III) BİRLİĞİ
İslâmiyet’in tevhid dini olarak tanınması, doğduğu coğrafyada yaygın olan puta tapıcılığı ortadan kaldırmayı hedef almasının yanında, bütün insanlığa hitap etme özelliğiyle, insanlar arasında gerek o çağda bulunan gerekse sonraki dönemlerde ortaya çıkacak olan çok tanrıcı İnançlara cephe almak, hatta diğer semavî din mensuplarının ulûhiyyet anlayışını tashih etmek gibi önemli görevleri üstlenmesine bağlı olmalıdır. Kur’ân-ı Kerîm’in düşünce örgüsünde insana değer verme unsuru çok önemli bir yer tutar. Kişinin kendisi gibi yaratılmış bir nesneyi tanrı diye tanıması, ona insan üstü özellikler vererek tapınması insanlık değerleriyle bağdaşmaz. Çok tanrıcı inancın tenkit edildiği birçok âyette tapınılan şeylerin değersizliğine sık sık dikkat çekilmekte ve özellikle onların yaratma gücünden, hatta insana ait birçok fonksiyondan yoksun olduğu vurgulanmaktadır. Kur’an’ın başlangıç bölümünü teşkil eden Fatiha süresinin her namazda birkaç defa okunmak suretiyle günde yaklaşık kırk defa tekrar edilişinin hikmetlerinden biri, her halde tapınılacak, yardımı istenip sığınılacak varlığın sadece Allah olduğunu kişinin zihnine ve gönlüne yerleştirmekten ibarettir. Kâinatı yaratıp geliştiren, koruyup yöneten, engin ve sınırsız rahmetle nitelenen (rabbü’l-âlemîn, rahman ve rahim) Allah’tan başkasına kulluk anlamında eğilmek, kendini ona bağımlı hissetmek (ibâdet ve istiâne), birçok yaratıktan üstün ve şerefli kılınan (İsrâ 17/70) insanoğluna büyük bir haksızlıktır. Kur’ân-ı Kerîm, Hz. Lokman’ın oğluna öğüt verirken söylediği hikmetli sözlerinden birini şöyle nakleder:
“Allah’a ortak tanıma! Şüphe yok O’na ortak tanımak büyük bir zulümdür” (Lokman 31/13) Birçok âyet de inançsızlığı (küfür) veya çok tanrıcı anlayışı (şirk), bu zihniyetlerin sahiplerinin kendilerine reva gördükleri bir zulüm olarak niteler. Burada söz konusu edilen zulüm, her şeyden önce insanın kendi şahsiyetini, hürriyetini, şerefini ve dolayısıyla insanlık değerini kendi davranışlarıyla yok etmesi anlamına gelir.
Kur’an, Allah’ın varlığının insan tarafından benimsenmesini onun selim yaratılışının gereği saydığı gibi O’nun birliğini de aynı mahiyette kabul etmiştir. Bu, eski antropolojik teorilerin aksine dinler tarihi alanında yapılan yeni araştırmaların da desteklediği bir husustur. Ancak O’nun birliğini ifade eden âyetler varlığını belirten âyetlerden çoktur. Öyle görünüyor ki tanrının birliği sonucuna ulaşmak, bu sonuca hem inanç ve düşünce hem de ibadet ve duygularda sadık kalmak O’nun varlığını benimsemekten zordur; çünkü tanrının varlığı daha çok aklın fonksiyonunu ilgilendirdiği halde birliği akılla birlikte ve ondan çok iradenin eğitimine ve duygu hayatının geliştirilmesine bağlıdır.
Allah’ın birliğinden bahseden ve çoğu Mekke’de nazil olan âyetler, doğrudan tevhidi telkin edenler veya şirki reddedenler olmak üzere iki grup halinde düşünülebilir. Daha çok vâhid, ahad ve vahde kelimeleriyle doğrudan O’nun birliğini ifade eden âyetler hadislerle de desteklenmiştir.
Bunların dışında Kütüb-i Sitte’de Allah’ın isimlerinden biri olarak yer alan vitr (tek) kelimesi ve Halîminin kanaatine göre Kur’an’da ve hadiste Allah’a nisbet edilmiş bulunan kâfî (yeten, kulunun bütün ihtiyaçlarını karşılayan) kelimesiyle O’nun aşkın bir varlık olduğunu ifade eden alî, azîm, refî gibi isimler, Allah’ın birliğini doğrudan telkin eden terimlerdir. Bu delillere İhlâs sûresinin ikinci âyetini de ilâve etmek gerekir. (Samed: her şeyden müstağni, her şey ona muhtaç.)
