Medine Şehri Tarihi -Başlangıçtan Osmanlı Dönemine Dek-

Medine. Hz. Peygamber’in mescidiyle kabrinin bulunduğu hicret yurdu, İslâm’da iki Harem bölgesinden biri, Resûl-i Ekrem ve Hulefâ-yi Râşidîn döneminin başşehri.

Arap yarımadasının batısında Hicaz bölgesinde Kızıldeniz kıyısına yaklaşık 130 km. uzaklıkta, Mekke’nin 350 km. kadar kuzeyinde olup deniz seviyesinden yük­sekliği Harem-i şerifte 619 metredir. Şehrin kurulmuş olduğu geniş düzlüğün kuzeyini Uhud, güneyini Âir dağları, doğu­sunu Vâkim harresi (volkanik lav akıntısı), batısını Vebere harresi kuşatır. İbn Kesîr’in verdiği bilgiye göre 19 (640) yılında ve Hz. Osman zamanındaki lav püskürtmeleriyle 654te (1256) “Hicaz ateşi” ola­rak tarihe geçen volkanik faaliyetler, Me­dine ve çevresindeki bu volkanik etkinlik­lerin o dönemde henüz tam olarak sona ermediğini gösterir. Medine ve yöresi su kaynakları bakımından oldukça zengin­dir. Şehrin içerisinde ve etrafındaki akar­sular, tabanında suya elverişli yumuşak tabakalı vadilerin yer aldığı volkanik alan­larda bulunan yer altı kaynakları bu zen­ginliğin en önemli unsurlarıdır. Yağmur fazla yağdığında bu alanlardan gelen su­lar zaman zaman sel baskınlarına sebep olmaktaydı. Hz. Osman döneminde Mehzûr vadisinden gelen sel baskınlarını ön­lemek maksadıyla bir set yapılmıştır. 156′-da (773) yağmur suları bütün Medine va­dilerini doldurarak Mescid-i Nebevî’yi teh­dit etmiş, kanallar açılıp suyun dağılması sağlanmıştır. Ovalık bölgede eskiden beri çok sayıda kuyu bu­lunmaktadır. Ancak kuyuların suyu çoğunlukla acı olduğundan içme suları da­ha çok güneydeki kuyulardan temin edil­meye çalışılmıştır. İbn Şebbe, bunlardan Hz. Peygamber’in su içtiği ve abdest aldı­ğı on dört kuyunun adını zikretmektedir.

Medine’nin bilinen en eski adı Yesrib olup bu adın, buraya ilk yerleşen kişi ol­duğu rivayet edilen Yesrib b. Vâil b. Kâyine b. Mehlâbil’in isminden geldiği kayde­dilmektedir. Şehrin adı Batlamyus ve Bizanslı Stephanusta lathrippa olarak verilmiştir. “Zarar vermek, karıştırmak, kötüle­mek, başa kakmak, bozmak” gibi anlam­lara gelen, serb kökünden türeyen Yesrib kelimesi, Kur’an’da Medine’nin adı ola­rak bir yerde geçmektedir.[Ahzâb 33/ 13] Yesrib adı önceleri, kuzeyde ilk yer­leşmenin gerçekleştiği tahmin edilen Curt ile Kanat vadileri arasında kalan kesimi belirtirken daha sonra şehrin tamamı için kullanılmıştır. Hicretin ardından Hz. Peygamber şehre Tâbe, Taybe (hoş ve gü­zel) gibi olumlu anlamlar içeren adlar ve­rilmesini istemiştir. İs­lâm kaynaklarında Medine’ye Tayyibe, Miskîne, Azrâ, Câbire, Mecbûre, Mahabbe, Mahcûbe, Kur’an’da Medine için kul­lanılan “dâr” kelimesinden hareketle [Haşr 59/9] Dârülhicre, Dârülîmân, Dârüssünne, Resûl-i Ekrem’e nisbetle Medînetürresûl (Medînetünnebî) ve