V) SIFATLARI
A) Problemin Ortaya Çıkışı.
Sıfat, Allah’ın zâtına nisbet edilen bir kavramdır. Kâinatın yaratıcısı ve yöneticisi, şüphe yok ki zihnî bir varlıktan ibaret olmayıp “Hak” isminden de anlaşılacağı üzere zihnin dışında fiilen de vardır. Fakat insanı sınırlandıran fizyolojik şartlar O’nu dünya hayatında görme imkânını vermemektedir. Bazı felsefî doktrinlerden farklı olarak dinler, kişiye telkin ettikleri tanrının zihinle benimsenmesinin yanında ona gönülden bağlanılmasını da isterler. Böylece zihin ile kalbin ortak ürünü olarak teşekkül eden İman iradeyi harekete geçirir ve iman edilen varlığa şükran duygularını arzetme İhtiyacını doğurur. Kur’an’ın,
“Âlemlerin rabbi olan Allah’a hamd olsun” (Fâtiha 1/1) mealindeki ilk âyeti, dindarlığın ilk İfadesi olarak müminin bu şükran duygularını dile getirir. Daha sonraki âyette (1/4) bu duyguların ibadet yoluyla şekillenip âhenkleştiği ifade edilir. Ayrıca birçok âyette imanla birlikte “Amel-i sâlih” gibi geniş kapsamlı bir kavramla zikredilen ve psikolojik muhtevanın en değerli tezahürünü oluşturan ibadetin meçhul bir tanrıya karşı yapılması mümkün değildir. Şu halde dinin inanılmasını ve tapınılmasını İstediği yüce yaratıcının yine din tarafından nitelendirilmiş olması gerekir. Meşhur Cibril hadisinde, dinî hayatın en yüksek mertebesi kabul edilen İhsan, “Allah’ı görüyormuş gibi O’na ibadet etmendir; gerçekte sen O’nu görmüyorsan da O seni görmektedir” şeklinde tarif edilmiş ve tanınmayan, münasebet kurulamayan bir tanrıya hakiki mânada ibadet edilemeyeceği gerçeğine işaret edilmiştir.
Kurân-ı Kerîm’de Allah’a nisbet edilen nitelikleri ifade eden birçok kavram vardır. Bunlar muhtelif hadislerle de teyit edilmekte ve kısmen de zenginleşti-rilmektedir. Bu tür kavramlara “İsim” veya “Sıfat” denilmesi, konunun mahiyetini değil terminolojiyi ilgilendirir. Bu isim veya sıfatların Hz. Peygamber döneminde nasıl anlaşılıp yorumlandığı hususunda herhangi bir bilgiye sahip değiliz. Bununla beraber ilâhî sıfatlar ve kader meselelerinin ashap devrinin sonlarından itibaren gündeme geldiği bilinmektedir. Özellikte yabancı yazarlar bunun sebebini yahudi veya hıristiyan teolojisinin, yahut da Eski Yunan felsefesinin tesirinde aramakta, bunun için de ele alınan konularda ve bunların münakaşa ediliş şeklinde göze çarpan bazı benzerlikleri ve bir de tartışan grupların birbirlerini söz konusu din veya felsefelere bağlılıkla itham etmelerini delil olarak kullanmak isterler. Bu arada, ashap döneminden İtibaren müslümanlar arasında ortaya çıkıp devam eden siyasî anlaşmazlıkların doğurduğu bazı akaid problemlerini (iman-küfür, cebir-ihtiyar) zikretmeyi de ihmal etmezler. Her şeyden önce, inanan ve inandığına ibadet etmek isteyen insan için Allah’ın bazı sıfatlarla nitelendirilmesi kaçınılmaz bir ihtiyaçtır. Bilinmeyene tapınmak mümkün değildir. L. Gardet’nin de ifade ettiği gibi Kur’an ve hadis metinlerinde birçok kavramla nitelendirilen Allah hakkında İslâm bilginlerinin düşünmemeleri, birbirinden farklı da olsa genelde belli bir anlayışa sahip olmamatan mümkün değildir. Gerek umumi İslâm tarihi ve mezhepler tarihi kitaplarından, gerekse mezhepler arası tartışmaları aksettiren reddiye türündeki eserlerden anlaşıldığına göre İslâm’ın yayılışı sırasında diğer din ve felsefe mensuplarıyla müslümanlar arasında önemli fikir mücadeleleri cereyan etmiştir. Ahmed b. Hanbel’e ait er-Red ale’z-zenâdıka ve’l-Cehmiyye’de bazı örneklerini gördüğümüz bu mücadeleleri, yabancı din ve düşünce akımlarına karşı müslümanların kendi akidelerini savunmaları tarzında değerlendirmek, bu din ve felsefelerin teolojilerini taklit etmek şeklindeki değerlendirmeye nisbetle daha isabetli kabul edilmelidir. Aslında bu tartışmaların ortaya çıktığı hicrî 1. yüzyılın sonları ile II. yüzyılın başlarında ne söz konusu dinlerin müslümanların faydalanacağı şekilde geliştirilip sistemleştirilmiş teolojileri vardı, ne de müslüman âlimler Eski Yunan metafiziğine vâkıftı. Şunu da ilâve etmek gerekir ki mezhep bağlılığı ve bazı siyasî faktörlerin tesiriyle cedel ve münazaranın oluşturduğu gergin hava içinde grupların birbirlerini itham etmelerini, önemli sonuçlara ulaşmak için delil olarak kullanmak isabetli değildir, özellikle o dönemlerde bu tür İthamlar, gerçeğe ulaşmak yerine sırf karşı grubu mağlûp etmek için etkili bir silâh gibi kullanılabilmekteydi. Ancak felsefi kültürün oldukça geliştiği, İbn Ebû Duâd-Ahmed b. Hanbel mücadelesiyle ileri boyutlara varan akıl nakil tartışmalarının sertleştiği III. yüzyıldan sonra, aşağı yukarı sınırlan ve ana temaları açıklığa kavuşmuş bulunan sıfatlar konusunun işlenişinde yabancı kültürün tesiri söz konusu olabilir. Bu tesirin yahudi veya hıristiyan teolojisi renginde gelmiş olması zayıf bir ihtimaldir. Zira Sünnî ve gayri Sünnî bütün İslâm âlimleri, semavî olanları da dahil olmak üzere diğer dinlere karşı sempati duymamış, aksine daima onları red ve tenkitleri için hedef kabul etmiştir. Buna mukabil onların felsefeye karşı takındıkları tavır daha yumuşaktır. İslâm dünyasında sıfat ve kader meselelerini ilkin tartışma konusu haline getiren Cehmî-Mu’tezilî bilginlerin özellikle Hıristiyanlığa karşı reddiyeler yazdıkları bilinmektedir.