Kur’ân-ı Kerîm’de şirki ve ulûhiyyet makamına yakışmayan bütün yaratılın işlik, acz ve eksiklik kavramlarını reddetmek suretiyle tenzihi amaçlayan âyetler pek çoktur. Bu tür âyetlerin konu edindiği ve tevhide aykırı olduğu bilinen bütün inançların tarihî oluşumunu ve bu inançların taraftarlarını Hz. Peygamber’in ilk muhatapları olan İslâm öncesi Araplarında bulmak mümkün olmayabilir. Çünkü Allah’ın elçisi olarak bütün insanlığa geldiğini ilân eden (A’râf 7/158) Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği din belli bir zaman ve coğrafyada ortaya çıkmışsa da evrensel mesajlarıyla zaman ve mekân sınırlarını aşmış ve bütün insanlığa hitap etmeyi amaçlamıştır. Şu halde müslüman ve Batılı bazı yazarlarda görüldüğü üzere tevhid ve tenzih âyetlerinin red ve tenkit açısından konu edindiği inançların hepsini Câhiliye Arapları’nda aramak, bunun için uzak yorumlar yaparak tahminler yürütmek isabetli bir metot sayılmamalıdır.
Allah’a nisbet edilen “Bir”lik, herhangi bir sayı dizisinin ilk basamağı anlamına gelmez. Buradaki bir, “Cüzlerden oluşmuş (mürekkeb) bir varlık olmayan, benzeri ve dengi bulunmayan, yegâne tapınılacak varlık” demektir. Tevhidin ulûhiyyet ve rubûbiyyet alternatifleriyle ele alınarak işlenişi erken dönemlerde başlamış olmalıdır. Tevhîd-i ulûhiyyetten maksat Allah’ın zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde bir. yegâne ve benzersiz olduğunu kabul etmek; tevhid-i rubûbiyyet de O’ndan başkasına tapınmamak ve sığınmamaktan ibarettir. Bu tevhidlerin her ikisini Fatiha sûresinin 5. âyetiyle birlikte kelime-i tevhîd de bir araya toplamıştır. Çünkü kelimei tevhîdde geçen “İlâh” kelimesi müslümanlar arasında genellikle “Mâbud” (tapacak) mânasına alınmış ve cümle “Allah’tan başka tapınılacak yoktur” tarzında anlaşılmıştır. Bundan dolayı Yûsuf ed-Dicvi’nin bu tür tevhid anlayışını İbn Teymiyye’ye mal etmesi ve tenkide tâbi tutması isabetli değildir. Tevhidi ulûhiyyet ve rubûbiyyet şeklinde açıklayan birçok âyet vardır. Burada Hz. Peygamber’in Kur’an’ın üçte birine denk tuttuğu İhlâs sûresine temas etmekle yetinelim: “De ki O Allah birdir. Allah her şeyden müstağni, fakat her şey ona muhtaçtır. Doğurmamış ve doğmamıştır. Hiçbir kimse onun dengi değildir”. Sûrenin İlk âyetinde Allah’ın birliği doğrudan doğruya ifade edildikten sonra sıfatlarıyla birlikte zâtının varlığı ve bekası, ayrıca fiillerini yürütmesi açısından kimseye muhtaç bulunmadığı, aksine her şeyin kendisine muhtaç olduğu vurgulanmış, gerek nesep yoluyla gerekse dengi, benzeri bulunmak gibi başka yollarla ulûhiyyet ve rubûbiyyette çokluğun mümkün olmadığı açık ve güçlü ifadelerle dile getirilmiştir. İhlâs sûresi İslâm öncesi Araplarının puta tapıcılığını reddettiği gibi yüce tanrının sıfatlarında antropomorfizme düşen Yahudiliği ve Allah ile birlikte Hz. İsâ ve Rûhulkudüs’ü de tanrılaştıran hıristiyan inancını tashih etmiş, bir, benzersiz ve müstağni olma prensiplerine ters düşen bütün inançları bâtıl ilân etmiştir.
