IV) İSİMLERİ
Kâinat içinde yegâne şuurlu varlık olarak gözlenen insan, kendi varlığı ile birlikte aşkın bir yaratıcının varlığını da benliğinin derinliklerinde hisseder. Fizyolojik ve psikolojik yapısı itibariyle iç içe birçok sistemden oluştuğunu, içinde yaşadığı tabiatın da olağan üstü bir ahenk ve düzen taşıdığını farkeden İnsan aşkın yaratıcının bu eserleri karşısında hayranlığını gizleyemez. Semavî kitaplar tabiatın kutsallaştyılma tehlikesinin belirdiği bu noktada kişiyi uyarmakta, kendisi de dahil olmak üzere zât-ı ilâhiyye dışındaki her şeyin yok olacağını, Allah’tan başka tapınılacak, hükümranlığı aralıksız devam edecek, herkesin sığınağı olacak bir varlığın bulunmadığını bildirmektedir. (Kasas 28/88) İnsan, kendinden başlamak üzere bütün tabiatta hüküm süren düzeni dikkatle incelemeli ve gönülden bağlı olduğu, fakat duyulanyla doğrudan idrak edemediği yaratıcının özelliklerini (sıfatlar) bulmaya çalışmalıdır. Felsefelerinde madde sınırını aşıp yüce yaratıcının varlığına yer veren filozofların ana hatlarıyla belirlemeye çalıştıkları İlâhî sıfatlar konusuna semavî kitaplar ışık tutmuş, insanın bütün benliğiyle inanıp kendisine yakın hissettiği;
“Biz insana şah damarından daha yakınız”(Kaf 50/16) fakat dünya gözüyle göremediği yaratıcıyı “Gerektiği kadar” tanıyabilmesi için O’nu vasıflandırmıştır. Meselâ;
“O evvel, âhir, zahir, bâtındır” (Hadîd 57/3) mealindeki âyet zât ve sıfat arasındaki münasebete büyük çapta açıklık getirmiştir. “Evvel” ilk (ezelî) demek olup yaratıcı (ilk sebep, illet-i ûlâ) özelliği taşır. “Âhir” ise son, sürekli (ebedî) demektir. Bütün değişiklikler, oluşum ve bozulmalar (kevn ü fesad) yaratılmışlarda etkili olup evvel ve âhire nisbetleri O’nun fiillerinin eseri olmaktan ibarettir. Zâtı itibariyle “Bâtın” (gizli, duyular ötesi) olan yüce Allah oluşum ve değişikliklerin delâlet ettiği sıfatlarıyla zahirdir.
Sıfat, Allah’ın zâtına nisbet edilen bir mâna, yani bir kavramdır. Naslarda yer alan bu kavramlar kelime türü açısından isim, fiil, masdar veya zarf şeklinde olduğu gibi Arapça’daki sıfat kalıplarından biri şeklinde de kullanılmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de sıfat kelimesi geçmemekte, daha çok tevhide aykırı inançlardan Allah’ın tenzih edilmesi sırasında “Nitelemek” anlamındaki vasf kelimesinin muzâri kalıbı kullanılmaktadır. Buna karşılık Allah’a nisbet edilmiş olarak isim ve esma kelimeleri yer almaktadır.
Müminin zihnini ve gönlünü aydınlatmak amacıyla zât-ı ilâhiyyeyi nitelendiren kavramlar âlimler tarafından isim veya sıfat terimleriyle ifade edilmiş, bu terimler ilk defa Ebû Hanîfe’ye ait el-Fıkhü’l-ekber’in baş tarafında göze çarpıyorsa da ikisi arasındaki ince farka dayalı belirgin ayırım Mâtürîdî tarafından yapılmıştır.
V. (XI.) yüzyıldan itibaren yazılmaya başlanan el-Esmâ ve’ş-şildi adlı eserlerde iki terim arasındaki teknik fark şu şekilde belirlenmiştir: Hay, alîm. halik gibi dil açısından sıfat kalıbında bulunan kelimeler isim, diğerleri ise sıfat adını alır.