Filozof Kindi’ye ait er-Red ‘ale’n-naşârâ’nın yazma nüshaları ve bunlar üzerinde yapılan çalışmalar mevcuttur.
“Sıfat” kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de yer almamıştır. Fakat “İsim” birçok âyette Allah’a nisbet edilmiş, ayrıca O’nun “Esmâ-i hüsnâ”sının olduğu da ifade edilmiştir. [589] Bu âyetlerin ve esmâ-i hüsnâ hadisinin tesiriyle olacaktır ki müslümanlar ilk dönemlerden itibaren Allah’ı nitelendirmek için isim ve esma terimlerini kullanmışlardır. En erken hicrî II. yüzyıldan itibaren akaid literatürüne girdiği anlaşılan sıfat terimi ise İslâm inancının gayri İslâmî unsurlar karşısında savunulması sırasında ortaya çıkmış olmalıdır.
Zât-ı ilâhiyye etrafında ilk defa ortaya çıkan fikrî hareketler iki noktada yoğunlaşıyordu: Zâtın nitelendirilmesi ve tevhidin korunması. Şüphe yok ki kendimize ve etrafımızı saran kâinata hâkim olan ve tapınılmaya müstahak bulunan yaratıcının bilinmesi, bunun için de bazı sıfatlarla nitelendirilmesi gerekir. 0, zâtına nisbet edilecek bu sıfatları sonradan kazanmış olamaz; çünkü bu takdirde yetkinlik ifade eden sıfatlara sahip olmadan önce onlardan yoksun olmak gibi bir eksikliğe, ayrıca sonradan bazı özelliklere kavuşmak suretiyle de değişikliğe mâruz kalmış olur. Şu halde söz konusu sıfatların da zât gibi kadîm olması gerekir. Bu durumda ise kadîmler çoğalacağı için (taaddüd-i kudemâ) tevhid prensibi zedelenmiş olabilir. Bu iki noktanın birincisinde itidali muhafaza edememek teşbih (zât-ı ilâhiyyeyi yaratılmışa benzetmek), ikincisinde ise ta’tîl (zâtı sıfatlardan tecrit etmek) sonucuna götürür ki bunların her ikisi de Asr-ı saadetten itibaren müslümanların benimsediği akideye ters düşmektedir.
İslâm dünyasında teşbih veya ta’tîl aşırılıklarından ilk defa hangisinin ortaya çıktığı kesin olarak bilinmemektedir. Bununla beraber, siyasî ve ideolojik maksatlarla bazı aşırı grupların Hz. Ali’nin şahsiyeti etrafında ürettikleri teşbih görüşleri bir yana bırakılırsa, fikri mânada İlk aşırılığın hicrî II. yüzyılın başlarında, yabancı din ve fikir akımlarıyla mücadele eden Ca’d b. Dirhem ve Cehm b. Safvân tarafından ta’tîl görüşünün ileri sürülmesiyle başlamış olduğunu söylemek mümkündür. Daha sonra bir yönüyle buna tepki, bir yönüyle de muhafazakârlık mahiyetinde olmak üzere Mukâtil b. Süleyman ve onun gibi düşünenlerin teşbih aşırılığı göze çarpar. Aynı dönemlerde Mutezile âlimleri teşbihten şiddetle kaçınan, fakat ta’tîl görüşünü de benimsemeyen orta bir yol tesbit etmeye çalışmışlardır. Bundan bir asır sonra gelen ilk İslâm filozofu Kindî’yi kelâmdan felsefeye geçiş döneminin temsilcisi sayarsak yaklaşık bir asır daha beklememiz ve nihayet tenzihe son derece önem veren Fârâbryi, ardından da İbn Sînâ’yı söz konusu etmemiz gerekir. Aslında ta’tîl veya teşbih aşırılıklarına bağlı bulunan ve İslâm tarihinde hiçbir zaman önemsenecek bir çoğunluk teşkil etmeyen gruplar da dahil olmak üzere hiçbir müslüman, tapındığı rabbın hiçbir sıfatla nitelenmeyen zihnî bir varlıktan ibaret olduğunu kabul etmediği gibi O’nu insana veya başka bir yaratılmışa da benzetmiş değildir. Her inananın, Allah kelâmı olduğu ve değişikliğe mâruz kalmadığından emin bulunduğu Kur’ân-ı Kerim Allah’ı binlerce defa çeşitli kavramlarla nitelerken, bir müslüman için başka türlü inanmak ve bir anlamda başka bir tanrıya ibadet etmek zaten mümkün değildir. Bütün mesele fiilen var olduğu ve naslarda mevcut sıfatlarla nitelendiği kesin olarak bilinen Allah’ın zâtı ile sıfatları arasındaki münasebeti kurabilmek, daha doğrusu bu münasebeti ilmî bir yaklaşım ile ifade edebilmektir. Sıfatlara dair nasların zahirine bağlı kalanlar bazı noktalarda teşbihe düşmüş gibi görünürse de aslında Mukâtll b. Süleyman gibi fikirleri açısından ciddiye alınabilecek teşbih taraftarlarının sayısı pek azdır ve bunların gerçek görüşleri hakkında sadece muhaliflerinin kitaplarında yer alan rivayetlerin doğruluğu konusunda da İhtiyatlı olmak gereklidir. Kerrâmîler’in, hatta filozofların Allah’a “Cevher” demeleri, bilindiği üzere, “Kendiliğinden var olan ve mevcudiyetini sürdüren” veya “Araz kabul etmeyen” anlamında olup her hangi bir teşbih unsuru taşımaz. Gazzâli’nin de ifade ettiği gibi bu tür nitelendirmelere olsa olsa terminoloji açısından tenkitler yöneltilebilir. Tevhidi korumak maksadıyla ta’tî-le yaklaşan veya tenzihe fazla meyledenler de aslında naslarda yer alan isim ve sıfatlan inkâr etmemişlerdir. Nitekim Gazzâlî, tenzihe en çok önem veren İslâm filozoflarının ulühiyyet görüşünü tenkide tâbi tuttuğu halde onların sıfatlan inkâr ettiğini ileri sürüp tekfir cihetine gitmemiştir.