İslâm literatüründe tevhide aykırı inanışlar, geniş anlamlı bir kavram olan şirk kelimesiyle ifade edilmiştir. Sirki de tevhidde olduğu gibi ulûhiyyet ve rubûbiyyet kavramları karşısında iki grup halinde incelemek mümkündür. Muhtelif âyetlere göre ulûhiyyette şirk Allah’a ortak tanımaktır ki bu şerîk (ortak), küfüv, küf (denk, benzer), velî veya vâlî (dost. efendi), nid (özünde benzeri), şefî (şefaatçi, aracı, yardımcı) ve şehîd (şüheda) şeklinde çoğul olarak, yardımcı, lehte şahitlik yapan, moral veren) kelimeleriyle ifade edilmiştir.
Bu tür şirkin kapsamına giren varlıkların tam olmasa bile kısmî bir tanrılık fonksiyonuna sahip bulunduğuna inanılır. Birçok âyette bu tür inançlar kesinlikle reddedildiği gibi söz konusu ortaklan cismanî olarak temsil eden putlar da şiddetle yerilerek din dışı ilân edilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Nuh’un kavmi ile Câhiliye Arapları’-nın bazı putlarının isimleri anıldıktan başka genel anlamda putlar için İlâh (âlihe. tanrılar), sanem (asnâm), vesen (evsân), timsâl (temâsîl, heykel), ünsâ gibi kelimeler kullanılmıştır. Birçok âyette tevhide aykın kavramlar olarak yer alan bu kelimeler aynı mahiyette hadislerde de geçer. Yahudilerin Uzeyr’i, hıristiyanlann Mesih’i Allah’ın oğlu kabul etmeleri (Tevbe 9/30), Câhiliye Araplan’nın aslında kız evlâttan hoşlanmamalarına rağmen melekleri Allah’ın kızları saymaları Kur’an’da tenkide tâbi tutulur ve zevcesi (sahibe) olmayan yüce yaratıcıya evlât nisbet etmenin aklıselim ile bağdaşmadığına dikkat çekilir. (En’âm 6/101) Dinler tarihinde mevcudiyeti bilinen, Câhiliye Araplan’nda da belirtilerine rastlanan ay, güneş ve yıldızların takdis edilişi de tevhidle bağdaşmayan bâtıl inançlardan kabul edilir. Halbuki takdis edilmek istenen güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar ve hayvanlar dahil olmak üzere kâinattaki her şey Allah’a secde eder; bu secdeden sadece bir grup insan istisna edilebilir. (Hac 22/18)
“Gece, gündüz, güneş, ay Allah’ın varlığını ve birliğini ispat eden belgelerindendir. Siz eğer ona kulluk etmek istiyorsanız güneşe, aya değil bunları yaratan Allah’a secde edin” (Fussılet 41/37)
Duyularla idrak edilemeyen cin ve melek gibi bazı varlıkları veya görülebilir türden olsa da ölmek suretiyle duyu sınırlarının ötesine göçen saygıya değer canlıların ruhlarını takdis etmek, onları temsil eden heykelleri putlaştırmak. Câhiliye Araplan’nda ve diğer bazı milletlerde görülen bir inanç şeklidir. Oysa İslâmiyet her şeyin Allah’ın mahlûku olduğunu ilân etmiş, hiçbir kimseye ne hayatında ne de ölümünden sonra beşer olmanın ötesinde vasıflar nisbet edilemeyeceğini ve insan üstü saygı gösterilemeyeceğini bildirmiştir. Bu sebepledir ki Hz. Peygamber, tevhid inancının henüz tam yerleşmediği ilk dönemlerde kabir ziyaretini yasaklamış, daha sonra da kabirlerin temiz, bakımlı olmasını ve muhafaza altına alınmasını tavsiye etmekle beraber ibadet yeri haline getirilmesini, hatta orada hayvan kesilmesini menetmiştir.