Kur’ân-ı Kerîm’de ism kelimesi Allah lafzına veya onun yerini tutan zamire, ayrıca rab kelimesine İzafet yoluyla nisbet edilmiş, çoğul şekli olan esma da “En güzel” anlamındaki el-hüsnâ kelimesiyle sıfat tamlaması oluşturarak el-esmâü’l-hüsnâ şeklinde dört defa Allah’a nisbet edilmiştir. İsimden maksat, şüphesiz ki işaret ettiği varlığı hatırlatmaktır. İslâm dininin telkin ettiği yüce yaratıcının öz adı, belki de herhangi bir sözlük mânası taşımayan Allah kelimesidir. Bunun dışında O’nu hatırlatacak kelimeler seçilirken hem zât-ı ilâhiyyeyi niteleyen kavramlara uygun düşmeli, hem de tazim ve hürmet unsurlarını taşımalıdır. Bu ikinci şartın gerçekleşebilmesi için isimlerin naslardan seçilmesi, naslarda yer almayan kelimelerin O’na nisbet edilmemesi gerekir. Haşr sûresinin sonunda yer alan üç âyette, her biri zât-ı ilâhiyyeye ait bir kavramı hatırlatan on dört kadar isim Allah’a nisbet edildikten sonra, “Onun esmâ-i hüsnâsı vardır” (59/24) denilmektedir. Konu ile ilgili diğer bir âyetin meali de şöyledir:
“Allah’ın esmâ-i hüsnâsı vardır. O halde O’na bunlarla dua edin. O’nun isimleri konusunda eğri yola sapanlara uymayın” (A’râf 7/180) Bu âyetlerden anlaşılacağı gibi isim, işaret ettiği varlık için ifade edeceği mâna açısından önem taşımaktadır. Bazı kelimelere tanrılık makamına yakışmayacak anlamlar yükleyerek bunları yaratıcıya nisbet etmek veya O’na ait kavramları ve bunları dile getiren isimleri Ondan başkasına vermek, esmâ-i hüsnâ konusunda eğri yola sapmak (ilhad) kabul edilmiştir.Allah’ın zâtını nitelendiren kavramlar çok olduğundan bunları ifade eden kelimeler (isimler) de çoktur. Şu halde bunlardan hangisiyle olursa olsun Allah’ı anmak mümkündür. Yaratıcının “Allah” veya “Rahman” ile anılmasını bildiren âyetin (İsrâ 17/110) nüzul sebebi hakkında kaydedilen rivayetler de Allah’a ait olmak şartıyla hangi isimle olursa olsun O’nun anılabileceğini teyit etmektedir. Muhtemelen İslâm öncesi Güney Arabistan halkının tapındığı tanrının da adı olan rahman, İslâm’ın telkin ettiği yüce yaratıcının sıfatlarından birini dile getiren bir isim olarak birçok âyette zât-ı ilâhiyyeye nisbet edilmiştir.
İsim, işaret ettiği varlığın gerçekliği oranında değer taşır. Her gün iç içe sistemler halinde olağan üstü bir ahenk sergileyen tabiat sahnesinde kudretinin binbir tecellisi gözlenen aşkın yaratıcının isimleri âciz yaratılmışlara, insan eliyle yontulup şekillendirilen (Sâffât 37/95) putlara verilse bile bunların hiçbir fonksiyon ve değSeri bulunmayan kuru bir isimden ibaret olacağı asil yaratılışlı ve hür düşünceli insan için apaçıktır. Benî İsrail peygamberleri içinde beden ve ruh güzelliğiyle tanınan Hz. Yûsuf, hapis hayatındaki arkadaşlarının tapındıkları putları,
“Allah’ın hiçbir güç vermediği, sizin ve atalarınızın takmış olduğu kuru isimler” (Yûsuf 12/40) şeklinde nitelendirirken insan yaratılışındaki bu asalet ve hürriyet özelliğini dile getirmiş oluyordu. Hz. Peygamber’in son dönemlerinde nazil olan ve Arap müşriklerden çok o günden itibaren var olabilecek bütün putperestlere hitap eden âyet, fiilî bir gerçekliği bulunmayan İsimlerin ve bunların etrafında oluşturulan tazim ve kutsallaştırmaların değersizliğini temsilî bir ifade ile şöyle açıklamıştır:
“Ey insanlar! Size bir örnek verilmektedir, şimdi onu dinleyin. Allah’tan başka kutsallaştınp andığınız şeyler, hepsi bir araya gelse de bir sinek bile yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey kapmış olsa bunu dahi geri alamazlar. İsteyen de âciz istenen de” (Hac 22/73)