Sıfatlar konusunda muhafazakâr davrandığı bilinen Selefiyye, naslarda yer alan bütün sıfatlan Allah’a nisbet etmeyi akidelerinin vazgeçilmez bir prensibi olarak kabul etmişlerdir. Bununla beraber Ahmed b. Hanbel’den, hatta İmam Mâlik’ten itibaren selef âlimler, zahirî mânalarıyla beşerî özellikler taşıyan haberî sıfatlan Allah’a nisbet ederken daima “Mahiyet ve keyfiyeti bilinmeden” demek suretiyle teşbihi andıran kavramları zâttan uzak tutmuşlardır. Tenzih taraftan olan Mu’tezile’ye gelince, onlan da “Bütün sıfatlan inkâr edenler” anlamındaki Muattıla’dan kabul etmek hiçbir zaman doğru değildir. Mu’tezile âlimlerinin çoğunluğu Kur’an’da bulunan ilâhî sıfatlarıki bunlann çoğu kelime türü bakımından sıfat sığasında olduğundan isim diye anılmaktadır- zât-ı ilâhiyyeye nisbet etmekte tereddüt göstermemiştir. Bu âlimlerle Sünnî kelâmcılar arasında bulunan sıfat anlaşmazlığı, meselenin özünden çok şeklini ve tekniğini ilgilendirmektedir.
B) Sıfatların Tasnifi.
Sıfatlar üzerinde fikir yürüten âlimler daima konu ile ilgili naslan göz önünde bulundurmak mecburiyetindedirler. Esmâ-i hüsnâ hadisinde ilâhî isimlerden doksan dokuz tanesi zikredilmişse de sadece Kur’an’da geçen isimlerin bunun üç katından fazla olduğu bilinmektedir. Ancak âlimler, ilahiyat bahislerini eğitim Öğretime ve aynca telife elverişli hale getirebilmek için onlan mantıkî bir ahenk içinde sistemleştirmeye çalışmışlar ve belli Ölçülerle seçtikleri isim veya sıfatları gruplandırarak açıklama geleneğini kurmuşlardır. Akaidle ilgili olarak erken dönemlerde telif edilen Ebû Hanîfe’nin el-Fıkhü’1-ekber, Mâtürîdi’nin Kitâbü’t-Tevhîd ve Eş’arfnin el-Lüma adlı kitaplarında söz konusu sıfat gruplandırmaları yapılmış, bunlan hemen takip eden eserlerde de hu gruplandırma aşağı yukan son şeklini almıştır.
Akaid ve kelâm kitaplannın klasik planına göre ilâhiyyât bahislerinin ana konulan Allah’ın varlığı, birliği, sıfatlan ve fiillerinden ibarettir. Varlık konusunu zât bahsi, diğer üç konuyu da sıfatlar bahsi olarak adlandırmak da mümkündür; nitekim kelâm ilmi konusuna göre tarif edilirken bu gruplandırma esasına bağlı kalınmıştır. Yine özellikle Sünnî kelâm kitaplarında görülen yaygın bir tasnife göre sıfatlar tenzîhî, sübûtî ve fiilî olmak üzere üç gruba aynlmıştir. Tenzîhî sıfatlar Allah’tan nefyedilmesi gereken ve O’nun aşkınlığını ifade eden sıfatlardır. Sübûti sıfatlar ise Allah’a nisbet edilmesi gereken ve O’nun yetkinliğini ifade eden sıfatlardır. Birinci gruba imanın hedefini oluşturan ûluhiyyet sıfatları, ikincisine de ibadetin hedefini oluşturan rubûbiyyet sıfatları demek mümkündür. Fiilî sıfatlara gelince bunlar, Allah’ın kâinatla olan münasebetini daha açık bir şekilde ifade eden ve O”nun kâinatı yaratış ve idare edişini oldukça ayrıntılı bir biçimde anlatan kavramlardır.
Selef âlimleri ile Mu’tezile ve Şîa kelâmcılarının sıfat tasnifi de, Sünnî kelâmcıların tertibi kadar mükemmel olmasa da, ana plan bakımından aynı mahiyettedir. İslâm filozofları Allah’ın birliğine ve tenzîhî sıfatlarına büyük önem vermişler, sübûtî sıfatlan bir anlamda tenzîhîlerle birleştirmişlerdir. Fiilî sıfatlar Selefiyye ve Mâtürîdiyye dışındaki âlimlere göre itibarî sıfatlardır.