el-Medînetü’l-münevvere gibi isimlerin verildiği görül­mektedir. Çoğunluğu şehrin kutsallığına, hicret yurdu ve başşehir olmasına, hic­retten sonra gerçekleşen medenîleşmeye vurgu yapan bu isimlerin sayısı doksan yediye kadar çıkarılmakta ve bunların bir kısmının Tevrat’ta da yer aldığı kaydedilmektedir. Medîne ke­limesinin kökeni konusunda farklı görüş­ler vardır. Medine, Ârâmî dilinde Önceleri “mahkeme yeri”, daha sonra “şehir” an­lamında kullanılan medinta kelimesin­den alınmış ve buradan aktarıldığı İbranî dilinde “bir yöneticinin nüfuz alanına gi­ren yer” mânasında kullanılmıştır. Medi­ne kelimesi Kur’an’da on yerde geçmek­te, bunların dördünde [Tevbe 9/101, 120; Ahzâb 33/60; Münâfikün 63/8] Medine şehri kastedilmektedir. Medine’nin Arapça müdûn veya deyn kökünden türediği ileri sürülür. İbn Manzûr, kelime­nin “şehre gelmek, ikamet etmek, yer­leşmek” gibi anlamlara gelen müdûn kö­künden türediğini ve yeryüzünün yerleş­meye uygun ve kale yapılan her yerine medine adı verildiğini kaydeder Emevîler, Hz. Peygamber’in güzel isimler verdiği Medine’ye halkının kendilerine muhalif olması sebe­biyle Ümmünetn (kirli şehir) veya Habîse adını vermişlerdir.

Mekke ile birlikte iki Harem’den (Hare­meyn) biri olan Medine, hicret yurdu ol­ması ve halkının herhangi bir zorlama olmaksızın İslâmiyet’i benimsemesinden dolayı “Kur’an’la fethedilmiş” kabul edilir. Hicretten sonra Resûl-i Ekrem, “Hz. İbrahim Mekke’yi harem yaptığı gibi ben de Medine’yi harem yap­tım” sözleriyle şehri harem ilân etmiştir. Medine vesikasında kayıt altına alınan bu hüküm Hendek Gazvesi ile Hayber seferin­de elde edilen başarı üzerine bütün Arap kabileleri tarafından kabul edilmiştir. Medi­ne’nin haremi güneydeki Âir ve kuzeydeki Küçük Sevr ve doğuda Vâkım, batıda Vebere harreleri arasında kalan yaklaşık 22 km. yarıçapındaki daireden ibaret olup bu sınırlar işaretler konularak belirtilmiştir.

Medine’ye ilk yerleşmenin ne zaman başladığı hakkında kesin bilgi yoktur. Ta­rih sahnesine çıkışından itibaren Medi­ne’ye yerleşen üç topluluktan (Amâlika, yahudilerve Evs-Hazrec) bahsedilir. Ancak şehre bunlardan hangisinin daha ön­ce geldiği bilinmemektedir. Genellikle ka­bul edilen rivayete göre Yesrib’e ilk ola­rak Amâlika kavminden Amelâk b. Erfahşed b. Sâm b. Nûh veya aynı kabileden Yesrib adlı bir kişi ve beraberindekiler yerleşmiştir. Bu topluluk hakkında veri­len bilgiler Amâlika kavminin Arabistan’­daki tarihiyle de örtüşmektedir. Yahudi­lerin Medine’ye gelişini Hz. Mûsâ döne­mine kadar götürenler olduğu gibi Suri­ye’nin Yunanlılar veya Filistin’in Romalı­lar tarafından işgaliyle bağlantılı gören­ler de vardır. Bir başka görüş de Bâbil Kralı Buhtunnasr’ın Kudüs’ü işgal edip Süleyman Mâbedi’ni yıkmasından sonra (m.