İslâm hukukunda hak ve borçlara ehil olma, kendi fiiliyle hak ve borçlar meydana getirebilme ehliyetini etkileyen âmillerden (avârı-du’l-ehliyye) kişinin kendi gücü dahilinde olmayanlara “avârız-ı semâviyye” denmektedir. İşte bunların sonuncusunu teşkil eden, kişinin bütün ehliyetlerine son veren, kısaca, şahsiyeti sona erdiren durum “ölüm”dür. Şu kadar var ki, ölüm, bu olaydan sonra yeni hakların ve borçların doğumuna engel ise de , ölümden önceki dönemle bağlantısı olan hak ve borçların meydana gelmesine mani değildir. Meselâ, bir kimse denize ağ attıktan sonra ölse, ağa takılan balıklar onun terikesine dahil sayılır. Yine tazminatı gerektiren şartlar içinde bir hafriyat yaptıktan sonra ölen kimsenin bu hafriyatı başkasının ölümüne sebebiyet verirse, uğranılan zarar onun terikesinden tazmin edilir. Ölünün borçlarına kefil olunup olunamayacağı konusunda ise farklı görüşler vardır.
“Hakiki ölüm”, hayatın gerçekten sona ermesidir. Bunun dışında iki ölüm şekli daha kabul edilmiştir: 1) “Hükmî ölüm”: Düşman ülkesine kaçan mürted gibi hayatta olduğu bilinen veya kaybolan ve kendisinden haber alınamayan (mefkûd) bir kimsenin ölümüne mahkemece hükmedilebilir (bk. Mefkûd).
2) “Takdirî ölüm”: Hamile bir kadının karnındaki çocuğunun düşürülmesi ile, takdi-ren yaşıyor sayılan çocuk takdiren ölmüş kabul edilir. Bu duruma bazı hukukî sonuçlar bağlanır.
“Medenî ölüm” diye bilinen ölüm anlayışı İslâm hukukunda yoktur (bk. Medenî).