Esmâ-i hüsnânın sayısı konusunda başvurulacak kaynak şüphesiz ki Kur’an ve hadistir. Kur’ân-ı Kerîm’de çeşitli kelime kalıplarıyla zât-ı itâhiyyeye nisbet edilmiş olarak yer alan kavramların sayısını 313’e ulaştıranlar vardır. Allah’ın doksan dokuz isminin bulunduğunu ve bunları benimseyenlerin cennete gireceğini İfade eden hadisi Buhârî ve Müslim gibi otoriteler rivayet etmiş, Tirmizî’nin rivayetinde ise bu isimler tek tek zikredilmiştir. Bu isimlerden doksan üçü Kur’ân-ı Kerîm’de yer almış, diğer altı ismin ifade ettiği mânalar ise başka kelimelerle yine O’na izafe edilmiştir. Bu liste İslâm dünyasında meşhur olmuş, dua ve niyaz amacıyla okunmuş, esmâ-i hüsnâ telif türünün planını oluşturduğu gibi hat sanatının da bir konusu haline gelmiştir. Bununla beraber esmâ-i hüsnâ ile ilgilenen âlimlerin çoğunluğuna göre ilâhî isimler bu doksan dokuzdan ibaret değildir. Sayıları ne olursa olsun çeşitli kelime kalıpları ile Allah’a nisbet edilen isimler, şüphe yok ki aşkın yaratıcıyı nitelendiren ve O’nu insan anlayışına yaklaştıran kavramlardır. Naslarda yer alan bu kavramları tereddütsüz benimsedikten sonra kelâm âlimleri nasla sabit olmayan bir kavramı Allah’a izafe etmenin meşruiyetini tartışmışlardır. Nasların nitelendirdiği genel ulûhiyyet anlayışına ters düşmemek şartıyla bunu meşru görenler olduğu gibi doğru bulmayanlar da vardır. Gazzâlî ile Râzî tarafından benimsenen tercihe göre bu noktada “İsim” ile “Vasıf” birbirinden ayrı düşünülmelidir. Nasla sabit olmayan bir ismi Allah’a nisbet etmek meşru değildir; bununla birlikte ulûhiyyete ters düşmeyen bir kavramla Onu nitelendirmek mümkündür.
İsim veya sıfat olarak Allah’a nisbet edilen bütün kavramlar tek bir zâtı nitelendirdiğinden tevhidi zedeleyici herhangi bîr çokluğa sebep teşkil etmez. Ayrıca bu isim ve sıfatlardan bir kısmının insanlara da verilmesi, onlarla yüce yaratıcı arasında benzerlik meydana getirmez. Çünkü bu kavramların her iki nis-bette ifade ettiği anlam ve taşıdığı mahiyet birbirinden farklıdır. Ayrıca Mâtürîdrnin de güzel bir tahlil ile ifade ettiği gibi insanlar, aşkın varlık hakkında, tecrübe alanının kelime ve kavramları dışında kullanılabilecek bir anlama ve tanıma vasıtasına sahip değildirler. Şu halde O’nu nitelendirmek amacıyla kullanılan kelimeler gerçekte O’nun isimleri olmayıp anlayışımıza yaklaştırıcı İfadelerden ibarettir. Bu ibarelerden bazan ulûhiyyete yakışmayacak mânalar zihne gelebileceğinden, Allah’ı isimlendirmenin yanında daima bir nefıy cümlesi;
“Hiçbir şey O’nun benzeri değildir” mealindeki tenzih âyeti, (Şürâ 42/11) mevcut olmuştur. Buna göre tevhid, nefıy içinde ispat ve ispat içinde nefiy tarzında oluşmuştur.
Hz. Peygamber’in tebligatında yer alan ilâhî isim ve sıfatlar Kur’an’da ve bazı farklarla hadislerde kullanılmış olan kavramlardır. Bunların her ikisi de vahiy mahsulü olduğuna göre yüce yaratıcı bizzat kendini nitelendirmiş, ulûhiyyet konusunda insanları gerektiği kadar aydınlatmıştır. Peygamber’in görevi ise kendisine vahyedilen bu nitelikleri insanlara tebliğ etmekten ibarettir. Nitekim o bir münâcâtında Allah’a ait isimlerin bitinme derecelerini sayarken sonuncu derece olarak, “Yahut gayb ilminde bırakıp kendin için tercih ettiğin isimlerin” demek suretiyle bilmediği ilâhî isimlerin de bulunduğuna işaret etmiştir. Şu halde D. B. Macdonald’ın, naslarda yer alan ilâhî İsimlerin seci icabı Peygamber tarafından yapılmış nitelendirmeler olduğunu söylemesi, ilmî dayanaktan yoksun bir iddiadan öteye geçemez. Macdonald bu anlamsız iddiasını ileri sürerken de Mûsâ ve îsâ peygamberler gibi Hz. Muhammed’e de vahiy gelebileceğine hiç ihtimal vermemekte ve Arap şiirinde “Tavsifî sıfatların canlı ve kuvvetli surette kullanıldığını” belirterek Hz. Peygamber’in de böyle bir edebî güç ve yetenekle Allah’ı nitelendirdiğini ifade etmektedir. Macdonald gibi düşünen ve ilâhî vahyi Hz. Muhammed’den kıskanan yazarlara,
“Allah peygamberlik görevini kime vereceğini çok iyi bilendir” (En’âm 6/124) gerçeğini hatırlattıktan sonra şunu belirtmek gerekir ki o dönemde Arap şiirinde görülen canlı tavsifler büyük çapta tabiata ve maddî varlıklara ait olup aşkın bir varlık olan yaratıcının Kur’an’da görülen incelikte yüzlerce kavramla nitelendirilmesinin unsurlarını Câhiliye şiirinde bulmak mümkün değildir. Kur’an’da çeşitli münasebetlerle esmâ-i hüsnânın yüzlerce defa tekrar edilişi seci icabı olsaydı birçok âyetin edebî kompozisyonu, düşünce mantığı ve mâna birliği bozulurdu. Halbuki gerek Peygamber asrında gerekse sonraki dönemlerde Kur’an metnine karşı bu tür tenkitlerin yöneltildiği bilinmemektedir.
