Cennet. Canna (Arpç.) “bahçe” manasına olup. dinde, âhiretin nimetler yurduna alem olmuştur. Setir mânasına olan cann kökünden, sık dal ve yaprakları ile zeminini gölgelendiren hurmalık ve bağlık mânasına gelen bu kelime, Kuran’da ve müslümanlarca iyiler ve takva sahipleri İçin âhirette hazırlanmış olan ferah ve huzur yerinin ismi olarak kullanılmaktadır (LXXX, 13,14; L, 31; XIX, 60,63; LXXVI, 12; VII, 41; IX, 112). Bi’setin ilk devirlerinde inen ilk sûrelerin ihbarı mâhiyetteki bâzı âyetlerinde cemi sigası ile, cannât şeklinde vârid olmuştur. Cenneti müjdeleyen haberlerin birincisi olması muhtemel LXVIII, 34 ‘te: —”Takva sahipleri için rabblerinin önünde nimet cennetleri vardır” — ve nüzul tarihi buna yakın olan LXXIV, 38, 39’da: — “Eshâb -ı yeminden başka, her kes kendi kazancına bağlıdır; bunların makamları cennetlerdir” — deniliyor. Bu ve bunlardan sonra inen başka âyetlerde cennet ile cennete gireceklerin karşılıklı cemi sığaları ile ifâde edilmiş olmalarına bakılarak, her kesin, hiç olmazsa, bu gibi âyetlerin şümulünde olanların, ayrı-ayrı hususî cennetleri olacağına inanılır. Bunu te’yit eden muteber an’aneler de vardır. Yukarıda geçen birinci âyette olduğu gtbi, cennete dâir olan ilk âyetlerde cennetlerin cins ve nevîlerîne işaret edilmeğe başlan-diğı ve sonraları derece ve isimleri ile vasıfları üzerinde de durulduğu görülüyor. “Nimet cennetleri” demek olan cannât el-na’im ile adn cennetleri” mânasına gelen cannât adn bu isimlerin başında gelir ( LVI, 12; XX, 76), Kur’an’ın muhtelif yerlerinde geçen ve bâzan tekrarlanan sıfat ve isimler cennetlerin dereceleri ile ilgili görülmektedir. Selâmet yurdu (dar el-salâm, X, 25, 26 ), sonsuzluk yurdu (dar el-huld, XV, 48), oturma yurdu (dâr el-mukâma, XXXV, 32), sığınılacak cennet (cannât el-ma’vâ, XXXII, 19), hayat yurdu (dâr el-hayaan, XXIX, 64), bağ-bahçe (el-firdavs, XVIII, 107; XXIII, 11) ve emin yer (el-makâm el-emin, XXXIV, 51 ) gibi, adları vardır. Cennetin, bu dünyada yapılan iyiliklerin âhirettekİ karşılğı ( XX, 76 ; XIX, 63 ; XXXII, 17 ) olduğuna bakılır ve insanların fiil ve amelleriııdeki çeşitlilik düşünülürse, Kur’an’da cennet hakkındaki türlü-türlü isim ve tavsifi kelime ve tâbirlerin, o iyiliklerin âhiretteki karşılıklarının da, vasıf ve derece itibariyle, farklı olacaklarına delâlet etmek üzere kullanıldığına hükmedilebilir (XLVI, 19; IV,94). Yalnız her derece ve nev’in, yaradılış ve muhtevaları bakımından, çift oluşları üzerinde bilhassa durulmaktadır ( LV, 46—75 ). Cennetlerin çift olmalarından, bu ikiliğin cismânî ve rûhânî veya maddî ve manevî sıfatlarına delâlet edeceği mânasını çıkaranlar varsa da, bu hususta büyük müfessirler kat’î bir hüküm beyanından çekinmişlerdir.
Cennetin Kur’an ve hadislerde geçen ve maddî gibi görünen vasıfları bilhassa şöyle hulâsa edilebilir:
a. Altın ve gümüşten, inci ve İpekten birbirinin üstünde, icabında içinden dışı, dışından içi görülen çeşitli ev, oda, kasr ve çadırlar (XXXIX, 20, 37; IX, 73; XXIX, 58; LXVI, .1).
b. Çok dal ve yaprağı, geniş gölgeleri olan ve türlü meyvalar ile süslü, çok güzel kokulu ve bâzılarının budaklan kıymetli mâden ve taşlardan ve eşleri dünyada görülmeyen çeşit akaçlar (LVI, 29, 30; LV, 48).
c. Görünüş ve kokusu güzel, isteyenlerin yanına kadar sarktığından, koparılması kolay, türlü bol meyvalar (LV, 52; LII, 18; II, 25; VII, 42; LVI, 20; XXVI, 57; XXXVIII, 51).
d. Zeminlerinden ırmaklar akan ve pınarlar fışkıran bağ, bahçe ve bostanlar (VII, 42; XX, 7s, 76; X, 9 i XV, 45; XXXIX, 20; IV, 12, 56, 121; LXV, 11; IX, 72, 101),
e. Gönlün çekeceği her türlü yemek ve etler, türlü koku ve lezzette şerbetler, pâk şarap ve nevi-nevi tükenmez nimetler (LII, 21; XLIII, 70; LVI, 18; XXVI, 56; XIX, 62; XXXVIII, Si, 69, 24 ; XLIII, 7 2 ; XIII, 37 ; LII, 19 ; LXXXIII, 25) v.b.