Aynı şekilde ne kadar saygıya değer olursa olsun Allah’tan başka herhangi bir şey üzerine yemin edilmesini yasaklamış, Hz. Ömer’in Câhiliye’den kalma bir alışkanlıkla babasının adına yemin ettiğini duyunca, “Allah atalarınız adına yemin etmenizi yasaklamıştır; yemin edecek kimse Allah adına yemin etmeli veya susmalıdır” demek suretiyle onu ikaz etmiştir. Abdullah b. Ömer de “Kabe hakkı için” diye yemin eden kimseye müdahelede bulunarak “Kabe’nin rabbi hakkı için” demesini tavsiye etmiştir. İslâm dininde Allah adına kesilmeyen hayvan etinin yenilmemesi de aslında tevhid inancı prensibine bağlıdır. Çünkü diğer inanışlarda olduğu gibi Câhiliye inanışlarına göre de tanrılara ve onların temsilcisi sayılan çeşitli putlara adaklar adanır, onlar adına kurbanlar kesilir, hayvan eti gibi faydalanılacak besinlerle tanrılar arasında türlü bağlantılar kurulurdu. Kur’ân-ı Kerîm’de yenmesi yasaklanan besinler belirtilirken Allah’tan başkası adına kesilen hayvanlar da (Mâide 5/3) sayılmıştır. Fıkıh âlimlerinin tamamına yakın bir çoğunluğu, hayvan kesilirken besmelenin unutulmasını sakıncalı görmemiştir. Hatta Şafiî fakihleri ile İmam Ahmed ve Mâlik’ten gelen bir rivayete göre besmelenin kasten terkedilmesinde de mahzur yoktur. Çünkü yasak olan, hayvanın Allah’tan başkası adına kesilmesidir; müslümanın böyle bir inanç taşıması ise söz konusu değildir.
Başta Kur’ân-ı Kerîm olmak üzere naslardan çıkarılan ve bütün müslümanlar tarafından samimiyetle benimsenen inanç prensiplerine göre Allah’tan başka en çok hürmet edilecek olan varlık Hz. Muhammed’dir. Hatta Allah’ı sevmenin belirtisinin, O’nun lütuf ve affına erişmenin yolunun Hz. Muhammed’e uymaktan ibaret olduğu ifade edilmiş (Âli İmrân 3/31), Peygamber’e itaat etmenin Allah’a itaat anlamına geldiği belirtilmiştir. (Nisâ 4/80) Bununla birlikte Allah ile Resulü’nün hukuku kesin çizgilerle birbirinden ayrılmış, resulde beşer olmanın fevkinde ilâhî hiçbir özelliğin bulunmadığı ısrarla dile getirilmiş, geçmiş peygamberlerin de aynı özellikleri taşıdıkları ve kendilerinin de bunu ümmetlerine telkin ettikleri ifade edilmiştir. (Âl-i İmrân 3/79-80; Mâide 5/116-117; Kehf 18/110) Kur’an’da “Allah” ve Hz. Muhammed kastedilerek “Resul” kelimeleri yanyana zikredilirken her birine karşı müminlere düşen vazifeler şu şekilde belirlenmiştir: Allah’a, yaratıcısı ve yöneticisi olarak dünyanın, ceza ve mükâfat vericisi olarak âhiretin sahibi aşkın varlık olarak, resulüne de O’nun talimatını insanlara getiren ve uygulayan örnek insan olarak inanmak; Allah’a tapınmak ve ondan korkmak, resulüne itaat, yardım ve tazim etmek (Nûr 24/52; Feth 48/9) Hîre halkının kendi liderlerine secde ettiklerini gören Kays b. Sa’d, Hz. Peygamberin secde edilmeye daha lâyık bir lider olduğunu düşünerek bunu kendisine teklif etmiş, o da Allah’tan başkasına secde edilemeyeceğini belirterek kendisine secde edilmesini kesin olarak yasaklamıştır. Tevhid dinine bağlı olmalarına rağmen hıristiyanlann Hz. îsâ’ya insan üstü vasıflar atfetmeleri karşısında Hz. Muhammed ümmetini uyarmış ve şöyie demiştir: “Hıristiyanlann Meryem oğlu îsâ’yı İnsan üstü vasıflarla Övdüğü gibi siz de beni övmeyin. Ben sadece Allah’ın bir kuluyum. Benim için Allah’ın kulu ve resulü deyin”
Başta tefsir, hadis, kelâm, İslâm felsefesi, tasavvuf olmak üzere İslâmî ilimlerle meşgul olan birçok bilgin, Allah’ın birliğini naklin yanı sıra aklî delillerle de ispatlamaya çalışmıştır. İslâm düşüncesine bağlı muhtelif ekollerin sıfatlar konusunda göze çarpan fikir ayrılıkları, duyu organlarıyla idrak edilemeyen Allah’ın sadece zihnî bir varlıktan ibaret olmayıp fiilen de mevcut bulunduğunu sıfatlarıyla ispat etmenin yanında, O’nu birliğini zedeleyecek her türlü ortaklık ve benzerlikten tenzih etme düşüncesine dayanmaktadır.
