. Bilimlerdeki aksiyomlar kabilindendir. Aksiyom nasıl çıkış noktasını oluşturur ve ispatlanmaya ihtiyacı olmazsa bu muazzam kâinatı var eden ve saymaya gelmez yaratıcı faaliyet eserleriyle dolduran Yaradan’ın varlığı da öyledir. O, zuhurunun şiddetinden gizlidir. Çok kuvvetli ışığın göz kamaştırması, bakılamadığı için, o ışık kaynağının görülememesi gibi, bu derecedeki zuhur, O’nun varlığına âdeta perde olmuştur. Biz insanlar bütün hakikatlerin tam bir açıklıkla gösterilmediği bu imtihan dünyasında, hemen her hususta bedihî şeylerden hareket ederiz. Teslimiyet gösteririz; Hatta doktorun reçetesini, ilaçların terkip tarzlarını bilmeksizin uygular, mühendis olmaksızın statik hesapları, ilgili projeleri incelemeksizin binalarda otururuz. Uçuş teknolojisini iyice öğrenmeden uçağa binmem, demeyiz, işimizi yapmaya bakar, maksada nail oluruz, işte Allah’a iman da böyle bir bedahettir, insanlar bu inançta kendi faydalarına, akıllarına, ahlaklarına uymayan hiçbir taraf görmez, tam bir huzur içide fikrî, ahlakî ve içtimaî hayatlarını sürdürürler. Fakat asıl problemler, akla aykırılıklar, mutsuzluklar Allah’ın varlığını inkâr etmek halinde ortaya çıkar. Bu meselede, zilyediik iman tarafının elindedir. Zira bütün çağlarda ve bütün mekânlarda insanların Yüce Yaratıcı’yı kabul ettikleri kesin olarak meydandadır (O’nun sıfatlan konusunda toplumlann ihtilaflarının meselenin aslına zaran yoktur). İnkâr hep arızî ve binde birden daha az nisbette bulunmakla natlir olmuştur. Nadir olan ise, yok hükmündedir. Şu halde asıl ispatlanması istenecek olan iddia, İnkâr düşüncesidir. Aklın düşünme kurallarından biri olarak bir şeyin varlığını ispat kolaydır, bir iki karîne ve delil ile kanaat getirilir. Mesela, Hindistan cevizi ağacının var olduğunu iddia eden bir kimse “meyveleri süt konserveleri gibi olan bu ağaç yeryüzünde vardır. Bunun delili de işte bazı meyvelerini taşıyan şu daldır” diye göstermekle davasını ispat eder. Fakat dünyada böyle bir ağacın bulunmadığını iddia eden kimse, yeryüzünü karış karış dolaşıp bulunmadığını tespit etmediği müddetçe iddiasını ispatlayamaz. iddiası aklen geçerli olamaz. Karış karış dolaşmak ise, imkânsız denecek derecede zordur. Onun içindir ki, bir mantık kuralı olarak “Mutlak yokluk (nefy) ispatlanamaz” denilmiştir. Mesela ahireti inkâr da böyledir. Geçmiş ve gelecek bütün zamanları elekten geçirmeden, aklen geçerli olmak kaydıyla, hiç kimse çıkıp “ahiret hayatı yoktur” diyemez. Objektif, dış dünya hakkında hüküm veremez. Onun en fazla yapabileceği iş kendi sübjektif köşesinde “Bana göre yoktur, ben inanmıyorum” demekten ibarettir. Varlığı kabul edenler, kendi dışlarında objektif dünyaya ait hüküm verdiklerinden, birbirlerine kuvvet verebilirler, sayılan arttıkça davaları kuvvet kazanır, işleri kolaylaşır. Bu durum, çok ağır bir yükü omuzlayanlann birbirlerine destek olarak onu kaldırmalarına benzer. Buna karşılık inkâr ve nefy (olumsuzluk) tarafını tutanlar, mantıken birbirlerine kuvvet veremezler. Her birinin kabul etmemesi kendilerine ait çeşitli şahsî sebeplere raci olur. Kimisi “gözlerim iyi görmüyor”, kimisi “aklım almıyor”, kimisi “benim bilgi imkânlarım, bana bunu düşündürüyor” demek mecburiyetindedirler. Yani dış dünyaya hükmedemeksizin “şahsî sebep” ileri sürmeye mecburdurlar. Bu ise başkası için geçerli bir kuvvet teşkil etmez. Bunların durumu, mesela çok dar bir delikten geçmeye mecbur kalanların durumu gibidir ki, ancak bir insanın sığacağı o delikten herkes tek tek geçme durumundadır, o işte başkasının faydası olamaz.