Cennet ehli için hastalık, sakatlık, ihtiyarlık, sinirlenme, huysuzluk v.b. yoktur ve olgunluk çağı, değişmeden, devam eder.
Cennet ehlinin, dünyada güzel niyet ve ihlâs ile yaptıkları her türlü iyiliklerin âhirette kat-kat karşılıklarını bulmaktan ve nihayet kemâlin zirvelerine yükselerek, vicdanları önünde Alla-hin rızası ile ebedî felah ve saadete ermekten, gönülleri sevinçler ile dolup, taşacak ve onlar: — “İşte dünyada iken peygamberlerin söyledikleri doğru çıktı; Allah vaadini yerine getirdi, ne mutlu bize” — diyeceklerdir.
Kur’an, cennet ehlinin hâllerini şöyle tavsif eder: — “Bu gün cennet ehli lezzetler içinde cû-şândır. Kendileri ve eşleri de gölgelerde uzanmışlardır. Orada meyveler ve onların istedikleri her şey vardır. Onlara, bağışlayan rabb tarafından, hep selâm gelir” ( XXVI, 55, 57 ) ; — “Her kim ona ( Allaha ) imanlı olarak gelir ve düzgün işler (dünya ve âhirete âİt) de işlemiş ise, işte onlara en yüksek dereceler vardır. Onlar dâima alt tarafından ırmaklar akan adn cennetlerinde kalacaklardır. Nefslerini saf tutmuş olanların mükâfatları budur” (XX, 75, 76);—”… Meğer ki, tövbe ve iman edip, işlerini düzgün işleyeler. . . İşte bunlar cennete girer ve hiç bir haksızlığa uğramazlar. Rahmanın kullarına verileceğini vaad ettiği adn cennetleridir. Onun vaadi muhakkak yerine getirilir…” (XIX, 60—63 ) t — “iman edip, işlerini düzgün yapanları, rabbleri, imanları ile hidayete, alt tarafından ırmaklar akan na’îm cennetlerine iletir. Orada onların ilk duaları, “Allahım, seni tenzih ederiz” ve son duaları da:”bütün âlemleri yoktan var edip, yetiştiren Allaha hamd olsun”dur (X, 9, 10).
Görülüyor ki, Kur’an’in tâliminde cennet, peygamberlerin davetlerine uyarak, iman edip, dünya ve âhirete âit işleri, elden gelen bütün kudretle ve özenerek yapmış olmanın âhiretteki bir karşılığıdır. Allaha ve kullarına karşı gerekli vazifelerin iyi ve düzgün olarak icra edilmesi ile, fertler arasında ve cemiyette vicdan huzuru ve maddî refah şeklinde daha dünyada başlayan bu saadet, âhirette genel bir kardeşlik havası içinde ebedî bir hakikat hâline gelir. Mekke devrinin son dönemine doğru inen âyetlerde deniliyor ki: — “Takva sahipleri cennetlerde, pınarlardadır. Oraya selâmetle emin olarak girin. Biz onların göğüsler indeki her türlü kîni söktük. Artık onlar tahtlar üzerinde, kardeş olarak, karşılaşacaklardır” { XV, 45, 47 ). Dünyada iken bir türlü bulunamayan mutlak saadet ve umumî kardeşlik, âhirette tahakkuk ediyor demektir, Kur’an’da ebedî cennet saadetine erecekler şu 4 zümre içinde hulâsa edilir (IV, 68): 1. peygamberler, 2. peygamberlerin yolundan hiç ayrılmayanlar (sıddıklar), 3. şehitler ve 4. dünya ve âhiret işlerini düzgün yapanlar (sâlihler).