ö. 586) buradan çıkarılan yahudilerin Yesrib’e gelip yerleştikleridir. Yahudile­rin Yesrib’e gelişinde sadece zikredilen zorunluluk rol oynamamış, kutsal kitap­larında geleceği bildirilen peygamberin buraya hicret edeceğinin kaydedilmesi de etkili olmuştur. Yesrib’e yerleşen İsrâiloğullan, burada kaleye benzeyen konaklar (ütüm, ucum) inşa etmişler, tarım ve çeşitli sa­natlarla uğraşıp kısa sürede güçlen­mişler, diğer unsurlara göre daha çabuk çoğalmışlar, Amâlika ve Cürhümlüler’i Yesrib’den çıkarıp şehre hâkim duruma gelmişlerdir, Yesrib’in yerleşim birimi ola­rak gelişmesinde yahudi kabileleri Benî Kurayza, Benî Kaynukâ” ve Benî Nadîr’in önemli rol oynadıkları rivayet edilmekte­dir. Anavatanları Yemen olan Evs ve Hazrec kabileleri Arim selinden sonra muh­temelen V. yüzyılda Yesrib ve civarına yer­leştiler. Yahudilere tâbi olarak yaşamaya başlayan bu kabileler siyasal ve ekono­mik baskılara, hatta bazan onur kırıcı çir­kin davranışlara mâruz kaldılar. Sayıca daha az olan Evsliler Kurayza ve Nadîroğulları ile, Hazrecliler de Benî Kaynukâ’ ile ittifak kurdular. Hazrec reislerinden Mâ­lik b. Aclân, Gassânîler ve müttefik Arap kabilelerinden aldığı destek sayesinde yahudilere üstünlük sağladı ve Medine’de hâkimiyet Evs ve Hazrec’in eline geçti (492). Bir süre sonra yahudilerin kışkırt­ması ile bu iki kabile birbirine düşerek yaklaşık 120 yıl boyunca birçok defa sa­vaştı. Bunlardan sonuncusu ve en kanlısı olan Buâs savaşı hicretten beş yıl kadar önce vuku bulmuş ve Hazrecliler’in mağ­lubiyetiyle neticelenmiştir.

Buâs savaşı, ilk Akabe buluşmasından hicrete uzanan sürecin başlangıcı olması açısından İslâm tarihinde büyük öneme sahiptir. Bu dönemde Evs ve Hazrecliler aralarındaki düşmanlığı kaldıracak birleş­tirici bir lidere ihtiyaç duyuyorlardı. Bu arada bir peygamber çıkacağını yahudi-lerden duymuş olmaları onlarda yeni din konusunda fikrî bir zemin oluşturmuştu. Mekke’de güçlü bir destek bulamayan Hz. Peygamber, Taife giderek yeni bir çevrede davasını anlatmayı denediyse de aynı olumsuz tavırla karşılaşmış, buna mukabil Akabe’de tanıştığı bazı Medine (Yesrib) sakinlerinin İslâmiyet’e girmesi üzerine şehir halkının çoğunluğunu mey­dana getiren Hazrec ve Evs kabileleri arasında Müslümanlık süratle yayılma­ya başlamıştı. İkinci Akabe Biatı’nda Medineli müslümanlann, Resûl-i Ekrem’i ve Mekkeli müslümanlan şehirlerine davet ederek her türlü tehlike ve sıkın­tıda onları ve arkadaşlarını koruyacak­larına dair ant içip söz vermelerinin ar­dından (622] Medine hicrete uygun bir yer haline geldi. İslâmiyet’in çevreye ko­layca yayılmasını sağlayacak merkezî bir konumda ve savunmaya elverişli coğrafî bir yapıda olması siyasî ortamın uygunlu­ğu, ayrıca kervan yollarının üzerinde bu­lunması Medine’nin hicret yurdu olarak seçilmesini kolaylaştırdı. Hz. Peygamber’in hicrete izin vermesiyle sahâbîler Mekke’den Medine’ye göç etmeye başla­dılar. Ashabın büyük çoğunluğu Medi­ne’ye gittikten sonra Resûl-i Ekrem de oraya hicret etti.