1) Tenzihi Sıfatlar.
Zâtullah akidesini belirleyen ve selbî terimiyle de anılan bu sıfatlar acz, eksiklik ve yaratılmıştık gibi ulûhiyyete nisbet edilmesi mümkün olmayan kavramlardır. Bu tür kavramlann zâttan uzaklaştınlması (tenzih, selb) suretiyle O nitelendirilmiş olur. Buna göre tenzîhî sıfatlar Allah’ın ne olmadığını anlatan sıfatlardır. Kur’ân-ı Kerîm’de Allah’ın birliğini, şeriki ve benzerinin bulunmadığını, yaratılmışlık belirtilerinden münezzeh olduğunu ifade eden birçok âyet vardır. İbn Mâce ve Ahmed b. Hanbel’in Huzeyfe’den rivayet ettikleri bir hadise göre Hz. Peygamber gece namazında Kur’an okurken tenzih âyetlerine sıra gelince Allah’ı tenzih ve teşbih ederdi.
“Hiçbir şey O’nun benzeri değildir” mealindeki âyet bütün âlimler tarafından tenzih için esas kabul edilmiştir. Kelâm ilminde muhâlefetün li’l-havâdis terimiyle ifade edilen bu prensip yaratıcı ile yaratılmışların statülerini tamamıyla birbirinden ayırmıştır. Bunun gibi Allah’ın birliği prensibi de ulûhiyyete yakışmayan bütün kavramları zât-ı ilâhiy-yeden uzaklaştıran ve bir bakıma tenzîhî sıfatları ihtiva eden bir prensiptir.
Tenzîhî sıfatlar akaid literatürünün selef, kelâm, felsefe ve tasavvuf alanlarının hepsinde ele alınarak işlenmiştir. Selef âlimleri, telif planlarına göre tenzihle ilgili naslan sıralayıp yorumlamakla yetinmişler, kelâmcılar ise Şûra sûresinin 11. âyetinin ışığı altında İlgili naslardan faydalanarak bazı terimler tesbit etmiş ve daha çok öğretimde kolaylık, telifte birlik ve ahenk sağlamak maksadıyla altı terimi seçerek belli bir liste oluşturmuşlardır. Bunlardan vücûd “Yokluğu düşünülmemek” anlamına gelip bazıları bunu müstakil bir sıfat (sıfât-ı nefsiyye) kabul etmiş, bazılan da vücûdun zâttan ayrı bir mâna olmadığını söyleyerek onu sıfat listesinden çıkarmışlardır. Kıdem “Varlığının başlangıcı olmamak”, beki “Varlığının sonu olmamak”, muhâlefetün li’l-havâdis “Yaratılmışlara benzememek”, kıyam bi nefsihî “Varlığı için başkasına muhtaç olmamak”, vahdâniyyet “Şeriki bulunmamak”, mânalarına kullanılmıştır. Felsefenin de etkisiyle kelâmı kültür geliştikten sonra tenzîhî sıfatlar listesi zenginleşmiştir. Meselâ Sünnî İslâm dünyasında uzun asırlar yaygın bir şöhrete sahip bulunan ‘Akâ’idü’n-Nesefîtenzîhî sıfatları söyle sıralamaktadır: “Allah araz, cisim, cevher olmadığı gibi herhangi bir şekle bürünmüş veya sınırlandırılmış da değildir. Yine O kemiyet ve hacimden, basit veya birleşik parçalardan teşekkül etmemiştir, sonlu değildir. Allah mahiyet ve keyfiyetle nitelendirilemez. Mekân tutmaz, üzerinden zaman geçmez. Hiçbir şey O’na benzemez, hiçbir şey ilim ve kudretinin dışında kalmaz”
Mu’tezile ve Sîa âlimleri de Ehl-i sünnet’in benimsediği tenzîhî sıfatları aynen kabul ederler. Ancak Nazzâm ve Ebü’l-Hüzeyl el-Allâf gibi bazı Mu’tezilî âlimler sübûtî sıfatları tenzîhî sıfatlar alanına girecek bir anlayışla yorumlayarak bu sıfatların sahasını genişletmiş ve Allah’ın yalnız bu tür kavramlarla nitelendirilebileceğini söylemişlerdir.