Alemi yaratan varlığa inanma, insanın yaratılışında mevcuttur. İnsanın zarurî olarak bildiği şeylerden biri de, her şeyin, onu meydana getiren bir sebebinin olduğu meselesidir. İnsan bu kâinatı müşahede edince, bunun tesadüfen meydana gelemiyeceğini düşünüp Yüce Yaratıcı’ya iman etmiştir. Bu hususta cahil, bilgin, çocuk, yaşlı müsavidir. Hatta insanlık arasında farklı bir görüş yoktur. Fakat insanlar bu Yaratıcı’nın sıfatları ve emirleri konusunda ihtilaf etmektedirler. Zira mesele sadece duyuların ve akılların verilerine kalsa, bu ihtilaf kaçınılmaz olacaktır. Bazıları O’nun ruhtan ibaret olup kendisini birtakım pulların temsil ettiğini, bazıları tabiat kuvvetlerinin temsil ettiğini düşünürler. Bazıları O’nun tek olup Arş’ı üzerinde oturduğunu, bazıları ise O’nun yeryüzünde yaşayan bazı insanların bedenlerine hülûl ettiğini düşünürler.
O’nun varlığını inkâr ve kâinatın ezelî olduğunu iddia edenler nazar-ı itibare alınmayacak derecede son derece azdırlar. Onlar her toplumda fikir ve din adamları ve geniş kitle tarafından reddilmişlerdir. İnsanların Allah’ın varlığı hakkında şüphe etmelerinin sebebi, O’nun aklî deliller ve nazarî kıyaslarla, zihnî bir suret olarak anlama ve tasavvur etme isteğidir. Fakat Allah Teala insanlann bildikleri hiçbir şey tarzında olmadığından, aklî muhakeme yürüten kimse O’nun hakkında hiçbir şey söyleyemeyip şaşırmaktadır. Bundandır ki, Allah Teala insanları kendi akıllarıyla başbaşa bırakmamış. Resullere vahyetmiş, buyruklarını göndererek insanlan irşad etmiştir. Varlığından insanlan haberdar etmiş, bir kısım sıfatlarını, fiillerini, tanıtmış, insanlığı mutlu kılacak hayat prensiplerini, fıtratlarına uygun hükümlerini bildirmiştir. Birçok defa iyileri himaye, zalim ve azgınları cezalandırmak üzere insanlık tarihine müdahale etmiştir. Bu sebepten, her işte işi ehlini ve uzmanını anyan insanlık, Allah’ı tanıma konusunda da başta Peygamberler olarak, onlann yolunda ve irşad halkasında olgunlaşan ilim ve fazilet sahiplerine müracaat etmelidir. Saati bozulan kimse kasaba, radyosu bozulan marangoza gitmezken din konusunda hiçbir tecrübesi olmayan tamamen maddeci bir düşünce içinde hapsolmuş kimselere gitmek, onların hükmüne güvenmek de kesinlikle yanlıştır.
İman hakikatlerini, aklın kavrayabileceği tarzda izah ve ispat etmeyi konu edinen Kelam ilmi uzmanları, Allah’ın varlığının birçok delilini ortaya koymuşlardır. Aslında -daha önce belirttiğimiz üzere- aşikâr olan bu gerçeğin ispata ihtiyacı olmadığı da söylenebilir. Fakat muarızlar tarafından ileri sürülen şüpheleri cevapsız bırakmamak ve şüpheye düşebilecek az nisbetteki müslümanların şüphelerini gidermek bir vazife olduğundan Kelam ilmi kurulup gelişmiştir. Şimdi Kelam ilminde Allah’ın varlığını ispat gayesine matuf olarak klasik hale gelmiş delillerden en meşhur bir kaç tanesini arzedelim:
Hüdûs delili: Alem hadistir, sonradan meydana gelmiştir. Zira hareket ve sükûn, birleşmek ve ayrılmak gibi değişen hadislere mahaldir. Hadis olan her şeyin ise elbette bir muhdisi (meydana getireni) vardır.
İmkân delili: Eşya mevcuttur. Varlık ya vaciptir, ya muhdes (sonradan varolmuştur. Muhdes olanın varlığı ve yokluğu müsavidir. Mümkin varlığın var olması için bir müreccihin bulunması gerekir. Ve bu müreccihler silsilesinin de bir yerde sona ermesi gerekir.