Kelâm âlimleri Allah’ın birliği konusuna genellikle iki açıdan bakmışlardır: Zâtı itibariyle tek ve ortaksız olması, sıfatları açısından O’nunla yaratılmışlar arasında benzerliğin bulunmaması. İmâm-ı Azam Ebû Hanîfe el-Fıkhü’l-ekber, Allah Teâlâ’nın, ortağı bulunmamak anlamında bir olduğunu belirttikten sonra İhlâs sûresini delil olarak getirmiş ve O’nun cisim veya araz olmadığını, denginin veya zıddının (rakibinin) söz konusu olamayacağını, ne kendisinin herhangi bir şeye ne de herhangi bir şeyin kendisine asla benzemediğini ifade etmiştir. Sünnî kelâmın kurucularından Ebû Mansûr el-Mâtürîdî tevhidin tarihî, aklî ve kozmolojik delillerle sabit olduğunu söyledikten sonra tarihî delil olarak, çoğulcu bir inanca sahip olanlar da dahil olmak üzere, Allah’ın varlığını benimseyen herkesin aslında tek tanrı anlayışını da benimsemiş olduğunu belirtir. Tevhid ehlinin benimsediği yüce tanrıdan başka ciddi anlamda tanrılık iddiasında bulunan, tanrılığını belgeleyecek fiiller işleyen veya mucizelerle donanmış peygamberler gönderen birinin ortaya çıktığını tarih kaydetmemiştir. Mâtürîdî tevhid için ileri sürdüğü aklî delili, konu ile ilgili âyetlerin istidlal biçimine dayandırmıştır. Bu âyetlerden biri (Enbiyâ 21/22), göklerde ve yerde yani tabiatta Allah’tan başka tanrılar bulunsaydı tabiat düzeninin bozulacağını ifade eden ve kelâm literatüründe “Burhân-i temânu” diye anılan delilin kaynağını oluşturur. Diğerleri de aynı konuda sık sık zikredilen şu âyetlerdir:
“De ki, eğer iddia ettikleri gibi Allah’la beraber başka tanrılar bulunsaydı, o takdirde onlar yüce kudret sahibi Allah ile mücadele etmenin yolunu araştırırlardı” (İsrâ 17/42)
“Allah evlât edinmemiştir. O’nunla birlikte başka bir tanrı da yoktur; eğer öyle olsaydı her bir tanrı kendi yarattığı ile başbaşa kalır ve tanrılar birbirine üstün gelmeye çalışırlardı” (Mü’minün 23/91)
“Yoksa Allah’a O’nun gibi yaratan ortaklar buldular da yaratış, kendilerine, birbirine benzer mi göründü?” (Ra’d 13/16)
Mâtürîdi’nin kaydettiği kozmolojik delil de tabiatta gözlenen düzen esasına dayanır. O bununla İlgili olarak çeşitli örnekler verdikten sonra halik ile mahlûk arasında düşünülecek her türlü benzerlik iddiasını muhtelif delillerle reddeder. Sünnî kelâm ekolünün diğer temsilcisi olan Eş’arfye gelince, o da biraz önce söz konusu edilen tevhid âyetlerine dayanarak Mâtürîdîde olduğu kadar güçlü olmasa da zât-ı ilâhiyyenin birliğini ispata çalışır, sıfatlan açısından da onunla yaratıklar arasında hiçbir benzerliğin bulunmadığını kaydeder. Mâtürîdî ve Eş’ari’den sonra gelen kelâmcılar Allah’ın birliği konusunu işlemeye devam etmişler ve istidlallerini genellikle Enbiyâ süresindeki âyete dayandırarak temânu1 delilini kullanmışlardır. Halik ile mahlûk arasında hiçbir benzerliğin bulunmadığı konusunda da “Tenzih âyeti” diye tanınan Şürâ süresindeki âyete dayanarak oldukça farklı ispatlar yapmışlardır. Yeni ilm-i kelâm dönemi kelâmcılarının ispatlan da aynı mahiyettedir.