Sıfatlarla ilgilenen İslâm bilginleri içinde tenzih konusunda en çok titizlik gösterenlerin filozoflar olduğu bilinmektedir. İslâm filozofları naslarda bulunan ve kelâmcılar tarafından düzenlenen bütün tenzîhî sıfatları kabul etmektedir. Onlann, Allah için, meselâ “Cevher” veya “Akıl” terimlerini kullanmaları sebebiyle tenzih prensibini zedeledikleri sanılmamalıdır. Çünkü her iki kelimeye dildeki kullanılışlarından farklı olarak verdikleri özel mânalar, esas itibariyle zât-ı ilâhiyyeye nisbet edilemeyecek kavramlar değildir. Fârâbî ve özellikle İbn Sînâ Allah’ın varlığını “Vacip” kavramına bağladıktan sonra büyük önem verdikleri ve teolojilerinin odak noktasını oluşturan tevhid; akidesini bu vacip esası üzerine oturtmuşlardır. Onlara göre tenzih metodu dışında zâta nisbet edilecek ve kaçınılmaz bir şekilde kadîm olarak kabul edilecek sıfatlar ulûhiyyette kesretin bulunduğunu çağrıştırır ki bu hiçbir müslümanın benimseyemeyeceği bir husustur. İslâm filozofları naslarla sabit olan esmâ-i hüsnâyı “Taabbüdi bir yaklaşıyla kabul ederler. Fikrî açıdan ise Allah’ın, meselâ alîm, hakîm, hak ve hay sıfatlarıyla nitelendiğini şöyle bir yorumla benimserler: Fiilen mevcut olan Allah’ın varlığı diğer hiçbir şeyin varlığına benzemeyecek şekilde kendi zâtına hastır ve bu sebeple bir tek olmanın en örneksiz üstünlüğüne sahiptir. Allah madde olmadığı gibi varlığı için maddeye muhtaç da değildir. O halde O, hiçbir şekilde maddeye bağımlı olmamak anlamında bilfiil “Akıl”dır. Yine aynı özelliği sebebiyle zâtını akleden (âkil) ve dolayısıyla akledilendir (makûl). Fakat O’nun nitelendirilmesi için kullanılan bu üç kavram, hiç şüphe yok ki, bölünme bahis konusu olmadan tek bir zât ve tek bir cevhere aittir. İşte Allah’ın “Alim” olması da aynen bunun gibidir. O “Bilen” olmak için kendi zâtının dışında bir şeyi (zâtı, objeyi) bilmeye muhtaç olmadığı gibi “Bilinen” (malûm) olmak için O’nu bilecek diğer bir şeye de (zâta) muhtaç değildir. Aksine O, bilen ve bilinen olmak için kendi cevheriyle müstağni olandır. Şu halde O’nun, zâtını bilmesi anlamındaki ilmi kendi cevherinden başka bir şey değildir. O halde zât âlim, ma’lûm ve İlimdir. O’nun hakîm, hak, hay oluşu da bunun gibidir.
Öyle görünüyor ki filozoflar naslarda yer alan ilâhî nitelikleri benimsemekle -veya onlara iman etmekle-beraber bunların zât ile olan münasebetini izah ederken çok önem verdikleri tevhid uğruna sıfatlan zât içinde eritmişlerdir. Bu açıdan bakıldığı takdirde sıfat-zât ayniliği ortaya çıkmakta ve Allah’ı nitelendirmek için tenzîhî olanlardan başka sıfat kalmamaktadır. Bu görüş Ebü’l-Hüzeyı ve Nazzâm’ın sıfat anlayışına yaklaşmaktadır. Şark İbâzîleri’-nin sıfat anlayışı da buna benzemektedir. İslâm filozoflarının bu anlayışına Aristo’dan itibaren gelen felsefî kültürlerin tesirleri vardır. Filozofların sıfat zât ayniliği görüşüne özellikle Sünnî kelâmcılar şiddetle karşı çıkmış, fakat sıfatlan inkâr ettiklerini öne sürmekle birlikte bu konuda tekfir cihetini de genellikle tercih etmemişlerdir.
“Haberi sıfatlar” diye de anılan ve naslarla sabit olmakla beraber zahirî mâna la nyla aşkın varlığa nisbet edilmeleri mümkün olmayan bazı kavramlar vardır ki İslâm akaidinin zengin tenzih literatüründen bir anlamda İstisna teşkil ederler. Bu türden olmak üzere Kur’ân-ı Kerîm’de zahirî mânalarıyla yüz (vech), göz (ayn, a’yün), el (yed), hadislerde parmak (ısba’), ayak (kadem) gibi uzuvlar, ayrıca bazı âyet ve hadislerde arşın üzerinde oturmak (istiva), yukarıdan aşağıya inmek (nüzul), gelmek (mecr) gibi beşerî fiiller Allah’a nisbet edilmiştir. İlâhî rahmet ile gazabı, insanın manevî kurtuluşu ile hüsranını ilgilendiren naslarda bazan rahmet ve kurtuluşa, bazan da gazap ve hüsrana ağırlık verilmesi, bu nas-lar arasında bir çelişkinin bulunduğu anlamına gelmez. Çünkü aynı konu İle ilgili olan bu tür naslar arasında göze çarpan tutum farklılıktan aşkın varlıkla İlgili olmayıp insanların kulluk duygulan ve davramşlanmn çeşitliliğiyle ilgilidir. Dinî hayat açısından kişiler arasında, hatta aynı kişinin geçirdiği muhtelif dönem ve takındığı tavırlar arasında gerçekte mevcut bulunan o kadar çok farklılık vardır ki bunlann değerlendirilmesi, bazan ancak birbiriyle çelişir gibi görünen sonuçlar ve hükümler halinde olabilmektedir.
Semavî dinlerin, özellikle İslâmiyet’in tevhid akidesini ısrarla telkin ettikleri şüphesizdir. Bununla birlikte mukaddes metinlerde bu akîde İle bağdaşmaz gibi görünen bazı beyanların da yer aldığı bilinmektedir. Müteşâbih (birkaç anlamla gelebilen) terimiyle de ifade edilen bu tür beyanlar, acaba bir yandan müminin samimiyetini ölçen, diğer yandan da onu kayıtsız şartsız teslim olma yolunda eğiten ilâhî İmtihan ve uyan vasıtaları mıdır? Kur’an’da bu meseleyi konu edinen âyette (Âl-i İmrân 3/7) doğrusu bu ihtimallerin ikisine de açık işaretler vardır. Gerçi yahudi teolojisinde görülen “Yorulup dinlenmek”, “Cennette gezinmek” , “Şehri ve kuleyi görmek için inmek”, “Pişman olmak” , “Kıskanmak” gibi yorumu çok güç antropomorfik beyanlar veya Hıristiyanlık’taki Tanrı’nın beşerîleşmesi türünden tevhidle bağdaşmaz ifadeler, sahih İslâmî naslarda yer alan müteşâbihler içinde mevcut değildir. Bununla beraber ilk fetihlerle birlikte İslâm teolojisinin karşılaştığı direnişler karşısında erken dönemlerden itibaren bu tür naslann yorumu gündeme gelmiştir. Müşebbihe veya Mücessime diye anılan ve -mezhep gruplarının karşılıklı ithamları bir yana kemiyet ve keyfiyet bakımından önemsenmemesi gereken azınlık hariç tutulursa, bütün İslâm âlimleri zât-ı ilâhiyyeye hiçbir zaman antropomorfik özellikler nisbet etmemişlerdir. Yine onlar zât ve sıfatlarıyla birlikte ulûhiyyetin mahiyet ve keyfiyeti bilinmeyecek aşkırf bir âlem olduğundan da şüphe etmemişlerdir. Naslar İçinde bu tür sıfatlan teşkil eden bütün kelime veya kelime gruplan, dil açısından, çok defa İslâm öncesi metinlerle de belgelenebilen mecazi mânalara sahiptirler.