Razî’ye göre ise imkân delilinin izahı şöyledir: Mahiyetleri aynı olan cisimlerin her biri, cismin alabileceği her türlü sıfatı alabilir. Halbuki realitede her cisim grubunun belirli vasıflara sahib olduğunu görürüz. Demek cisme, kendisine mahsus sıfatları tahsis eden bir muhassıs (tahsis eden) vardır. Devr ve teselsül imkânsız olduğuna göre, o muhassıs da Vacibu’l-Vücud (varlığı zorunlu) olan Allah’dır. (Kelam ilminin önemli terimlerinden olan bu iki ıstılahı kısaca izah edelim. Devr: “Mümkin olan iki varlıktan her birinin, ötekinin var olması için illet teşkil etmesidir. Teselsül ise: “Hadislerin ve mümkünlerin birbirinin illeti (doğurucusu) olarak geriye doğru nihayetsiz devam etmesidir. Alemde her şey mümkindir. Mümkinin varlığını yokluğuna tercih edecek bir müreccihe, muhdise ihtiyaç vardır. Amma bu teselsül sona kadar devam edemez).
Gaye ve nizam delili: Alemde ince, dakik ve sağlam işleyen bir nizam vardır. Kâinatı dağılmaktan kurtarıp bir sistem halinde tutarak onu ayakla tutan, bu nizamdır. Faİde ve hikmetlerden bahseden bütün ayetler ve nizam fikrini verdirmek isterler. Beşeriyetin başlangıcından beri teşekkül eden bilim dallan, bu yüksek nizamın şahitleridir. Kâinatın her nev’ine dair birer fen (bilim disiplini) teşekkül etmiştir. Fen ise, külli kaidelerden, kanunlardan ibarettir. Her tarafta geçerli olan külli kaideler, nizamın son derece mükemmelliğine delalet eder. Şu halde her bir bilim ışıklı bir burhan olup, varlıklara takılan meyveler (arzında gaye ve semereleri göstermekle, Yaratıcı’nın kasd ve hikmetini ilan etmektedir. Böylece önümüzde arz-ı endam eden bu sistemler topluluğu hakkında üç ihtimal bulunabilir; ya ezelîdir veya sonradan kendiliğinden olmuştur yahut bir sanii (ustası) vardır. Alem hadisler sahnesi olduğuna göre, kadîm olma ihtimali ortadan kalkar. Evrenin bu mükemmeliyetiyle birlikte, kendi kendini yapmış olması da düşünülemez; zira âlem mevcut olan varlığını bile devam ettiremiyor. öyle ise ister islemez üçüncü Şıkkı kabul etmek kesinledir.
Bir başka deyişle kâinat, birbirine uygun sebep ve gayeler sistemi arzeder. Bu mükemmel durum ise ilmin ve aklın eseri olabilir. Öyleyse kâinat, âlim bir müessirin eseridir.
Kabât-i âmme delili: Yeryüzünde ırkları, ülkeleri, din, mezheb ve fikirleri farklı olan bütün insanlar, bütün zamanlarda hikmet sahibi bir Saniin varlığını itiraf etmektedirler.O her dilde anılmış ve her çağda melce’ olmuştur.
Fıtrî (Vicdanî) delil: İnsan vicdanı Allah’ın valığım kabul eder. Bazı filozoflar ve düşünürler, en çok bu delile itibar ederler. Her insan, ömründe mutlaka bu kabîl anlar yaşamıştır. Kalbinin derinliğinde Allah’ın varlığını hissettiği anlar olmuştur. Bu şahsî tecrübeyi her insan yaşamıştır. însanın bu iz’amnda ne taklid, ne kesb, ne de istidlalin dahli yoktur. İnsan felaket ve sıkıntı karşısında sıkıştığında Rabbine sığınır. Zorlanarak değil, içten O’na yönelir.
Bir şahis İmam Ca’fer Sadık’a gelerek kendisine Allah’ı tanıtmasını söylemişti. İmam: “Gemiye bindin mi?” Adam da bindiğini ve fırtınaya tutulduğunu, tam o sırada kalbinin, kurtanct bir kudret bulunduğuna inanıp O’na yöneldiğini söyledi. Bunun üzerine Ca’fer Sadık: “İşte Allah odur” dedi.
