Hürrem Sultan ve Kanuni Sultan Süleyman Aşkı

Hürrem, Osmanlı Sarayına takdim edildiği zaman on yedi yaşına henüz basmış bulunuyordu. Güzeldi, ama bu güzellik olağanüstü değildi Onda olağanüstü olan, çarpıcı büyüleyici ve bağlayıcı cazibesi, önünde durulmaz çekiciliği idi. Kanuni Sultan Süleyman devrinde Osmanlı Sarayında üç yüz kadar cariye vardı. Bunlar, çeşitli ırklara mensuptular ve herbiri kendi ırklarının güzellik ve zerafet bakımından en seçkin temsilcileri idiler. Dünyanın dört yanından toplanıp İstanbul’a getirilmiş on binlerce genç kız arasından saray için ayrılmışlardı. Bir kısmı sarayın özel memurları tarafından satın alınırlar, bir kısmı savaş ganimetleri içinden seçilirler, bir kısmı ise devlet ricali tarafından saraya takdim olunurlardı.

Bunlar, sarayda artık kaderlerine razı olarak yaşarlardı. Bunlar, Acemi Cariye, Şagird, Usta ve Gedikli adlı beş sınıftı. Gediklilerin en genç ve güzellerinden on ikisi hükümdarın çamaşırcılık, sofracılık, giyimcilik, sabunculuk, lefcilik gibi özel hizmetlerinde bulunurlardı. İçlerinden hünkârın gönlünü çelmeye muvaffak olanlara Hasodalık, Gözde veya İkbal denirdi. İkbal birkaç tane olursa en gözde olan Başikbal diye anılırdı. Padişahın hanımlarından biri vefat eder veya gözden düşüp Eski Saray’a gönderilirse Başikbal onun yerine geçerek Kadın ünvanını alırdı. Padişahtan hâmile kalan İkballer ise, bu sırayı beklemeden Kadın olurlardı. Bunlar, hükümdarın zevceleri sayılır ve sayıları yediye kadar çıkardı. En sevilenlerine Haseki, Çocuk doğuranlarına ise Haseki Sultan denirdi. Kadın derecesine yükselen Cariye, Padişahın eteğini öperek samur kürk giyer, kendisine sarayda ayrı bir daire ve hizmetine birçok cariyeler verilirdi. Padişah öldüğü zaman kız çocuk doğurmuş fakat erkek çocuğu olmamış olan Kadın ve Hasekiler, deviet ricâlinden biriyle evlenebilirlerdi. Terbiye kabul etmeyen cariyeler saraydan çıkarılıp esir pazarına gönderilir, sonradan münasebetsiz bir hali ortaya çıkarsa ikinci derecede devlet ricalinden birisine zevce olarak verilirdi.

Saraya alınan cariyeler, dikkatli bir muayeneden ve denemeden geçirilir. Zeki, kabiliyetli ve bilhassa son derece uysal ve yumuşak başlı olmalarına itina olunurdu.

Kanuni’nin Huzurunda

Hürrem saraya getirildiği zaman kendisinde aranan meziyetler mevcuttu. Yalnız yumuşakbaşlı değil, tam tersine hırçın ve dikbaşlıydı. Bu yüzden harem halkı onun sarayda pek fazla barınacağını sanmıyorlardı. Kendisini yurdundan, muhitinden ve ailesinden ayrı düşüren talihine isyan ediyordu. Aslında ise bu talihin kendisine o devir dünya kadınlığı için en muhteşem bir istikbâl hazırlamış bulunduğundan habersizdi.

Hürrem’in gittikçe artan hırçınlığı ve harem kurallarına uymak, hiç kimseye itaat etmek istememesi yüzünden her gün bir olay çıkarması, sonunda Sultan Süleyman‘a kadar duyuldu. Padişah duyduklarına hayret ederek, sonunda onu görmek istedi. Derdinin ne olduğunu merak ediyordu. Huzuruna getirilen bu alımlı genç kıza dikkatle baktı. Karşısında hafifçe kalkık burunlu, beyaz tenli, manâlı bakışlı, son derece güz damlı, çarpıcı ve çekici bir mahlûk duruyordu, ince kaşları hiddetle çatılıyor gözlerinde şimşekler çakıyor, buna rağmen tatlılığını ve büyüleyiciliği kaybetmeyen sesiyie ve kırık dökük cümlelerle dertlerini, şikâyetlerini anlatıyordu.

Kanunî, onun sözlerini diniemiyordu bile… Yalnız, bu güzeli seyretmekte idi. Hayatında tanıdığı kadınların sayısını bilmiyordu. Lâkin bunların hiçbiri, o güne kadar onun kalbine hitab etmemişler, bir süre gençlik günlerinin birer tatlı hatırası olarak kalmışlar, sonra da unutuluş gitmişlerdi. Ancak, bu hiçbirine benzemiyordu. Çünkü ilk görüşte Hünkârın gönlüne girmişti. Hem de bir daha çıkmamak üzere. Onu bir müddet hayran hayran seyreden Kanuni, kendisini huzuruna getiren gedikli kalfa’ya: “Hürrem’i yerine ilet. Mukayyed olsunlar, bir daha şikâyeti olmasın.”

O hafta, Hürrem gözdeler arasına girdi. Kanunî yirmi altı yaşının bütün ateşiyle bu Leh kızını sevdi. Aralarında kısa zamanda derin ve sarsılmaz bir aşk doğup yerleşti. Şimdi Hürrem’in hırçınlığı geçmiş, bunun yerini başına buyruk olma ve kirnseye beğenmeme almıştı. Artık sıkı harem kuralları ona vız geliyor, istediği zaman yatıyor istediği zaman kalkıyordu. Kendisine hiç kimse karışmıyordu.