[8 Rebîülevvel 1 / 20 Ey­lül 622] İslâm ve dünya tarihinde bir dö­nüm noktası teşkil eden ve önemli sonuçlar doğuran hicret Mekke’nin fethine ka­dar (20 Ramazan 8/11 Ocak 630) sürdü. Yesrib’e hicretin ardından göçün ortaya çıkardığı ilk problemler çözüldü ve Resûlullah’ın etrafında şehirdeki bütün unsur­ların katıldığı bir beraberlik oluşturuldu. Hicretten sonra Medine’de bazı iç dü­zenlemeler yapıldı. İlk olarak şehri dışa­rıdan gelecek tehditlere karşı güvence altına almak ve gayri müslim unsurlarla Kureyş’in iş birliğini engellemek üzere Hz. Peygamber’in nihaî söz sahibi kabul edildiği, Medine toplumunun bütün un­surlarının katıldığı siyasî birliğin temelini atan Medine vesikası kaleme alındı. Resûl-i Ek­rem’in hicretten sonra hazırladığı bir anayasa niteliği taşıyan bu ilk metinde Evs ve Hazrec kabilelerinin kolları ve on­ların yahudi müttefikleri hakkında ayrın­tılı bilgi vardır. Kabileyi esas alan üyelik anlayışı ve dar otorite kalıplan yerine ye­ni bir siyasî üyelik tanımı getirmiş olan Medine vesikasının yazılmasının ardın­dan ensarla muhacirler arasında kardeş­lik bağı (muhât) kuruldu. Evs ve Hazrec kabileleri, eski düşmanlıklarını unutarak kendilerine verilen ensar unvanına uygun biçimde yaşamaya devam ettiler. Yahu­diler Evs ve Hazrec kabilelerinin oluştur­duğu ittifakı bozmaya çalıştılarsa da ba­şarılı olamadılar.

Hicretten sonra Medine ile Mekke ara­sındaki mücadelenin ilk safhasını Mek­ke’nin ekonomik baskı altına alınması oluşturur. Mekkeliler, müslümanların tehdidi altındaki kervan yollarının emni­yetini yeniden sağlamak ve Medine’yi ele geçirmek amacıyla harekete geçtiler. Me­dine – Mekke arasındaki ilk büyük savaş olan Bedir Gazvesi’nde düşmanlarını mağ­lûp eden Medineliler, Arabistan içerisin­de itibarlı bir konumda bulunan Mekke müşriklerine ilk darbeyi vurmuş oldular. Bedir Gazvesi’nden sonra Mekke müşrik­leri bir yandan Medine’ye yürümek için hazırlık yaparken öte yandan kervanları için alternatif yollar bulmaya çalışıyorlar­dı. Uhud Gazvesi Kureyşliler’e bu anlamda yeni bir ümit oldu. Fakat savaş meyda­nında kazandıkları başarıyı siyasî üstün­lükle pekiştiremediklerinden Medine bir tehdit unsuru olmaya devam etti. Uhud Gazvesi’nde kazanılan başarının ancak Medine’nin ortadan kaldırılmasıyla de­vamlılık kazanacağını düşünen Mekkeli­ler Medine’ye öldürücü darbeyi vurmak için yeni bir seferin hazırlıklarına başla­dılar. Bütün güçlerini toplayarak giriştik­leri ve Medine’nin içeriden savunulduğu olumlu sonuç vermediği gibi itibarlarını da sarstı. Medine’ye karşı bu son hamle­leri