Tasvir Nedir, Nasıl Yapılır, Nasıl Yazılır, Örnekleri

Tasvir bir yazı türü değildir. Her yazı türünün içinde tasvir bulunur. Kompozisyonnun bir anlatım niteliğidir.

Tasvir, en basit tarifiyle, kelimelerle resim yapmak demektir. Fakat bu tarif, tasvir hakkındaki anlayışımızı tam olarak kapsamaz.

Tasvir, eşyanın karakteristiğini göstermek, yani herhangi bir şeye teklik kazandırmak, onu benzerlerinden ayırmak demektir. Aynı cinsten eşyaların, olayların birbirine benziyen tarafları olmakla beraber, birbirlerinden ayrılan tarafları da vardır. Meselâ her evin kapıları, pencereleri, odaları, tavanları, tabanları vardır. Fakat hiçbirininki birbirine benzemez. İşte bir şeyin, ötekilerden başkalık gösteren taraflarını anlatmıya tasvir etmek denir.

İyi bir tasvirde şu niteliklerin bulunması gerektir :

1.    Tasvirin, tasvir edilen şeyin doğruluğuna aykırı düşmemesi

2.    Tasvirin canlı olması

Bunların sağlanabilmesi için görüş noktasının iyi seçilmesi gerekir. Yani o şeyi tekleştirecek dayanakları bulmak gerekir.

“Bir olayın yaratıcı sebepleri ve akışı, ötekilerinkinden niçin ve nasıl ayrılıyor; şu adam öteki adama neden ve hangi özellikleriyle benzemezlik gösteriyor; bu düşünce öbür düşüncenin benzeri olduğu halde neden ayrı sonuç veriyor?” gibi, birtakım nedenlere gözümüzü ve zihnimizi bağlamak, o şeyin görüş noktasını bulmak demektir. Görüş noktası bulununca onu belirtmek yani tasvir etmek kolaylaşır. Tasvirin çeşitleri vardır:

a)    Görünüş tasviri

Görünüş tasviri, insanın dışmda kalan her türlü eşya ve olaya ait tasvirdir. Bir hayvanı, bir manzarayı, bir evi, bir olayı anlatan yazılar bu cinsten tasvirlerdir.

b)    Portre

Portre de insanlara ait tasvirdir. Bu çeşit tasviri fizikî ve ruhî portre olmak üzere ikiye ayırıyoruz.

Fizikî portre, insanın dış yapısını anlatan tasvirdir.

Ruhî portre ise, insanın vücut yapısının başkalarmmkine benzemiyen özelliklerini çizer; ruhî portre de bir kimsenin duygularını, düşüncelerini başkalarmmkinden farklı taraflarıyla anlatır.

Tasvir, insanı her zaman ya fizik, ya da ruh bakımından ele almaz. Çok defa ikisi birbirinin içinde anlatılır.

Eski roman ve hikâyelerde fizikî ve ruhî tasvirlere fazla önem verilirdi. Öyle ki sırf tasvir olsun diye sayfalar doldurulurdu. Her iki çeşit portreyi bir olaya bağlamak ve olayın akışını engellememek suretiyle çizmiye çalışıyoruz. Siz de tasvirlerinizde bu noktaya önem vermelisiniz.

Şimdi, iyi bir gözleme dayanması ve canlı bir tasvire örnek olması bakımından aşağıdaki yazıyı gözden geçirelim. Yazar, ele aldığı konağı, başka konaklara benzemiyen taraflariyle işlemiş, kuvvetli bir tasvir meydana getirmiştir.

(Eşyanın tasvirindeki gözleme çok iyi dikkat etmelisiniz). ESKİ BİR KONAK

ESKİ BİR KONAK

Naim Efendi’nin konağı hakikaten bir baykuş yuvasına dönmüştür; sahibiyle beraber her gün biraz daha yıkılıp gidiyordu. Gerçekten sağı solu yangın viraneleriyle muhat olan bu evin haricî manzarası pek mağmum bir şeydi; fakat asıl içine girildikten sonardır ki, insanın kalbine korku ile karışık derin bir kasvet çöküyordu. Zili bozulan sokak kapısı ağır bir tokmakla vuruluyor ve birçok gıcırtılarla, kabl-et-tarihî muztarip bir hayvan gibi sarısıla sarsıla açılıyordu. İçeriye atılan ilk adımda göze tesadüf eden manzara kırık dökük, yırtık pırtık birtakım eşya yığınları; buruna çarpan koku, bir nevi toz ve küf kokusu idi. Kımıldamaktan ve söz söylemekten bıkmış yarı derviş, yarı meczup kıyafetli bir uşağın arkasından bu eşya yığınları arasında, iç avluyu geçip de haremdairesine varıldı mı insanı istilâ eden hüzün daha ziyade artıyordu. Burası yer altında bir mahzen gibiydi. Sanki, senelerden beri hiçbir tarafından ne hava, ne ziya almıştı. Bununla beraber, divanhaneler ve dehlizler çepçevre geniş, perdesiz ve pervazları sökülmüş pencerelerle muhattı ve pençerelerin camlarından birçoğu kırıktı; bu kırık camları örten örümcek ağlarının arkasında kış yaz rutubetten âdeta bozulmuş birtakım su yolları gibi sızan yüksek bahçe duvarlarının esmer şekilleri görülüyordu. Her basamağı ayrı bir ses çıkaran merdivenlerden çıkıp da eskiden, büyük otellerdeki holler tarzında Pisalti’ye döşetilmiş büyük sofaya varılır varılmaz en hafif bir ses bile tehi bir kubbenin altında gibi aks-i sadalar yapıyordu.

Bu sofada, şimdi her taraftan pamukları fırlamış iki eski “otoman” ile, bir ayağı kırık ceviz bir orta masasından başka, eşya namına bir şey kalmamıştı. Bu cevizden masanın üstünde uzun zamandan beri işlemiyen, pirinçten bir antika saat duruyordu. Yerde, her tarafından yırtılmış bir eski keçe, insanın ayağmı çeliyor; sonra loş ve çıplak bir dehlizden boş odaların kapalı kapıları önüne geçiliyordu. Bu odalarda kuşlar yuva yapmışlardı.

Yakup Kadri Karaosmanoğlu (Kiralık Konak, 1939)

Daha yeni Daha eski