Mu’tezile’nin Allah’ın birliği konusunda titiz davranan bir kelâm ekolü olduğu ve bu sebeple de sadece zihinde de olsa zât-ı ilâhiyyeden ayrı düşünülebilecek olan mâna sıfatlarını kabul etmediği bilinmektedir (aş. bk). Mu’teziie kelâmcıları da tevhid konusunu, hem Allah’ın birliği hem de yaratılmışlarla O’nun arasında hiçbir benzerliğin bulunmayışı açısından Sünnî kelamcılar paralelinde ele alarak işlemişlerdir.
İrade sıfatı konusundaki farklı anlayışlarına dayanarak temânu’ delilinin kendileri için isabetli bir sonuç vermeyeceği tarzında Cüveynî tarafından Mu’tezile’ye yöneltilen uzun tenkitler daha çok tartışma tekniğiyle ilgili olup onların tevhid anlayışına gölge düşürecek nitelikte görünmemektedir. Yine Mu’tezile’nin İhtiyarî fiillerde kula serbest irade tanıyarak onu fiilinin halikı kabul etmesi tevhid inancına zarar getirmez. Şîa kelâmcılannın tevhid anlayışı da Mu’tezile paralelinde görünmektedir.
İslâm filozofları da Allah’ın birliği konusuna özel bir ilgi göstermişlerdir. Kendî Allah’ın varlığı için kullandığı hudûs delilinin sonunda yaratıcının tek veya çok olma alternatiflerini tartışır. Yaraüa birden fazla düşünüldüğü takdirde, bunlardan her birinin birleşik (mürekkeb) bir varlık olması gerekir. Çünkü tanrı olmaları sebebiyle her birinin yaratıcılık gibi müşterek, fakat kendine has bir şahsiyeti ve dolayısıyla çokluğu (taaddüd) sağlayan özel bazı vasıflan bulunmalıdır. Bu genel ve özel vasıflar da onları birleşik varlıklar haline getirir. Her birleşik varlık, unsurlarını bir araya getirip kendisini oluşturacak başka bir varlığa muhtaçtır. O varlık eğer tek ise işte ilk yaratıcı odur; değilse bir önceki alternatif devreye girer ve bu durum sonsuz olarak devam eder. Bu ise aklın kabul etmeyeceği bir şeydir. Şu halde Allah birdir, yaratılmışlara benzemez, Allah yaratıcı, diğer varlıklar yaratılmıştır; Allah bakî, diğerleri ise fânîdir. Kindî’nin kullandığı bu delil sonraki filozoflar tarafından da benimsenmiştir. Fârâbî, Allah’ın en kâmil bir mevcudiyetle var olduğunu belirttikten sonra Kindfnİn metodunu kullanarak Allah’ın birliğini ispat eder. O aynca Allah’ın ekmel-i vücûd ile var oluşunu O’nun birliği için de delil kabul eder. Çünkü bir şeyin dengi veya benzerinin bulunması onun ekmel oluşuna aykın düşer. Fârâbî Allah’ın her yönüyle benzerinin bulunmayışı açısından da bir olduğunu ispat etmeye çalışır. İbn Sina, Allah’ın birliğini O’nun varlığını ispat etmek için esas aldığı “Vâcibü’l-vücûd-mümkinü’l-vücûd” kavramlarına dayandırmıştır.
Kelâmcılara karşı tenkitçi bir tavır takındığı bilinen İbn Rüşd, Allah’ın birliğini ispat etmek için Mâtürîdîden itibaren istidlal kaynağı olarak başvurulan tevhid âyetlerini delil getirdikten sonra kelâmcılar tarafından işlendiği şekliyle temânu’ delilinin halk tarafından anlaşı-lamayacağını ve bu delil ile istenen sonuca ulaşılamayacağını söylemiştir. İbn Rüşd, Mâtüridî gibi Enbiyâ süresindeki âyetten (21/22) ilham alarak Allah’ın birliğinin ispatını evrenin şu anda sahip olduğu nizam esasına dayandırmak istemiştir.