Kur’an-ı Kerim’in Allah’ı tanıtma usulü iki ana delâlet şekline ircra edilebilir:
I-İnayet delili olup kâinattaki mükemmel nizam, mahluklardaki muhkem san’at, faydalan gözetme, abesiyetten uzaklık gösterilmek suretiyle bunların tesadüfi olamayacağı, Yaratıcı’nın hikmet ve iradesini bildirdiği anlatılır. Mesela “Rahmanin yaratıcılığında hiçbir düzensizlik göremezsin, istersen gözünü çevir kâinata, bak bakalım bir çatlak görebilecek misin? Haydi bir daha, bir daha bak dur, (çatlak bulamayacaksın ve) nihayet gözün zelil ve bitkin olarak geri dönecektir” (Mülk, 3-4) ayet-i kerimesi bu delile işaret eden ayetlerdendir.
2- İhtira’ delili olup şu demektir: Mahlukların her bir nev’ine ve hatta her bir ferdine, onlara mahsus bir varlık verilmektedir. Cansız bir cisim görüyoruz, sonra onda hayat peyda oluyor. İnsan maddesi itibariyle cansız iken varlığında hayat, idrâk, akıl gibi haller İhtira ediliyor, yaratılıyor. Madenler, nebatlar, hayvanlar, gök cisimleri daima değişiyor, fakat bir intizam içinde değişiyor. Bütün bu fiillerin ise fail olmaksızın meydana gelmesi imkânsızdır. “Yoksa, onlar hâlıksız mı yaratıldılar? Yoksa kendilerini yaratanlar kendileri midir? Yoksa gökleri ve yeri mi yarattılar? Doğrusu, onlar inanmaya yanaşmıyorlar” (Tûr, 35-36). Kur’an-ı Kerim’in bu etkileyici, cazip ve veciz üslubu, aynı zamanda zımmen şu delili ihtiva etmektedir: Kendi varlıkları ortada. Bunu ya ana, baba veya bir başka varlık yaratmıştır. Onlardan sahip çıkmadığına göre ikinci ihtimal, kendi kendilerini yaratmış olmalarıdır. Bunu da iddia edemediklerine göre Halik Tealayı kabulden başka çare kalmamaktadır. Göklerin ve yerin yaratılması içinde aynı mantık geçerlidir. “Düşünmez misiniz(rahimlere) döktüğünüz meniyi? Onu insan biçiminde siz mi yaratıyorsunuz? Yoksa Biz miyiz yaratan?” (Vakı’a, 58-59) ayeti de, aynı mahiyetteki delili ihtiva eder. Bu husustaki çok parlak bir delili de Kur’an-ı Kerim Hz. Musa (a.s.)in lisanından nakleder. Onun hakkı tebliğine muhatab olan Firavun: “Sizin beni kabule çağırdığınız Rabbiniz kimdir?” diye sorunca Hz. Musa dedi ki: “Rabbimiz O’dur ki her şeyi yaratıp sonra da her bir mahluka hayatını sürdürme yolunu gösterendir” (Tâhâ, 50). Hülasa Kur’an, yaratılış ve icaddan bahseden ayetleriyle zihinleri düzene sokar ve maddî sebeplerin eşyanın yaratılışında gerçek tesir sahibi olmadıklarını gösterir.
Kelam alimleri, Allah’ın varlığını ispat için serdettikleri delillerin aslını Kur’an’dan almışlardır. Fakat onlar mantıkî kıyaslar halinde takrir etmiş olduklarından, tabiîlik azaldığı gibi geniş kitlenin anlaması da zorlaştığından tesiri azalmıştır. Kur’an üslubu ise sırf akla hitap etmekle yetinmemiş, aklî delili, birbirinden güzel değişik üsluplar, hitap tarzları ile, kalb ve hisse de yönelttiği hitaplar içine yerleştirerek muanz veya mütereddit muhatabı, her tarafından delillerle kuşatıp ikna ve irşad etmeye yönelmiştir.
Hülasa Kur’an-ı Kerim insanlara Allah’a kulluğu emrederken bunun gerekçesini de ayrıntılı olarak bildirmiştir. Zira ubudiyet ancak şu üç hususun gerçekleşmesinden sonra olabilir:
1- Allah’ın mevcudiyeti,
2- Ma’bûdun Tek olması,
3- Mabudun ibadet edilmeye müstarıik (hak sahibi) olması. Kur’an yüzlerce ayet-i kerimesi ile bu üç sahaya ait delil yığınağı yapmış, Allah’ın varlığının, birliğinin, hikmetinin, kudret ve iradesinin delillerini hem insanların nefislerinde (sübjektif dünyada), hem de kâinatın ufuklarında (objektif dünyada) göstermiştir.
Allah: İsimleri, Ulûhuyyeti -1
Allah: Selbî, Subutî, Fiilî Sıfatları -2
Suat YILDIRIM – SBA