Esasen müteşâbih naslann dikkatle incelenmesinden de bunlann madde dünyasıyla ilgili mânalann ötesinde anlam ve özellik taşıdıkları sonucunu çıkarmak mümkündür. Meselâ Kur’ân-ı Kerîm’de zaman kavramının nisbî bir değer taşıdığını ifade etmek sadedinde,
“Rabbinin katında bir gün, sizin sayıp hesap ettiğiniz bin yıl kadardır” (Hac 22/47) denilmekte. Sabâ melikesine ait tahtın getirilmesinden bahseden âyetlerde de (Neml 27/38-42) mekân kavramının aynı mahiyette olduğuna işaret edilmektedir. Yine adaletle hükmedenlerin Allah nezdindeki değerlerinin, O’nun sağ tarafında nurdan minberler üzerinde bulunmak derecesinde olduğunu ifade eden bir hadisin metninde, Allah’ın her iki elinin de sağ olduğu kaydedilir.
Bu açıklama da el (yed) kavramının Allah’a nis-bet edildiği takdirde beşerî mânadan uzaklaştığı ve aynı zamanda O’nun için yön ve mekânın bahis konusu olamayacağı gerçeğine işaret etmektedir.
Muhafazakâr âlimler haberî sıfatların ifade ettiği yüz, göz, el, ayak gibi zahirî ve beşerî mânalann Allah için söz konusu olmadığını benimsemekle birlikte daha ileriye giderek bunlara mecazi anlamlar vermek de istememiş ve meselenin iç yüzünü Allah’a havale etmeyi (tefvîz) uygun görmüşlerdir. Mu’tezile’nin başlattığı ve daha sonra Sünnî kelâmcıların da benimsediği te’vil metoduna göre ise bu tür kelimeler, akaidin genel prensipleri ve Arap dilinin kural ve özellikleri çerçevesinde mecazi mânalarına bağlı olarak yorumlanmalıdır. Bu çerçevede geliştirilen ve Bâtıniyye’ninkine benzemeyen te’vil metodu, teşbih ve ta’tîl aşırılıklarına engel olduğu gibi İslâm akaidini naslar çerçevesinde ve rr^n*ıkî bir ahenk içinde sistemleştirmeye de hizmet etmiştir. Aslında muhafazakâr âlimler de müteşâbih nasların zahirî mânalarını Allah’a nisbet etmemekle bir nevi te’vili (icmâlî tevil) benimsemiş olmaktadırlar. Ayrıca Ahmed b. Hanbel de dahil olmak üzere muhafazakâr âlimler bile bazı nasları kelâma la r gibi te’vil etmek mecburiyetini hissetmişlerdir.
Buraya kadar belirtildiği gibi zahirî mânalarıyla aşkın varlığa nisbet edilmesi tenzih prensipleri açısından mümkün olmayan bazı kavramların az da olsa naslarda yer alması, ilâhî bir imtihan ve eğitim vesilesi olduktan başka, aşkmlıga has bir özellik, ayrıca her dilde bulunan edebî bir kullanılıştır. Bu problem İslâm öncesi dinlerde daha karmaşık olmak üzere bütün dinlerin mukaddes metinlerinde de mevcuttur. Bundan dolayı D. B. Macdonald’ın, problemi sadece İslâmiyet’e has gibi gösterip tenkide tâbi tutması ve sûfiyyeye ait vahdet-i vücûd nazariyesinin, “Vechullah” sıfatının naslar tarafından vuzuha kavuştu-rulamaması sebebiyle ortaya çıktığını ileri sürmesi isabetli değildir. Abdülvehhâb eş-Sa’rânî, Muhyiddin İbnü’l-Arabî ve diğer sûfiyyenin haberî sıfatları muhafazakâr bir yaklaşımla anlayıp benimsediklerini, fakat te’vil yolunu tercih edenleri de asla tekfir etmediklerini kaydeder.
2) Sübûti Sıfatlar.
Allah’ın zâtına nisbet edilen ve O’nun ne olduğunu ifade eden sıfatlardır. Esmâ-i hüsnânın zatî sübûtî kısmını oluşturan bu sıfatlar müminin ubûdiyyeti ile yüce yaratıcının rubûbiyyeti arasındaki ilgiyi ve ayrıca Allah-kâinat münasebetini açıklığa kavuşturan kavramlardır.
