Tarih ve Kur’ân
Tarih’in konusu ve Kur’an’ın muhatabı insan olduğu için, meselenin insan nokta-i nazarından ele alınması gerekir.
Bireysel olarak insan hayatı, tüm insanlık hayatının bir mikro-örneğidir. însan olsun, insanlık olsun, bir zaman içerisinde hayatlarını sürdürürler. Bu zaman denen şey, biri için kısa, diğeri için daha uzuncadır.
Birey olarak insan, tüm insanlık yapısı içinde, bir hücre mesabesindedir. Organik olarak, bir vücuttaki hücrelerin bireysel ömürleri, oluşturduktan vücuda nazaran nasıl kısa ise, insanlığa göre insanın durumu da aynı şekildedir.
Vücuttaki hücrelerin bir kısmı zamanla ölürken, yerlerine başkaları oluşur; böylece vücut hayatiyetini idâme ettirir. Fakat öyle bir gün geliyor ki, ölen hücrelerin sayısı, doğan veya oluşan hücrelerin sayısından fazla olduğundan, vücut zayıflamaya; ve ölü hücrelerin vücudu tamamen sarmasıyla da, vücut hayatiyetini kaybederek ölüvermektedir.
İşte insanlık da böyle bir vücut gibidir. İnsanlar, insanlık vücudunun hücrelerini oluştururlar. Bir kısmı ölürken, diğer bir kısmı doğuyor. Öyle bir gün gelecek ki, bu insanlık vücudu da ölecek, yok olacaktır. Mü’minler buna Kıyamet derler.
Tarihin konuları olan insan ve zamanı Allah yarattığından, insanın bu zaman içindeki hayat programını da Allah çizmiştir. İnsanoğlu, -bazıları inanmasa bile- bu programın dışına çıkamamaktadır; velevki aksi inançta olsun.
Bu programa göre insan, Allah’ın emriyle doğar, yaşar ve ölür. İnsan, ve dolayısıyle insanlık için, bundan başka bir ihtimâl -meselâ ebedî olarak yaşamak- sözkonusu değildir.
Tarihin konusunu insan ve zaman olarak tesbit ettikten sonra, Kur’an’a bakacak olursak, onun da konusunun aynı olduğunu görürüz.
Önce tarihi ele alalım:
Şayet tarih, şimdiye dek anlaşıldığı gibi, bir “geçmiş olaylar kronolojisi” ise, ve bundan hiçbir yarar sağlamıyorsak, niçin bu ilmi öğrenmekle yorulalım, onu araştıralım ve hatta üniversitelerde okutalım?
O halde, her şeyden önce, tarihin hüviyetini ortaya koymaya çalışmamız lazımdır: Tarih nedir?
Gerçek manada tarih, insanı ideal olmaya götüren yoldur. însan bu yolda tekevvün eder, oluşur. Bu oluşum, en yüksek mertebeye (ahsen-i takvim) varma mücadelesidir.
Bu anlamıyla tarih, insan oluşumunun ilmidir. “Bütün insanların hakikati tek bir insan, yani Adem (a.s.)’dır. Milyonlarca fert, insan adında, hakiki bir vücutta toplanır, îşte insan denen bu yaratık, devamlı oluşum halindedir. Ve bu insan olma, öyle bir gerçektir ki, belli bir zaman biriminde ve belli bir ilmî cereyan içerisinde tarihtir. Başka bîr deyişle, tarih ilmi, insanın kendi kendisini tanımasıdır; geçmiş hadiseler, zamana bağlı olaylar veya geçmiş zaman değil! Bundan dolayı tarih, gerçeğin oluşumunun incelenmesidir ki, insan adına tarihte şekil alıyor. Ve bu insan oluş, geçmişten şimdiye dek devam etmiş olup, şimdiden sona kadar da devam edecektir. İşte bu devam etme, tarihî bir devam etmedir ki, bu yol, ideal insanın tahakkukunu intâc eder. İşte tarihin üstünlüğü budur.”