Esmâ-i hüsnâ listesinde yer alan doksan dokuz ismi çeşitli şekillerde grup-landırmak mümkündür. Konu ile ilgilenen ve eserleri bize kadar ulaşan ilk dönem kelâmcılarından Ebû Abdullah el-Halîmî, esmâ-i hüsnâyı Allah’ın varlığını, birliğini, yaratıcılığını, benzersiz oluşunu ve kâinatı yönettiğini ifade eden isimler olmak üzere beş gruba ayırmış ve her gruba giren isimlerin ne anlama geldiğini açıklamıştır, Bâkıllânî, Abdülkahir el- Bağdadî ve daha sonraki bazı müelliflerin de benimsediği bu tasniften hareket ederek isimleri önce, Allah’ın zâtını nitelendiren ve kâinatla ilgisini belirtenler olmak üzere iki grupta toplamak, sonra da kâinat içinde insanın önemi göz önünde bulundurularak Allah-İnsan münasebetine temas eden isimleri ayrıca inceleme konusu yapmak mümkündür. Ancak Kur’ân-ı Kerîm’de 2697, hadislerde ise birçok defa meselâ Wensinck’in Mu’cem’inde çoğu zât-ı ilâhiyyeyi nitelendirir mahiyette 200’e yakın hadiste, gecen Allah lafzının diğer bütün İsim ve sıfatların mânasını topladığını burada belirtmek gerekir.
1) Zatî İsimler.
Mutlak mânada Allah’ın zâtını nitelendiren, insan gönlünü ilâhî azamet ve muhabbetle dolduran isimlerdir. Bunların bir kısmı ulûhiyyete yakışmayan kavramları ondan uzaklaştıran kelimeler olup zâtı “Ne olmadığı” (selbî) açısından, bir kısmı da yetkinlik (kemal) ifade eden kelimeler olup onu “Ne olduğu” (sübûtî) açısından niteler.
Birinci grup zatî isimleri anlatmaya başlamadan önce Türkçe’de çok kullanılan ve Allah’ın varlığını ifade eden hak ismini hatırlatalım. Hak. bütün lügat kitaplarında yer alan “Sübût ve mutabakat” temel mânasına dayalı olarak “Fiilen var olan, realiteye uygun, gerçek” anlamını taşır ve Kur’ân-ı Kerîm ile hadisteki kullanılışı bu mânanın dışına çıkmaz.
Buna rağmen D. B. Macdonaldtarafından şöyle bir iddia ileri sürülmüştür: Peygamber, kontrol edemediği birtakım fikirlerin tesiriyle nereye varacağını düşünemediği (I) bazı sözler sarfetmiş, Allah’ın “Hak” olduğunu ifade etmiş, fakat bu tabirin ne demek olduğunu araştırmamıştır. Öyle görünüyor ki Macdonald’ın bu iddiası, anlamsız da olsa tenkit İhtiyacını tatmin etmek gibi psikolojik bir fonksiyon icra etmektedir.
a) Esmâ-i hüsnânın nitelemesine göre Allah, varlığının başlangıcı olmadığı gibi (evvel) sonu da olmayandır (âhir, bakî, vâris). Varlığını ve birliğini belgeleyen birçok delilin bulunması açısından aşikâr (zahir), zâtının görülmesi ve mahiyetinin bilinmesi açısından gizlidir (bâtın). Bölünüp parçalara ayrılmaması ve benzerinin bulunmaması anlamında tektir (vâhid), Allah, arzu ve ihtiyaçları sebebiyle herkesin yöneldiği ulular ulusu bir müstağni (samed), her eksiklikten münezzeh (kuddûs). azamet sahibi (celîl), izzet, şeref ve hükümranlık bakımından en yüce, aşkın (alî, müteâlî), zâtının ve sıfatlarının mahiyeti anlaşılamayacak kadar uludur (azîm, kebîr). Yine bu grup içinde mütalaa edilebilecek isimlerden olmak üzere O, azamet ve yüceliğini izhar eden (mütekebbir), şanlı, şerefli (mâcici, mecîd), azamet ve kerem sahibi (zü’l-celâli ve’1-ikrâm) olandır.