Allah’ı nitelendirme konusunda esmâ-i hüsnâ merhalesinden sıfat merhalesine geçildiği erken dönemlerden (yaklaşık hicrî I. asrın sonları) itibaren âlimler sübûtî sıfatlar meselesiyle ilgilenmeye başlamışlardır. Sünnî kelâm ekollerinin kurulmasından sonra (Ebû Hanîfe’ye nisbet edilen el-Fıkhü’lekbergöz önünde bulundurulacak olursa ondan itibaren) sübûtî sıfatlar (veya esmâ-i hüsnâ} listesinden belli birkaç sıfatn tercih edildiği ve ilmî tartışmaların bunlar üzerinde yürütüldüğü görülmektedir. Diri (hay), bilen (alîm), işiten (semf). gören (basîr). güç yetiren (kadir), dileyen (mürîd) ve konuşan (mütekellim) olmak üzere genellikle yedi sıfattan oluşan bu listenin tercih edilmesinin sebebi, öyle anlaşılıyor ki, telif ve öğretim kolaylığı sağlanması yanında belli bir problemi çözüme kavuşturmaktır ki o da kâinatın yaratılış veya Allah kâinat münasebeti problemidir. Çünkü Mâtürîdî, Eş’arî, Kâdî Abdülcebbâr ve daha sonraki kelâmcılann ve ayrıca muhafazakâr âlimlerin eserlerinde görüldüğü üzere kâinatın müşahedesinden yaratıcının (sâni’) sübûtî sıfatlarına istidlal etmek bunun açık delilini oluşturmaktadır. Buna göre sâni”. her teologun kabul ettiği gibi hayat ve ilim sahibidir. Semr ve basîr sıfatlarının Mutezile tarafından -sistemin bütünlüğü düşünülerek- alîm sıfatına irca edilmesi her ne kadar Sünnî âlimler tarafından tepki ile karşılanmışsa da zaten esmâ-i hüsnâ listesinde benimsendikten sonra bunun sakıncalı görülmemesi gerekir. Alîmin etkileyici değil sadece nesne ve olayların üzerinden bilinmezliği kaldırıcı (sıfât-ı kâşife) bir özellik taşıması karşısında kâinatın yaratılması ve yönetilmesi fonksiyonunu yürütecek diğer niteliklere de İhtiyaç hissedilmiştir. Onlar da kadîr ve mürîd sıfatlardır. Yaratıcının güç yetirmesinin (kadîr), alternatiflerin ve zamanların hepsine eşit bir şekilde yönelmesi gerçeği karşısında, şüphe yok ki zamanlamayı sağlayacak ve alternatiflerle dolu kâinatı açıklayacak bir sıfata daha gerek vardır ki o da mürîdden ibarettir (sıfât muhassıse) Mütekellim sıfatına gelince bu, kâinat içinde sadece insana bahşedilmiş bir sıfattır. Akla ve seçme hürriyetine (irade) sahip kılınan insanın ilâhî mesaja muhatap olması ve kendisinin de konuşma özelliğini taşıması, hiçbir yaratılmışa nasip olmayan erişilmez üç meziyetini teşkil eder.
Buraya kadar söz konusu edilen sübûtî sıfatlar siga bakımından da sıfat olan kelimelerdir. Naslarda da genellikle bu şekilde geçen (esmâ-i hüsnâ) bu gruba “Manevî sıfatlar” denilmiştir. Sünnî âlimler bu türemiş kelimelerin köklerini oluşturan masdarlar; da bir sıfat grubu sayarak Allah’a nisbet etmişlerdir. Hayat, ilim, semi, basar, kudret, irade ve kelâmdan ibaret olan bu sıfatlara da “Mâna sıfatlan” denilmiştir. Nazzâm ve Ebü’l-Hüzeyl el-Allâf gibi Mu’tezilî kelâmcılar zât-ı ilâhiyyenin sadece tenzîhî metotla nitelendirilebileceğini söylemek suretiyle sübûtî sıfatların her iki grubunu da reddetmiş. Ebû Hâşim el-Cübbâfve Kâdî Abdülcebbâr (ve bazı Sünnî kelâmcılar), söz konusu sıfatlan kabul etmekle reddetmek arasında yer alan üçüncü bir görüş ortaya koymuş, geri kalan Mutezile çoğunluğu İse manevî sıfatlan benimsemiş, mâna sıfatlarını ise reddetmiştir. Bunlara göre manevî sıfatlar Allah’a nisbet edilirken zât ve sıfat aynı anda düşünüleceğinden ikisi arasında bir ayırım olmayacak, dolayısıyla ulûhiyyet kavramında herhangi bir çokluğu (taaddüd) hatırlatmayacaktır. Buna karşılık, meselâ “Allah alimdir” yerine “Allah’ın ilmi vardır” denmek suretiyle mâna sıfatlan kullanılacak olursa, insan zihnine her ikisi de kadîm olan “Allah” ve “İlim” kavramları gelecektir ki bu, kadîmlerin çoğalmasını, dolayısıyla tevhidin zedelenmesini sonuçlandırır. Sünnî kelâmcılar Mu’tezi-le’nin bu titizliğini yersiz bulmuş ve söz konusu ayırımın sadece zihnî bir fonksiyon olması sebebiyle herhangi bir taaddüdün meydana gelmeyeceğini söylemişlerdir. Sünnî kelâmcılara göre hay, alîm, semî şeklinde türemiş kelimeler (sıfat kipleri) yoluyla düzenlenen sıfat grubunun Allah’a nisbet edilmesi halinde bunların kökünü oluşturan hayat, ilim, sem’ grubunun da O’na nisbet edilmesi hem dil hem de mantık açısından zaruridir. Nitekim ilim, kelâm ve kudret (kuvvet) sıfatları bu şekilleriyle de naslarda Allah’a nisbet edilmiştir. Ehl-i sünnet kelâmcıları, zât-ı llâhiyyeye bir anlamda mânalar katan sübûti-mânevî sıfatların zâtla münasebetini “Zâtın ne aynı ne de gayridir” şeklinde ifade etmişlerdir. Bu ifade ilk bakışta çelişik gibi görünürse de gerçekte öyle değildir. Çünkü onlar “Sıfat zâtın aynı değildir” derken, sıfatları zâtla özdeşleştirmek suretiyle onların mevcudiyetini ortadan kaldıran bazı Mu’tezilî kelâmcılarla İslâm filozoflarının hatasından, “Gayri değildir” derken de sıfatı zâttan ayırıp beşer seviyesine İndiren ve îsâ’nın bedeninde maddîleştiren hıristiyanların bâtıl inancından kapınmak istemişlerdir. Bunun için söz konusu görüşte zât ile sıfat arasındaki münasebet ayn ayrı açılardan ele alınmıştır.
