Tasavvufta “aşk-ı hakikî” veya “aşk-ı mânevi” de denilen ilâhî aşka ulaşabilmek için önce, mecazî aşk da denilen dünyevî aşktan geçmek gerekir. “El mecâzü kantaratü’l-hakika” (Mecaz, hakikatin terazisi, ölçüsüdür) prensibine göre, her sufî için gaye olan ilâhî aşk, insanı mükemmel hale girebilmek için bazı tecrübelerden geçmeyi gerektirir. Tasavvuf, İslâm itikadına uygun olarak, her insanın “ahsen-i takvîm” (en güzel şekilde) sırrına uygun olarak yaradılmış bulunduğunu, fakat dünyaya geldikten sonra çeşitli sebeblerle bozulduğunu kabul eder. Fakat insanın özünde bu cevher bulunduğu için, kişi isterse, aşk ile yine en mükemmel insan (insan-ı kâmil) mertebesine yükselebilmektedir.
Hakiki aşk, önce, karşı cinsten bir kimseyi sevmekle başlar; zamanla ve çok da kaderin sevkiyle, buradan hakiki aşka yükselebilen kişi en sonunda Cenâb-ı Hakk’a ulaşır. Bir çok sufi büyüğüne göre, tasavvufun en önemli meselelerinden biri, maddî olarak önce insanda başlayan aşkın yavaş yavaş yön değiştirip sonunda insandan yüz çevirerek, gönül ile, aşıkların gerçek sevgilisi Allah’ı bulması, yani “aşk-ı hakiki” ye ulaşmasıdır. Tasavvufun hakiki manâsı da önce şiddetli bir aşka tutulup “seyr ü sülük” ile Cenâb-ı Hakk’a varabilecek mertebeye, yani kâmil insan derecesine geldikten sonra hakiki mevcud olan Allah’da fâni olmaktır. Mutasavvıfların gözünde “bekâ”, yani ebedî hayat da budur. “Leylâ ile Mecnûn” adlı mesnevisinde : “Aşık-ı sâdık menem, Mecnûn’un ancak adı var” diyen Fuzûlî, eserinde, bu görüşten yola çıkmıştır. Eserde Fuzûlî’yi temsil eden Mecnûn’un hayat macerası sonunda Allah’da fâni olmasıyla, şâir, sözkonusu hakiki aşk nazariyesini ispatlamış olur.