Kalbi büyük bir ihtirasla dolu olan Hürrem ilk mücadelesine Veliaht Mustafa’nın annesi Güibahar Kadın’dan başladı.  Topkapı Sarayı‘nın loş hareminde iki güzel kadın bir gün saç saça, baş başa döğüşmüşlerdi. Güibahar Hürrem’e: “— Hain kadın bana rekabet edecek sen mi kaldın?” diyor ve hırsını yenemiyerek üzerine atılıp saçlarını yoluyor, yüzünü tırmalıyordu.

Kanunî, Hürrem Sultanı çağırttığı vakit Hürrem müteessir bir halde nazlanıyor Padişaha, “— Huzurlarına çıkacak yüzüm yok, ne yapacak benim gibi haini? Saçların yolluk, yüzüm gözüm tırnak içinde, zarlarını rahatsız etmîyeyim.” haberi yolluyordu.

Hurrem’i huzuruna kabul edip, gönlünü alan Kanunî, Gülbahar Sultanı da Manisa’ya sürerek saraydan uzaklaştırıyordu, Böylece Osmanlı Sarayında hakimiyeti eline alan Hürrem, birbiri arkasına Gülbahar’ın bir oğluna mukabil Kanunî’den Mehmet, Cihangir, Selim, Bayezit isimlerinde dört oğlu ile Mihrimah isminde bir kızını dünyaya getiriyordu.

Hürrem Sultan’dan Aşk Mektupları

Kanuni’nin seferde olduğu günlerde Hürrem Topkapı Sarayı‘nın loş dairelerinde damadının sadaretini ve kendi oğlunun saltanatını temin edecek planlar hazırlıyor, diğer taraftan Padişah’a uzun aşk mektupları gönderiyordu:

– “Benim devletlüm, benim Sultanım. Bir buçuk ay oldu ki, Sultanım tarafından bir haber belürmedi. Hak alim şahittir ki, bugün rahatlık yüzün görmeyüp gece sabahadek, sabahtan geceyedek bir düziye ağlayıp kendi hayatımdan el yuyup neyliyeceğim, zâr ağlayup nâlân ve giryan gözüm kapular gözler.

Zerefşanlı, yahut beyaz muntazam kâğıtlarda ince kadın yazısiyle Hurrem:

Gözlerimin nuru, saadetim sermayesi, sırlarımın bilicisi, gamlı gönlümün rahatı, yaralı ruhumun aşkının merhemi daima gönlüm tahtına sultandır… Eğer çaresiz kalmış bir zavallının halinden birer sorarsanız, uygunsuz zalim felek, ben tasalıya eziyet edip canıma türlü türlü ayrılık hançerlerini saplayıp bu benim kara gözüm yaşına bakmayıp, kıyamet gününü hatırına getirmeyip siz Cennet çiçeğini benden ayırınca rahatım sıkıntıya, sağlığım kaygıya, dirliğim ölüme yüz tutup dünden beri iniltili bağırmalarımdan insanların canları yanıp tutuşup ihtimal ki gözyaşlarım Tanrıya ulaşmış olduğundan siz aziz ömürlümü yine bana müyesser kıldı… Benim yüzü Yusufum, sözü şeker, lâtif, nazlı Sultanım, Tanrı kapısına yüzümü süpürge edip beni sizden ayırma fikrinin mahvolmasına, çabukça mübarek yüzünüzü göstermesine öyle yalvarıyorum ki… Eğer denizler mürekkep, bütün ağaçlar kalem olsa yine bu ayrılığın açıklamasını yapamazlar. Kim ki ayrılığın acılarını öğrenmek isterse Sure-i Yusuf’u okusun o tamamen bunu anlatır. Canımın nuru, mektubunuzu alınca güya mübarek ağzınızdan söz işittim. Ağlamaktan, sızlamaktan gözyaşlarım yüzümden aktı. Sevincimden kıyamete kadar ağlasan da yine karşılığı olamaz.” diyordu.

Bu, satırlarında bütün bir güzellik ve işve kıvranan mektuplarla Kanuni’nin iktidarı elinden gidiyor ve:

Surei Velleyl okurdum dün namazi Şâm’da,
Zülfün andım dilberin nittin, neyledim, bilmedim.

Diye şiirler yazıyor ve İstanbul’a haberciler, gaza müjdeleri salıp Hürremin’e hediyeler gönderiyordu.

Kanuni’yi avcunun içine alıp entrika üstüne entrika çeviren Haseki Sultan damadı Hırvat Rüstem Paşa ile birleşerek Padişahı kandırıyor, Osmanlı tahtının mümtaz namzedi Şehzâde Mustafa’yı da öldürtüyordu. Böylece saltanatın yolu kendi oğlu ikinci (Sarı) Selim’e açılıyordu.

Kanuni’nin haris ve güzel Haseki Sultanı elli altı yaşında olduğu halde 1556 Nisanında öldü. Kanuni büyük bir üzüntüye düşmüştü. Sevgili kadınına güzel bir türbe yaptırdı, İstanbul fakirlerine sadakalar dağıttırdı.

Büyük Cihangir, bugün yaptırdığı türbesi (Hürrem Sultan Türbesi) içinde çok sevdiği kadını Hürremle birlikte yanyana yatmaktadır.

Daha yeni Daha eski