Allah’ın bir olduğu ve O’nunla yaratılmışlar arasında zât ve sıfatlar açısından herhangi bir benzerliğin bulunmadığı inancı, müslümanların hem âlimleri hem de büyük halk kitleleri tarafından İslâm tarihi boyunca benimsenmiş bir akîdedir. islâmiyet’in tevhid dini oluşu, denebilir ki, bu tarihî realite ile de ispat edilmiştir. Duyularla idrak edilemeyen yüce bir zâtın, bir taraftan bilinip tanınması ve evrenin yaratıcısı olarak kabul edilmesi, diğer taraftan tek ve benzersiz oluşunun kavranılması gerçeği karşısında İslâm düşünce tarihinde farklı iki görüşün ortaya çıkması kaçınılmaz olmuştur. Bunlardan birine göre yüce yaratıcının fiilen var olduğunu, insan ve kâinatla münasebet halinde bulunduğunu kavrayabilmek için. O’nu insan anlayışının alanına giren bazı sıfatlarla nitelendirmek gerekir. Bu nitelendirme, tanrılıkla bağdaşmayan bazı kavramları (tenzîhî sıfatlar) O’nun zâtından uzaklaştırmak ve kemal ifade eden bazı kavramları (sübûtî sıfatlar) O’na nisbet etmek şeklinde olur. Diğer görüşe göre ise Allah’ın tek ve benzersiz olduğu inancını zedelememek için O’nun zâtına herhangi bir kavram nisbet etmemek ve zâtı sadece olumsuz kavramlardan tenzih etmek lâzımdır. Çeşitli kelâm, felsefe ve tasavvuf ekollerine bağlı olan veya ihtiyatlı davranan gruplar arasında. İslâm düşünce tarihi boyunca ortaya çıkan tartışmaların üslûbu ne olursa olsun, ciddi sayılabilecek hiçbir düşünce grubu Allah’ı, sadece zihinde bulunan ve hiçbir sıfatla nitelendirilemeyen bir varlık olarak kabul etmemiş, buna karşılık O’nu selbî ve sübûtî sıfatlarla vasıflandıran lar da hiçbir zaman zât-ı ilâhiyyeyi beşerî ve maddî bir çerçeve içinde mütalaa etmemiştir (sıfatlar bölümüne bakınız) Bundan dolayı. Allah’a nisbet edilen kayyüm, evvel, âhir, zahir, bâtın sıfatlarından, İslâm Ansiklopedisi’ndeki ALLAH maddesini ilmî tarafsızlıktan uzak saygısız bir ifade ile kaleme alan, bu sebeple de sık sık ithamlarının cevaplandırılmasına mecburiyet hissedilen D. B. Macdonald’ın anladığı müşahhas mânayı hiçbir müslüman anlamamıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan ve vahiy diliyle Allah’ın nitelendirilmesinden ibaret bulunan bu tür sıfatların. “Peygamber’in âteşîn muhayyilesi’nin ürünü olabileceğine, diğer peygamberler gibi Hz. Muhammed’e de vahyin gelebileceğini bir türlü kabul edemeyen Macdonald çizgisindeki müsteşriklerden başka kimse ihtimal vermemiştir. Yine bazı Batılı yazarların zannettiği gibi hacca giden müslümanların orada Kabe’ye tapınmaları söz konusu değildir. Bilindiği gibi mâbedler tapacak değil tapınaktır. Kur’ân-ı Kerîm’de, “Mescidler Allah’ındır. Öyleyse oralarda Allah’la birlikte başka bir şeye tapmayın” denilmek suretiyle müslümanların ibadet yerlerinde haça, putlara ve diğer şeylere tapmaları yasaklanmış, gerçekte de onlar bu tür yanlış inançlardan sakınarak tevhidin gereğini daima yerine getirmişlerdir.
- Allah İslam Hat Sanatında Allah Lafzı Kullanımı
- Allah, Türk Dini Musikisinde Allah İsmi Kullanımı
- Allah, Türk-İslam Edebiyatında Allah İsmi Kullanımı
- Allah Varlığı, Birliği, İsimleri, Sıfatları Literatürü Hakkında Bilgi
- Allah’ın Sıfatları, Tenzihi, Subuti, Fiili Sıfatları
- Allah’ın İsimleri, Allah İsimleri, Zati, Kainatı ve İnsanı İlgilendiren İsimleri
- Allah Varlığı Delilleri, Hudus, İmkan, Nizam, Fıtrat Delilleri, Tasavvuf Metodu
- Dinlerde Tanrı İnancı, Çin, Hint, Eski Mısır, Yunan, Türk, Zerdüşt, Araplarda
- Allah Nedir, Ne Demek, Ne Anlama Gelir, Etimolojisi
Diyanet İslam Ansiklopedisi