de başarısızlığa uğrayan Mekkeliler geri çekilip taarruz konumundan savun­ma konumuna geçmek zorunda kaldılar. Müslümanların kazandıkları psikolojik üs­tünlük ve Medine’de oluşturulan birlik­telik, Arap yarımadasında İslâm’ın yayıl­ması açısından daha elverişli imkânlar ortaya çıkardı. Bu arada Medine vesika­sının hükümlerine uymayan yahudi kabi­lelerinden Benî Kaynukâ” Zilkade 2’de (Mayıs 624), Benî Nadîr Rebîülevvel 4’te (Ağustos 625) Medine’den sürüldü. Hen­dek Gazvesi’nde müslümanlara ihanet eden Benî Kurayza kabilesi de cezalandı­rıldı [Zilhicce 5 / Mayıs 627] ve şehirde hiçbir yahudi kabilesi kalmadı. Bu nokta­dan hareket eden Hz. Peygamber, Mek­ke ile Medine arasındaki husumeti orta­dan kaldırmak ve Kabe’nin müslümanlar tarafından benimsendiğini göstermek is­tiyordu. Bu amaçla çıkılan umre yolculu­ğu sırasında Hudeybiye Antlaşması imzalanarak bir barış ortamı oluşturuldu. Antlaşmanın daha sonra Kureyş tarafın­dan bozulması Mekke’nin fethedilmesi sürecini başlattı. Resûl-i Ekrem Mekke’­nin fethinden sonra muhacirlerle birlik­te Medine’ye döndü ve ensara karşı vefa duygusuyla hareket edip kurduğu devle­tin başşehri yaptığı Medine’de yaşamayı tercih etti. Medine Hz. Ebû Bekir, Ömer ve Osman dönemlerinde çok geniş bir alanda gerçekleştirilen fetihlerin sevk ve idare edildiği, çeşitli idarî ve sosyal dü­zenlemelerin yapıldığı hilâfet merkezi ola­rak önemini korudu. Hz. Osman’ın Medi­ne’de kuşatılarak katledilmesi.[18 Zilhic­ce 35/ 17 Haziran 656] buradaki siyasî otoriteye karşı dışarıdan yapılan ilk mü­dahale olduğu gibi bu olay aynı zamanda Medine’nin insanların zihnindeki kutsi­yetinin çiğnenmesi anlamına da geliyor­du. Hz. Ali’ye biat bu hususta söz sahibi Medineüler’in çoğunluğunun katılımıyla gerçekleşti. Hz. Ali halife olunca gelişen olayları Medine’den çözmeyi denedi. Bir sonuç alamayınca Medine halkının ve ya­kın çevresinin bütün çabalarına rağmen şehirden ayrıldı. Başta ensar olmak üzere Hz. Ali’nin bu kararına muhalefet eden­ler Medine’nin tekrar hilâfet merkezi ola­mayacağı endişesini taşıyorlardı. Hz. Ali’­nin buradan hangi amaçla çıktığı, ilk ola­rak nereye gittiği ve hilâfet merkezini nakletmek isteyip istemediği hususları açık değildir. Bazı kaynaklarda Medine’­nin Hz. Hasan’ın hilâfeti Muâviye’ye bıraktığı yıla kadar (41 /66!) başşehir kabul edilmiş olması en azından başlangıçta Hz. Ali’nin Medine’yi fitneyi bastırmak amacıyla terkettiği ve daha sonra geri döneceği şeklinde yorum­lanmıştır. Temelde siyasî olan bu kararın alınmasında dinî, içtimaî ve iktisadî fak­törlerin rol oynadığı görülmektedir. Hz. Ali halife seçildiğinde İslâm dünyasında siyasî ağırlığın Hicaz’dan Suriye ve Irak’a kaymakta olduğu ve iki bölge arasında üstünlük mücadelesine dönüştüğü dik­kati çekmektedir.