b) Zatî isimlerden sübûtî mânada Allah’ı nitelendirenler için de şöyle bir sıralama yapmak mümkündür: Ebedî hayatla diri (hay), yenilmeyen yegâne galip (azîz, kahhâr), her şeye gücü yeten, kudretli (kadir, muktedir, kavî, metîn), iradesini her durumda yürüten veya yaratılmışların halini iyileştiren (cebbar), hakkıyla bilen (alîm), her şeyin iç yüzünden haberdar olan (habîr), her şeyi gözlemiş olarak bilen (şehîd), her şeyi tek tek ve bütün ayrıntılarıyla bilen {muhsî), işiten (semi), gören (basîr). bütün emirleri ve işleri yerli yerinde olan (hakîm), bütün işleri isabetli ve hedefine ulaşıcı, irşad edici (reşîd), dilediğini dilediği zaman bulan bir müstağni (vâcid), iyilik eden, vaadini yerine getiren (ber), fazilet türlerinin hepsine sahip (kerîm), övülmeye lâyık (hamîd), bağışlayan, esirgeyen (rahman, rahim), şefkatli (raûf), ilmi ve merhameti her şeyi kuşatan (vâsi), esenlik veren (selâm), nurlandıran, nur kaynağı (nûr).
2) Kâinatı İlgilendiren İsimler
Esmâ-i hüsnâ içinde tabiatın yaratılışına, işleyişine temas eden ve âhiret hayatı ile bağlantı kurarak başlangıç ve sonuç (mebde’ ve meâd) inancını düzenleyen isimler şöyle sıralanabilir: Takdirine uygun bir şekilde yaratan (halik), modeli olmaksızın canlıları yaratan (bari1), şekil ve özellik veren (musavvir), eşi ve örneği olmayan ve sanatkârane yaratan (bedî”), ilkin yaratan (mübdi). tekrar yaratan (muîd). Ölümden sonra dirilten (bâis), can veren (muhyî). Öldüren (mümît). Öne alan (mukaddim). geriye bırakan (muahhir). toplayıp düzenleyen, kıyamet günü hesap görmek için mahlûkatı bir araya getiren (cami’).
Şu İsimler de tabiatın idare edilişin-deki ilâhî fiil ve müdaheleyi gösterir: Mülkün sahibi (mâliküVmülk), görünen ve görünmeyen âlemlerin sahibi (melik), her şeyin varlığı kendisine bağlı olup kâinatı idare eden (kayyûm), kâinata hâkim olup onu yöneten (vâlî). kâinatın bütün işlerini gözetip yöneten (müheymin), koruyup gözeten ve dengede tutan (hafız), bedenlerin ve ruhların gıdasını yaratıp veren rezzâk, mukit; ikinci isim “Bilip gücü yeten ve koruyan” anlamına da gelir, rızkı genişleten veya ruhları bedenlerine yayan (basit), rızkı tutan veya canlıların ruhunu alan (kâbız), tatmin eden (muğnî), dilemediği şeyin gerçekleşmesine müsaade etmeyen veya kötü şeylere engel olan (mâni), zarar veren (zâr), fayda veren (nâfi’).
3) İnsanı İlgilendiren İsimler.