Beşeriyet târihinde, yeni devri kültür ve ilim itibariyle eski devirden ayıran meselelerden biri de, tarih ilminin eski kavram ve manasıyla, bugünkü insanın ve bugünkü ilmin tarihten aldığı anlam ihtilâfıdır. Eskilerde -ki bugün dahi halkın çoğunluğu, hatta okumuş ve aydınlar bile o eski kavramlara bağlıdır- tarih, hadiselerin tamamı ve geçmişte yapılan savaş veya antlaşmalardır. Tarih, bir hadisenin oluş zamanı da demektir. Meselâ doğum tarihi; yani falan gün, ay ve sene ki, onda birisi dünya geldi. Doğum için, elbette bu da bir tarihtir. Bir kisinin hayat tarihi, belli bir zaman içerisinde o kişinin hayatında meydana gelmiş hadiselerin tamamıdır. Yine bu anlamda tarih, bir milletin başından geçmiş olan hadiselerin, mesela savaşlar, siyasî, iktisadî olaylar; zelzele, sel ve kıtlık gibi tabiî afetlerin tamamıdır. Bütün bunlar, tarihin muhtevasını eski manasıyla ifade ederler. Bu manada tarih, geçmiş olayların bir kronolojisi oluyor ki, herkesin kafasını kurcalayan şu soru akla geliyor. Bunları öğrenmenin faydası nedir? Bugün yaşamakta olan insan için, hâl’de, yani onun zamanında meydana gelen hadiselerin değeri olduğundan, bu hadiseleri duymak ister. Bütün insanlar gelecekle irtibatlı olduklarından, şimdinin insanı, geleceğin insanını tanımayı arzular. Ve gelecek (âti), sonraki zamanda bizi bekleyen bir vakıadır. Her zaman olduğu gibi zamanı üçe ayıracak olursak; Mazi yok olmuştur. Yani olup bitmiş vğe geride kalmış bir olaylar toplamıdır. Hâl’in ise gerçekliği, yani varlığı vardır. Çünkü bu, içinde yaşadığımız vakıaların toplamıdır ve dolaylı veya dolaysız olarak bunlarla temas halindeyiz ve üzerimizde müessirdirler. Gelecek de öyle bir zamandır ki, bizden sonra yaşayacak neslimiz veya nesillerimiz mutlaka ona kavuşacaklardır. Bunun İçindir ki, hâl ve geleceğin bilinmesi zaruridir. Çünkü hâl, içinde yaşadığımız, gelecek de, içinde yaşayacağımız bir zamandır. Şurası muhakkaktır ki, hâl’i tanıyan bir nesil için bu tanım, onun hayat tarzına, onun gelecek yaşamı ve ulaşmayı umut etliği hedefe varmak için gerekli olan bütün ihtiyaçlarına onu kavuşturur. Aynı şekilde, bu tanımla, kendisi veya toplumu için gelecekte tehlike ihtimâli gösteren olayların vereceği zarar ve ziyana karşı kendini korur.
Maziyi tanımaya gelince; yok olmuş, bir daha tekrar etmiyecek olan ve olmayacak olanı tanımanın ne yararı var? Bu, tarih ilmini baştan sona saran öyle bir sorudur ki, bilhassa 18 ve 19. yüzyıl münevverlerinin çoğunu tarih ilmine karşı kötümser bir hale getirdi. Fakat birden bire beşeri ilimlerde büyük bir devrim oldu ki bu devrim, tarihin anlamında yapılan değişikliktedir.
Tarih nokta-ı nazarından, Batı’da olduğu gibi, bizde de iki mânâ ve mefhum vardır ki, mânâ ve mefhum itibariyle birbirlerine hiç benzememektedirler. Bunlardan birine göre tarih, geçmişteki bir hal veya olaydır;haçlı seferleri, Napolyon’un doğumu veya ortaya çıkışı, Avrupa’ya yapılan akınlar, müslümanlar tarafından İstanbul’un fethi veya müslümanların İspanya’da yıkılışı gibi. Fakat tarihin bir başka manası da vardır ki, o da şudur: Tarih öyle ilmî bir hakikat ve bir vakıadan ibarettir ki, zamanın içinde cereyan etmekte, özel bir akışla seyretmekte ve değişmez ilmî kanunlarla hareket etmektedir. Zaman akışı içindeki bu hareket süreci boyunca meydana gelen sapma ve değişikliklerin, değişmez ve müşahhas ilmî kanunlar ve amillerle karşılaşması ve bir bütün halinde olan bu gerçeğin tahlili hep tarihtir.