Hz. Ali’yi halife olarak tanımayıp isyan eden Muâviye, Hicaz’a Büsr b. Ebû Ertât kumandasında 4000 kişilik bir kuvvet gönderdi. Medine’ye gelen Büsr halka zulmederek Muâviye için zorla biat aldı. Hz. Ali’nin şehid edilmesi ve Hz. Hasan’ın hilâfeti Muâviye’ye bırakıp Medine’ye yer­leşmesiyle Emevî hanedanı iktidarı ele geçirdi. Emevîler’in hilâfet merkezini Dimaşk’a nakletmeleri Medine’nin siyasî üstünlüğünü zayıflattı. Ancak Asr-ı saâdet’in güzel hâtıralarını ve Hz. Peygam­ber’in mescid ve kabrini bünyesinde ba­rındırması Medine’nin dinî ve kültürel merkez olarak önemini sürdürmesi için yeterliydi. Bu durumdan rahatsızlık du­yan Muâviye, şehre bu önemi kazandıran değerleri buradan naklederek Medine’­nin siyasî hüviyetinden sonra dinî merkez olma özelliğini de kaybetmesini istiyordu. Bu amaçla Vali Mervân b. Hakem’den Mescid-i Nebevi’nin minberini söküp Resûl-i Ekrem’in asâsıyla birlikte Dımaşk’a göndermesini istedi. Ancak Medine’de oluşan muhalefeti aşamadı. Ardından ge­len bazı Emevî halifeleri Hz. Peygamber’in minberini Dımaşk’a nakletmeyi düşünmüşlerse de bunu gerçekleştirecek uy­gun bir ortam bulamamışlardır. Muâviye’nin ölümünden (60/680) sonra Hz. Hü­seyin ve Abdullah b. Zübeyr Medine vali­sinin baskılarına rağmen Muâviye’nin oğ­lu Yezîd’e biati reddedip Mekke’ye gitti­ler. Yezîd’in iktidara gelmesinin ardından müslümanlar Medine’de Emevîler’e karşı yeniden muhalefet hareketi başlattılar. 63’te (683) meydana gelen Harre Savaşı’nda şehir Suriye’den gönderilen Emevî ordusu tarafından yağmalandı; Medine­liler Yezîd’e zorla biat ettirildi. Bundan sonra Medine bazan Emevîler’in, bazan da Hicaz’da halifeliğini ilân eden Abdul­lah b. Zübeyr’in gönderdiği valiler tara­fından yönetildi. Abdülmelik halife olun­ca Hicaz ve İrak’a hâkim olmakla birlikte giderek güç kaybeden Abdullah b. Zübeyr’e yönelmeye karar verdi. Haremeyn’i hâkimiyeti altına almanın yolunun Medi­ne’den geçtiğini çok iyi bilen Abdülmelik ilk olarak bu şehri yeniden Emevî idare­sine katmayı hedefliyordu. Bu maksatla üç ayrı orduyu Medine’ye gönderdi. Şehre girişleri yasaklayıp Mekke ile bağlantısını ve buradan yapılacak mal sevkiyatını kes­ti. Ardından yola çıkardığı Haccâc b. Yû­suf, Medine’de herhangi bir engelle karşılaşmayıp Mekke’ye ulaştı. Abdullah b. Zübeyr özellikle Harre faciasının ardından siyasetle uğraşacak hali kalmadığından Medine halkından tam bir destek görme­di. Emevî hâkimiyetinin sonuna doğru Ebû Hamza eş-Şârî kumandasındaki Ha­ricîler, Kudeyd yakınlarında yapılan savaş neticesinde Medine’yi ele geçirdi.[13 Safer 130/23 Ekim 747] Ancak hemen ar­dından Abdülmeiik b. Atiyye kumanda­sındaki Emevî ordusu şehre yeniden hâ­kim oldu.