İnsan kâinatın bir parçasını oluşturmakla birlikte ilâhî kelâmın muhatabı, mukaddes emanetin taşıyıcısı, sorumluluk yüklenen yegâne şuurlu varlıktır. İlâhî vahyin indirilişi, peygamberlerin gönderilişi, ulûhiyyet âlemine dair bilgilerin verilişi hep onun içindir. Bu sebeple ilâhî isim ve sıfatların insana yönelik anlam ve özelliklerinin büyük bir önemi vardır. İnsanın ulûhiyyet anlayışını aydınlatma amacını taşıması açısından bütün bu İsim ve sıfatların insanla münasebet halinde olduğunu söylemek mümkündür. Zâti isimlerin ışığı altında Allah’ı tanıyacak, kâinatın yaratılış ve işleyişini açıklayan isimler çerçevesinde İslâm’ın yaratılış felsefesini anlayacak olan yine insandır. Ayrıca doğrudan insana yönelen, muhatap ve mükellef olarak insan unsuru göz Önünde bulundurulmadan anlamlan tamamlanmayan ilâhî İsimler de vardır:
Mutlak adalet sahibi, aşırılığa meyletmeyen (adi), adaletle hükmeden (muksıt). son hükmü veren (hakem), yücelten, izzet ve şeref veren (rafı, muiz). alçaltan, zillet veren (hâfıd), müzit). gözetleyip kontrol eden (rakîb), suçluları cezalandıran (müntakım), iyilik kapılarını açan veya hakemlik yapan (fettâh). hiçbir sorumluluğu kaflmayacak şekilde günahları silip yok eden (afüv), bütün günahları bağışlayan (gafur), daima affeden, tekrarlanan günahları bağışlayan (gaffar), kullarını tövbe etmeye muvaffak kılan ve tövbelerini kabul eden (tevvâb), yaratılmışların ihtiyacını en ince noktasına kadar bilip sezilmez yollarla karşılayan (latîf). yol gösteren, murada erdiren (hâdî), acele ve kızgınlıkla muamele etmeyen (halîm), dileklere karşılık veren (mücîb), kullarına yeten veya onları hesaba çeken (hasîb), karşılık beklemeden bol bol veren (vehhâb), güven veren, vaadine güvenilen (mümin), az iyiliğe çok mükâfat veren (şekûr), çok sabırlı (sabûr), güvenilip dayanılan (vekil), yardımcı ve dost (velî), çok seven, çok sevilen (vedûd).
Allah’ın zâtını nitelendirenlerin dışında kalan ve çoğunluğu oluşturan isimlerin tamamını, insan da tabiatın bir parçasını teşkil ettiğine göre, Allah âlem münasebetini anlatan kavramlar olarak değerlendirmek mümkündür. Şüphe yok ki Allah’ın mâsivâ ile olan münasebeti yaratıcı-yaratılmış münasabetinden öteye geçemez. Aşkın varlığı nitelendiren, O’nunla madde dünyası arasındaki ilgiyi anlatan isimlerin mahiyetini anlamak, sınırlı bir idrak kabiliyetine sahip bulunan insan için mümkün değildir. Hz. İbrahim’in, rabbinden ölüleri nasıl dirilttiğini göstermesini dilemesi (Bakara 2/260) Hz. Musa’nın bizzat rabbini görmek isteyip buna muvaffak olamaması (A’râf 7/143) ve İlâhî kudretin eseri olarak alışılmışın ötesinde olaylar gerçekleştiren asasından ürkmesi (Tâhâ 20/21), peygamberler seviyesinde bile bunun imkânsızlığını ispat eden delillerdir. Su halde problemin tabiatından kaynaklanan bu güçlük dolayısıyla Hz. Muhammedin tebligatında Allah âlem münasebetini tam açıklığa kavuşturama-mış olması yüzünden meselenin felsefe, tasavvuf ve kelâm mensuplarınca tartışma konusu haline getirilmiş olduğu realitesini tenkide tâbi tutmak isabetli olmadığı gibi esmâ-i hüsnânın çerçevelediği Allah-kâinat münasebetine göre her şeyi doğrudan doğruya Allah’ın yaptığını iddia ederek melek gibi vasıta varlıkların İslâm inancında yer almamasının gerektiğini, fakat Peygamber’in, bunları kendi zamanındaki dinin esaslı unsurları olarak bulduğu için kabul ettiğini söylemek de isabetli değildir. İslâm İtikadına, hatta diğer semavî dinlere göre Allah’ın kudreti ve kâinat üzerindeki tasarrufu tamdır. Fakat bu durum O’nun kâinatı idare ederken melek gibi bazı vasıtaları kullanmasına da mâni değildir. Şunun da belirtilmesi gerekir ki ne Hz. Muhammed ne de Mûsâ ve Tsâ gibi diğer peygamberler asla din ve inancın kurucuları değildir, onlar yalnızca dinin tebliğ edicileridir. Şu halde vahiy mahsulü olan semavî kitaplara herhangi bir filozofun sistemini aksettiren eserler gözüyle bakmak, onların ihtiva ettiği konuların duyular ötesi âleme art olduğunu ve bilgi vermekten çok irşad amacıyla hitap ettikleri insanın psikolojik Özelliklerin) göz önüne aldıklarına dikkat etmemek, gerçekten kişiyi burada görüldüğü gibi bariz hatalara sürükler. Allah’ın isimleri içinde yer alan zar ve nâfi (zarar veren, fayda veren) kelimelerine, ayrıca insana hürriyet tanıyan âyetlerin yanında her şeyi Allah’ın iradesine bağlayan ilâhî isimlerin mevcudiyetine bakarak esmâ-i hüsnâ arasında çelişen kavramların olabileceğini ileri sürmede de her halde dinî metinleri iyi anlayamamak ve özellikle İslâmiyet’e vahye bağlı bir din gözüyle bakamamış olmaktan doğmaktadır.