Tarih nasıl Allah’ın yarattığı değişmez kanunlara göre geçmişte aktıysa, gelecekte de, bu değişmez kanunlar muvacehesinde hareket ve değişikliğe uğruyor, işte münevver insanın, bu değişmez kanunları, geçmişten geleceğe olan bu akışı iyi tanıması lazımdır ki, bu ilmî bilgiye dayanarak kendine, milletine, toplumuna ve bütün insanlara -ki isteyerek veya istemeyerek bu akışın içindedirler- bir yaşam programı ve gelecek için takibedeceği yolu gösterebilsin!
İşte tarihin ikinci manası budur. Bu ikinci manasında tarih, bir kişinin veya bir memleketin doğum tarihi, hayatı; bazı kişilerin, şu veya bu tarihte, şu veya bu şehire geliş günleri ve nihayet, İki devlet arasında yapılmış olan -çoğu kez gizli- antlaşmalar değildir.
Bu ikinci manasında tarih, kaynağı bilinmeyen bir nehirdir ki, insanın yeryüzündeki hayatının başlangıcıdır, tşte yatağı zaman olan bu nehir, Allah’ın yarattığı müşahhas ve belirli kanunlara dayanarak hâre kadar akıyor. Ve geçmişten şimdiye kadar akan bu nehir, bilinen ve müşahhas bir geleceğe devam edecek. Bu durumda insan, fikrî ve felsefî olarak o yatakta akan tarihin değişmez kanunlarına müdahale edip onları gereği gibi tanıyabilse, öylece bu zamanı ve dolayısiyle geleceği bilecektir. Çünkü hâl, tarihin oraya kadar geldiği zamandır, yani hâl’i tarih meydana getirmiştir. Çünkü tarihin geçmişini bilirsek, onun gelecekte ne tarafa akacağını da tahminen söyleyebiliriz. Meselâ, şark toplumu, batı toplumu ve hatta topyekün insan toplumunun nereye gidecek ve nerelerden geçeceğini de tahmin edebiliriz, Ve ancak bu tahminden sonra tarihin akış yatağına müdahale edebiliriz. Bunu bi len bir tarihçi, yalnız kendini, geçmişini ve halini değil, belki o kanunlara dayanarak kendi geleceği ve beşer toplumunu istediği şekilde yönlendirir. însan hayatıyla akmaya başlamış olan bu nehri güzel tanıyan bir kimse, onu gelecekte istediği tarafa akıtır.
Bir nehrin zorunlu olarak bir yatağı olduğu gibi, tarihin de zorunlu olarak bir yatağı vardır ki, bu, zamandır. Şu şekilde ki, bu nehrin falan dağdan başlayıp, çeşitli yataklardan; meselâ, kumlu, topraklı, kireçli, taşlı yataklardan; inişli, çıkışlı, dere ve tepelerden geçen akışı, anlamsız ve tasadüfî bir hareket değildir. Aksine, bir müşahhas kanuna dayanarak -ki özellikle bu nehirde su, toprak, derinlik, yükseklik, yerin ve suyun terkibi ve bu akışın beraber getirdiği ilave elemanlar o yatağı belirtiyor-, bu hususları bilen bir insan, bu nehrin gelecekte ne tarafa; bataklığa mı, denize mi, kuma mı gidecek, bunu tahmin edebilir. Ve bu tahminde bulunabilen insan; toprak, su, nehrin yatağı ve suyun hareket kanunlarına dayanarak, bataklığa akan nehri, çayıra; veya tuzlu denize akan nehri bir yeşilliğe, bir tarlaya çevirebilir, tşte o zaman insan, tarihin zorunlu yatağını -ki onu kendi haline bırakırsa akıp gedecek- kendi ilmiyle değiştirip, onu istediği yöne çevirir.
Netice olarak diyebiliriz ki, tarihin konusu, geçmiş olayların bir araya getirilmiş hikâyelerinden ibaret değildir. Onun konusu insandır; ve gayesi bu insanı Allah’ın rızası doğrultusunda yetiştirmektir.
Tarih ve Kur’ân -2 Tarih Ne Zaman Başlar?
Tarih ve Kur’ân -3 Kur’an Tarih İlişkisi
Tarih ve Kur’ân -4 Ayrılmazlığı ve Kur’ân’ın Tarihe Verdiği Değer
İhsan Süreyya SIRMA – SBA