İlk Abbasî halifesi Ebü’l-Abbas es-Seffâh’a biat edilmesinden sonra Haremeyn valisi olan Dâvûd b. Ali, Mekke’de başla­dığı Emevî ailesi ve taraftarlarını cezalan­dırma işini Medine’de tamamladı. Siyasî merkez özelliğini kaybetmesinin ardından mer­kezî otoriteye karşı oluşan muhalif hare-ketierin odağı haline gelen Medine, Ab­basîler döneminde de Hz. Ali’nin soyun­dan gelenlerin öncülüğünde Abbasî ik­tidarına muhalif olanlara merkezlik yap­tı. Hz. Hasan’ın hilâfeti Muâviye’ye bırak­masından ve Hz. Hüseyin’in Kerbelâ Vak-‘ası’nda şehid edilmesinden sonra çocuk­ları ve ailelerinin Medine’ye yerleşmesi Ali evlâdını bu şehirde önemli bir siyasî güç haline getirdi. Abbasî idarecileri, destek­leriyle iktidara geldikleri Ali evlâdını sade­ce iktidardan uzaklaştırmakla kalmayıp sürekli gözetim altında tutarak en sert şekilde cezalandırdılar. 1 Receb 145’te (25 Eylül 762) Abbâsîler’e karşı hilâfet id­diasıyla harekete geçen Ali evlâdından Muhammed b. Abdullah en-Nefsüzzekiyye, İmam Mâlik’ten fetva aldığı kaydedi­len şehir halkının desteğiyle Medine’ye hâkim oldu. Ancak kısa bir süre sonra îsâ b. Mûsâ kumandasındaki Abbasî ordusu şehri ele geçirdi [14 Ramazan 145/6 Ara­lık 762] Muhammed en-Nefsüzzekiyye ve teslim olmayan Medineliler öldürüldü. Harre Vak’ası’ndan sonra Medine tarihinde en çok iz bırakan bu olayın ardından Medine, merkezî hü­kümete karşı Ali evlâdının ve Özellikle Hz. Hasan neslinden gelenlerin öncülüğünde gerçekleşen muhalefet hareketinin merkezine dönüştü. Medine’de isyan eden Sâhibü Fah Hüseyin b. Ali’nin öldürülmesi üzerine (169/786) Medine vali vekili Ömer b. Abdülazîz b. Abdullah, Ali evlâdından olanlarla Sâhibü Fah Hüseyin’e destek ve­ren bazı kimselerin evlerini yakarak malla­rına el koydu. 230’da (845) Benî Süleym kabilesinden bir grup eşkıyanın Medine’­de isyan edip Mekke ve Medine arasında yol kesmesi ve bazı köyleri yağmalaması üzerine Abbasî Halifesi Vâsik-Billâh ta­rafından gönderilen Boğa el-Kebîr lakaplı Ebû Mûsâ et-Türkî Medineliler’in de yardı­mıyla âsileri cezalandırdı.

266 da (880) Ali evlâdından Hasenîler ve Hüseynîler arasında çıkan ihtilâf şeh­rin çeşitli yerlerinde silâhlı çatışmalara sebep oldu. Kökleri Emevîler dönemine kadar uzanan müca­deleden Hüseynîler galip çıkınca Hasenî­ler Mekke’ye gitmek zorunda kaldı. Me­dine idaresini ele geçiren Hüseynîler, Ab-bâsîler’in ikinci döneminden itibaren İs­lâm dünyasında kurulan bütün devletle­rin Haremeyn’e hâkim olarak İslâm dün­yasının liderliğini üstlenmek için göster­dikleri mücadele ve rekabetten en iyi şe­kilde yararlanıp Medine’deki güçlerini pe­kiştirdiler. IV. (X.) yüzyıldan itibaren şeh­rin yerel yöneticisi konumundaki Hüsey­nîler çıkarlarına göre bazan Fâtımîler, bazan da Abbasîler adına hutbe okuttular. Diğer taraftan Medine ekonomik yönden bağımlı olduğu Mısır’a siyasî yönden de bağımlı hale geldi. Bundan sonra Mısır’­da kurulan devletlerle diğer devletler ara­sında rekabete sahne olan Medine IV. (X.) yüzyıldan itibaren Mısır’a bağlı olarak yö­netildi. Medine’nin siyasî açıdan Mısır ile bağlantısı Tolunoğulları döneminde (868-905) gerçekleşti. İhşîdîier de Medi­ne’ye hâkim olmaya çalıştılar. Ancak on­ların hükümranlığı kısa sürdü (965-969) ve Abbasî valileri şehri yeniden hâkimi­yetleri altına aldılar. 