Cennet ve nimetleri dünyadaki iman ile iyi işlerin, tabiat üstü âlemin hakikî aksi olduğuna göre, bütün bunların da âhiret âlemine uygun olarak tecellî edeceklerini düşünmek münasip olur. O âlemdeki tezahürlerin, dünya lisanı ile izah ve tavsiflerinde, dünyadaki hayatın bîr çok mefhum ve müesseselerine âit kelime ve tâbirlerin istiare edilmesindeki mecburiyetten şüphe edilemez. Esasen yukarıda görüldüğü üzere, Peygamberin cennet hakkındaki ilk tebliğleri çok kısa birer ihbardan ibaret iken, sonraları tedricen muhit ve muhatapların ve bilhassa meraklı ve saf bâdiye araplannın ısrarlı sualleri üzerine {ffâdi el-arvâh, Mısır, I, 263), âyet veya hadisler ile tekrar izahlar yapılmış, fakat bu izahların, tabiat üstü bir âleme âit olduğundan, yine eksik kalacağına veyahut büsbütün başka türlü olacağına da işaret edilmekte bulunmuştur. Kur’an (XXXII, 17 ) ‘da : — ” . . . İşlediklerine karşılık olarak, gözlerin fer ve tâbi (kurrat a’ynn ) olmak üzere, kendileri için neler gizlendiğini hiç kimse bilemez” — deniliyor. Peygamber Allahtan naklen : — “Sâlih kullarıma, cennette gözün görmediği, kulağın işitmediği ve beşerîn gönlünden bile geçmediği şeyleri hazırladım” — der ( Buharı Şerif (İstanbul), VI, 21; Tirmizi, Sunen, II, var. 198, Fatih kütüp., yazm. nr. 1191). ‘AbdAllah b. Abbas : — “Dünyada bulunanlar İle cennettekiler arasında, yalnız tarifleri için kullanılan kelimelerde benzeyiş vardır” — derdi (İbn Kayyim, f/âdi el-arvâh, Mısır, I, 295. 3°5)-
Dünyada başı-boş bırakılmış olmadığını bilen ( LXXX, 26 ), dağların kaldıramayacağı ağır mükellefiyet yükü altında olduğunu anlayan insan (XXXIII, 72) tasavvur etliği mutlak saadetin dünyada kurulamayacağına kanaat getirmiş bulunuyor; aynı zamanda îmanla yapılan iyiliklerden zerresinin zayi olmayacağına da emin bulunmaktadır; bunun için, yüklendiği ağır mükellefiyetlerin cefası ile dolu geçen birinci hayat kapanınca, bunun mâkesi ve sonu olan ikinci hayatta nihayet bu saadete kavuşulacağına dâir, ilâhî vaadlere candan inanmak tamamiyle tabiî gelir. İşte bu inanış, ebedî kurtuluş ve mutlak saadetin başlangıcıdır. Allah ile mü’minler arasındaki bu anlaşma Kur’an’da bir nevi ticarî mübadeleye benzetilmekte ve bu ilâhî vaadlerin tahakkuku da kat’iyetle müjdelenmektedir (IX, 112). Kur’an, inmeğe başladığından sonuna kadar, cennetin ebedî bir rahat ve mutlak bir saâdet yurdu olduğunu tekrar eder. Cennete dâir âyetler ekseriya bunun ebedî bir fevz ve felah olduğunu bildirmekle biter. Peygamberin irtihâline doğru inen en son sûrede ( Tevbe), bu hususta bildirilen ilâhî vaadlerin tahakkuk edeceği ve bunun da mutlak bir kurtuluş olacağı son defa tekrar ve te’kit ediliyor (IX, 21, 22, 72, 89). Fakat saadetin mutlak olması için, insanın insan olalıdan beri aradığı ve ancak eserlerine bakarak, belki bir az aklında yahut doğrudan doğruya bir az da kalbinde bulabildiği hâlde, dünya gözü ile bir türlü göremediği bu varlık hakikatinin, gizli tarafı kalmayan âhiret âleminde ayan görülüp, bilinmesini dileyeceği de şüphesizdir. Ufak bir muhalefete rağmen, müslümanlığın bütün eh!-i sünnet âlimleri, müttefikan bu son dileğin de tahakkuk edeceğine kat’îyetle inanır ve bu inanı kuvvetli delillere istinat ettirirler.
Bibliyografya: Suyüti, likan (Mısır), I, 12 v. d.; Abû Manşür Maturİdi, 7Y-vilât ahi al-sunna (Cârullah Velî kütüp., nr. 47 ); Abü Hayyân Andulusi, al-Bahr al-muh.lt ( Feyzullah kütüp., nr. 27 ); Zamabşarî, Kaş-şâf (Mısır), Buharı, Sahih (İstanbul, tefsİr kısmı); Müslim, Sahih (İstanbul, 1333}, VIU, 144—149 ; Tirmizi, Sunan (Fâtih kütüp., nr. 1151), II, var. 72—90; Abü Dâvüd al-Sicistâni, Sunan ( Mısır, 1280), II,1 180; ibn Mâcah al-Kazvini, Sunan ( Mısır), II, 305—308 ; Muhy al-Dın İbn ‘Arabi, FutUhat-i
Makkiyct (Mısır), I, 413—430; İbn Kayyim al-Cavziya, Hadi al-arvöh (Mısır), I, 151 v. dd.; il, 52 v.dd.; ‘Ali al-Kâri, Fıkh-ı ekher şerhi {Mısır, 1327 ), s. 87, no ; ‘Omar NasafT, ‘Akâ’id (İstanbul, 1326), s. 103 v. d., 138 v. d.; Abu ‘1-Hasaıı al-Aş’ari, Makâlöt al-islâ-miyin (nşr. H. Ritter), I, 207 v.d., 256; II, 274 v. d.; Camâİ a!-Din Afriki, Lisân al-‘arab, VIII, 47 ; XVI, 244 v.d.; XVII, 150 ; Rağib İşfahâni, Mufradat ( Resid Efendi kütüp., nr. 117), var, 45, 159
(Halîm Sabit Şibay.)