Semavî kitaplar vahye dayandığına göre, onların tahrife uğramamış metinleri yüce yaratıcıyı benzer kavramlarla ve aynı mahiyette nitelendirmiş olmalıdır. Çelişkili ve tarafgir bakışlarım İslâmiyet’e kendi deyişiyle Peygamber’e mal eden Macdonald’ın, vahiy mahsûlleri arasında kurulabilecek benzerlikleri de önceki dinlerden aktarma biçiminde yorumlaması, söz konusu edilen yanlış zihniyetin bir başka ürünü kabul edilmelidir. Bu sebeple de, Hz. Peygamber’in hıris-tiyan çevreleriyle temas halinde olmadığı tarihen sabit olduğu halde. Macdonald’m, Kur’an’daki nûr ve selâm isimlerinin esmâ-i hüsnâ içinde yer almasını hıristiyan teolojisi ve ibadetlerinin tesirlerine bağlaması fazla yadırganmamalıdır.
Doksan dokuz isimden oluşan esmâ-i hüsnâ listesi sevgi ile korku, lütuf ile kahır açısından incelendiği takdirde görülecektir ki bunlardan sadece dört beş tanesi sevgi ve lutufla yorumlanmaya müsait değildir. Şöyle ki, kâbız ismi “Canlıların ruhunu alan” vb. mânalara gelebildiği gibi “Onların rızkını tutan, daraltan” anlamına da gelir. Ancak Kur’ân-ı Kerîm’deki bu kullanılış nzkı genişletmek mânasındaki bast kelimesiyle beraber olmuş, hadiste de kâbız bâsıt isimleri yanyana zikredilerek canlıların rızkını hem daraltan hem de genişleten anlamında bir dengeye işaret edilmiştir. Zararlı şeylerin yanında faydalı olanları da etkili hale getiren zârnâfi’ ile “Yücelten alçaltan” anlamındaki muiz-müzil, râfi-hâfız isimleri de aynı mahiyette bir dengeyi ifade eder. Canlı ve cansız tabiatta gözlenen ve karşılıklı etki-tepki ilgileri içinde büyük bir mekanizmanın bir parçasını oluşturan bu dengeyi kurup sürdüren yüce yaratıcıyı bundan dolayı korku ve kahir kavramlarıyla nitelendirmek isabetli değildir. Esmâ-i hüsnâ ile ilgilenen âlimler zâr-nâfi’, muiz-müzil gibi dengeli mâna ifade eden isimlerin tek başına kullanılmasının hatalı olacağına dikkat çekmişlerdir. Mün-takım, “Ayıplamak, hoş karşılamamak” anlamındaki nakm kökünden türemiş olup “Kötülüğe mukabele eden, suçluyu lâyık otduğu şeyle cezalandıran” mânasına gelir. Ancak Allah’a nisbet edilen intikam kavramında psikolojik tatmin unsuru bulunmaz. Çünkü O’nun cezalandırması kişiyi ıslah etme, toplumun düzenini sağlama ve adaleti tesis etme amacına yöneliktir. Esmâ-i hüsnâ hadisi içinde müntakım isminin tevvâb ile afüv ve raûf isimleri arasında yer alışı da dikkat çekicidir. Kur’an’da Allah’ı nitelendiren kahir veya kahhâr İsimleri “Yenilmeyen, daima galip gelen” mânasında olup Türkçe’deki “Yok etmek, ezmek” anlamlarıyla ilgili değildir.