358 (969) yılında tekrar Medine’ye hâkim olan Hüseynîler, Abbasîler yerine Fâtımîler adına hutbe okutmaya başladılar. 365’te (976) tekrar Abbasî idaresine geçen Medine bundan sonra iki devletin önemli rekabet alanı haline geldi ve şehirde hâki­miyet Abbasîler ile Fâtımîler arasında sık sık el değiştirdi. Medine emîrleri menfa­atleri doğrultusunda güçlüden yana ta­vır takındılar. Fâtımîler, Abbâsîler’le doğ­rudan çatışmaya girmek yerine İslâm dünyasında fiilî hâkimiyetin Haremeyn’­de adına hutbe okunan devlet başkanına ait olduğu gerçeğinden hareketle Mekke ve Medine’ye hâkim olma siyasetini be­nimsediler. 359’da (970) Medine içerisin­de Fâtımîler, Medine dışında ise Abbasî­ler adına hutbe okunmuştu. Abbâsî-Fâtımî rekabetinin yanında Mek­ke ve Medine emîrleri arasında mücade­le devam ediyor, bazan Medine, Mekke emîrleri tarafından istilâ ediliyor bazan da Medine’den Mekke’­ye sefer düzenleniyor ve iki grup arasın­da çatışmalar oluyordu. Bazan kendi adlarına hare­ket eden Mekke emîrleri Medine’yi ken­dilerine bağlamak istiyorlardı. İdarî bakımdan zaman zaman Mekke emîrine bağlanan Medine’de Hüseynîler’in yönetimi uzun süre devam et­ti. Bununla birlikte Hüseynî emirlerinin siyasî hareket alanları genellikle Medine ile sınırlı kalmış, Mekke emîrleri gibi Hi­caz bölgesi ve dışına nadiren taşmıştır. Fâtimîler’in Haremeyn’e hâkim olması, Sünnîliği benimseyen Selçuklular’ın Me­dine’yi Sünnî hâkimiyetine sokmak için mücadele etmelerine yol açtı. Mekke’de adına hutbe okunduğunu haber alan (462/1070) Selçuklu Sultanı Alparslan bundan memnun oldu ve Medine emîri­ne adına hutbe okutursa tahsisat bağla­mayı ve çeşitli hediyeler göndermeyi vaadetti. Ancak Mekke emîrinin Me­dine’ye Türkler’den meydana gelen bir ordu göndermesi ve burada bazı faaliyet­lerde bulunmasına rağmen Selçuklu sul­tanının bu arzusu gerçekleşmedi. Selçuklular’ın Medine ile ilgisi Sultan Melikşah zamanında devam etti ve 482-483’te (1089-1090) Medine’de Halife Muktedî-Bİemrillâh ile birlikte Melikşah adına hut­be okundu. Sultan Melikşah’ın vefatı üze­rine Medine’de hutbe hükümdar olan oğlu Mahmud adına okundu.[22 Şevval 485/25 Kasım 1092] Daha sonra şehre bazan Selçuklular, bazan Fâtımîler hâkim oldular. Yemen’in önemli bir kısmını ele geçiren Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin kardeşi Turan Şah’ın gayretleriyle Fatımî hâki­miyetinden çıkan Medine’de hutbe 569 (1174) yılından itibaren Abbasî halifesi­nin yanı sıra Nûreddin Mahmud Zengî adına okunmaya başlandı. Nûreddin’in ölümü­nün (569/1174) ardından bağımsızlığını İlân eden Selâhaddîn-i Eyyûbî Medine ile özel olarak ilgilenip buradaki Sünnî hâki­miyetinin devamını sağladı. Adları hut­bede Abbasî halifeleriyle birlikte zikredi­len Eyyûbî hükümdarlarının Medine ile ilgileri Selâhaddin’den sonra da devam etti.

Abbasî halifelerinin İslâm dünyasında siyasî etkinliklerinin azalması ve “hâdimü’l-Haremeyn” unvanını kullanan Mem­lûk Sultanı I. Baybars’ın Moğol istilâsıyla ortadan kaldırılan Bağdat Abbasî hilâfe­tini Mısır’da yeniden kurmasının ardın­dan Medine Memlükler’e bağlandı. Hare­meyn’e hizmet konusunda zaman zaman Osmanlılarla rekabete ve mücadeleye girişen Memlükler’in Medine hâkimiyeti Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferine kadar (1517) sürdü.

TDV İslâm Ansiklopedisi

 

Daha yeni Daha eski