Gerek doksan dokuz isimle gerekse naslarda geçen diğer kavramlarla nitelendirilen Allah’ın, bazı yazarların iddia ettiği gibi “Gayur ve müntakım bir hükümdar” şeklinde algılanması, eğer ruh sağlığından yoksun oluşun belirtisi değilse, nasların objektif olarak değerlendin İmeyişinin sonucu olmalıdır. Çünkü Hz. Peygamber’in tebliğ ettiği din, insanoğlunun birçok yaratıktan üstün, asil bir varlık olduğunu ilân etmiş (İsrâ 17/70) onun en güzel görünüm ve muhtevaya sahip kılındığını belirtmiş (Tîn 95/4), Âdem’i meleklerin hürmet ve tazim edeceği bir mertebeye yükseltmiştir. (İsrâ 11/61-62) İslâmiyet, yaratıcısını tanıyan ve O’na yaklaşmak isteyen kişiyi “Mümin” ve “Muttaki” telakki etmiş, cinsiyetine ve soyuna bakmadan onun Allah nezdinde en değerli insan olduğunu kabul etmiştir.(Hucurât 49/13) Esmâ-i hüsnâ hadisinde de yer alan velî isminden başka Kur’an’da Allah’a nisbetdilen isimlerden biri de mevlâdır:
“Âllah’a sarılın. O sizin mevlânızdır. O ne güzel mevlâ ve ne güzel yardımcıdır!” (Hac 22/78) Her iki kelime de “Birbirine yakın olmak, peşpeşe meydana gelmek” anlamındaki ve kökünden türemiş olup “Dost” mânası ifade etmekle birlikte mevlâda ayrıca “Efendi, seyyid” anlamı vardır. Bu sebeple Kur’an’da velî hem Allah’a hem kula nisbet edildiği halde mevlâ sadece Allah’a izafe edilmiştir. Buna göre Kur’an terminolojisinde mümin Allah’ın dostu, Allah ise müminin hem dostu, hem de efendisidir. Taşıdıkları temel mânaya göre mevta veya velî, aralarına yabancı hiçbir şeyin giremeyeceği (su sızmayacağı) iki dost için kullanılmış olur. Kur’ân-ı Kerîm bir taraftan mümini Allah’ın, O’nu da müminin dostu ilân ederken diğer taraftan Hz. Peygamber’e davetinin hedefi olarak “Yakınlık içinde sevgi’yi esas almasını emretmiştir. (Şûrâ 42/23) İslâm’daki Allah inancının bu özelliğini farkedebilen L. Gardet gibi yazarlar, Hz. Muhammed’in telkin ettiği tanrının hayır sahibi, bolluk veren ve elçisi vasıtasıyla insanları irşad eden bir tanrı olduğunu ifade etmişlerdir. Yine O esirgeyen, bağışlayan, affedendir. Kuldan istenense O’nun dostluğuna inanıp teslim olmaktır.
İnsan ruhunun yücelişi en büyük yaratıcı ile sevgi münasebeti kurmak yoluyla gerçekleşecektir. Ancak muhabbetin yanında dinî hayatın takva yönü de vardır. Bilindiği gibi takva vikaye kökünden türemiş olup “Sakınma, korunma” anlamına gelir. Râgıb el-İsfahâni’nin de kaydettiği üzere takvanın asıl mânası “Endişe edilen şeyden nefsi korumaktır” Takva mefhumunun Allah’a nisbet edilmesi (itteku’l-lâh vb.), hiçbir zaman bizzat korkunç ve tehlikeli bir şeyden korkmak anlamına gelmez. Böyle olsaydı takva sahiplerinin O’na en yakın olan değil, O’ndan en uzak bulunanlar olması gerekirdi. O halde takva, Allah sevgisine engel olacak şeylerden nefsi korumaktan ibarettir. Buna göre takva Allah ile kul arasında sevgi ve dostluğun (muhabbet, velayet) oluşması ve devam etmesi esasına bağlıdır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de, “Allah müttakilerin dostudur” (Câsiye 45/19) ve “O’nun dostları sadece müttakilerdir, fakat insanların çoğu bunu bilmez” (Enfâl 8/34) denilmektedir. Yûnus sûresinde (10/62-64), İman ve takva sahibi diye nitelendirilen Allah dostları (evliya) İçin korku ve üzüntünün bahis konusu olmadığı, dünya hayatında da âhirette de müjdeye ve sevince onların hak kazandığı ifade edilmiştir. Fussılet sûresinde de (41/30-31) iman ve istikamet sahibi olanlar için benzer ifadeler kullanılmakta ve meleklerin hem dünyada hem de âhirette kendilerinin dostu olduğu haber verilmektedir. Bütün bunlar İslâm literatüründeki takva teriminin korkudan çok saygıyı ifade ettiğini göstermektedir.
- Allah İslam Hat Sanatında Allah Lafzı Kullanımı
- Allah, Türk Dini Musikisinde Allah İsmi Kullanımı
- Allah, Türk-İslam Edebiyatında Allah İsmi Kullanımı
- Allah Varlığı, Birliği, İsimleri, Sıfatları Literatürü Hakkında Bilgi
- Allah’ın Sıfatları, Tenzihi, Subuti, Fiili Sıfatları
- Allah Varlığı Delilleri, Hudus, İmkan, Nizam, Fıtrat Delilleri, Tasavvuf Metodu
- Dinlerde Tanrı İnancı, Çin, Hint, Eski Mısır, Yunan, Türk, Zerdüşt, Araplarda
- Allah Nedir, Ne Demek, Ne Anlama Gelir, Etimolojisi
- Allah’ın Birliğine İnanmak, Allah’ın Birliğinin Delilleri, Hakkında Bilgi
Diyanet İslam Ansiklopedisi