Mu’tezile kelâmcılannın çoğunluğu esmâ-i hüsnâyı ve dolayısıyla manevî sıfatları kabul ettikleri halde “Müstakil mânalar” diye de anılan meânf sıfatlan m benimsemeyişleri, hiçbir zaman onların zât-ı ilâhiyyeyi sıfatlardan tecrit (ta’til) ettikleri anlamına gelmediği halde muhalifleri tarafından Muattıla’dan olmakla itham edilmişlerdir. Onların hakiki temayüllerinin “Sıfatları toptan reddetmek” olduğunu söylemek de tarafsızlıkla bağdaşmayan bir hüküm kabul edilmelidir.
Rü’yetullah terimiyle ifade edilen “Allah’ın âhirette görülebilmesi” konusu Mu’tezile ile Sünnî âlimler arasındaki tartışma noktalarından birini oluşturmuştur. Sünnî âlimler, bir şeyin görülebilir olmasını onun var oluş özelliğine bağladığı ve Allah’ın varlığından da şüphe edilmediği için, değişik kanunlara bağlı bulunan âhiret hayatında O’nun görülmesinin aklen mümkün olduğunu, nasiann ise bunu açıkça ifade ettiğini kabul etmişlerdir. Mu’tezile kelâmcıları ve onların etkisiyle Haricî-İbâzî âlimler ise âhiret âleminin de dünya kanunlarına bağlı olacağını ileri sürerek Allah’ın görülemeyeceğini savunmuşlar ve ilgili naslan kendi anlayışları doğrultusunda yorumlamaya çalışmışlardır. Mu’tezile akılcılığının ve dönemlerine ait kültürün, gerçekten bambaşka bir âlem olan âhiret hayatı için de geçerli kabul edilmesi metot bakımından isabetli görünmemektedir. Ayrıca onların bu metot uğruna diğer tartışmalı konular da göz önünde bulundurulduğu takdirde birçok nassı uzak yorumlara tâbi tutmalarının tasvip edilmesi de kolay değildir. İbn Rüşd. Mu’tezile’nin rü’yetullahı inkâr etmelerini şiddetle reddettikten sonra kelâmcılar tarafından kullanılan ispat delillerini de zayıf bulduğunu ifade etmiş ve rü’yetin nur ismine bağlı olarak yapılacak İzahlarla ispat edilmesinin daha İsabetli olacağını ileri sürmüştür.
Halku’l-Kur’ân meselesi diye akaid literatüründe meşhur olan “Kelâm” sıfatı, muhafazakâr âlimleri, Sünnî olan ve olmayan kelâmcılan, yerli ve yabancı yazarları fazlasıyla meşgul etmiştir. İbn Ebû Duâd ve arkadaşlarının çok yanhş bir tutumla bu fikrî meseleyi siyaset ve idare alanına aktarmaları ve eyleme geçmeleri konunun etrafında aşırı denebilecek taassupların oluşmasına sebep teşkil etmiştir, öyle görünüyor ki ilâhî kelâmın ve bu arada Kur’an’ın kadîm olmadığı mânasmdaki halku’l-Kurân problemi, muhafazakâr gruplar tarafından tıpkı Cehmî-Mu’tezilî veya felsefî görüşlere taraftar olmak gibi bir itham ve karalama vesilesi haline getirilmek istenmiş ve birçok kişinin bu yolla mahkûm edilmesine gayret gösterilmiştir. Yabancı yazarlar da bu problemin hıristiyan teolojisinin etkisiyle ortaya çıktığını ileri sürmüşlerdir.
Kelâmın bütün sıfatlar içinde farklı bir özelliğe sahip olduğu şüphesizdir. Çünkü hiçbir ilâhî sıfatın doğrudan bir tecellisi olmadığı halde bu sıfatın ürünü olarak elimizde Kur’ân-i Kerîm mevcuttur. On dört asrı aşkın bir zamandan beri inanan ve inanmayan birçok insanın şaşkınlık derecesindeki takdirini kazanan bu metin, Allah’ın kelâmı olarak O’nun sıfatlarından birini teşkil ederken aynı zamanda İnsan tarafından okunmasına, ezberlenmesine, dinlenmesine ve yazılmasına elverişli olan maddî bir malzeme halindedir. Problemin bu özelliği, dikkatleri çekmesi ve tartışma gündeminde yer alması için yeter bir sebep kabul edilmelidir. Bundan dolayı hicrî I. yüzyılın sonlarından itibaren sıfatlar konusunun gündeme gelmesine bağlı olarak halku’l-Kur’ân’ın da tartşma alanındaki yerini alması tabii görülmelidir. Bazı iddiaların aksine, İslâm dünyasında önce sıfat münakaşaları, sonra da kelâm sıfatına bağlı olarak halku’l-Kur’ân meselesi ortaya çıkmış olmalıdır. Halku’l-Kur’ân tartışmaları III. yüzyılda hız kazandığı halde bundan önce ve sonra yaşayan ve muhafazakârlar tarafından hoş karşılanmayan bazı şahısların Kur’an’ın yaratılmış olduğu fikrini benimsemiş olmakla itham edilmesine fazla önem verilmemelidir.
Beşerin idrakine indirilmiş olan Allah kelâmının ve dolayısıyla Kur’an’ın mahlûk yani sonradan meydana getirilmiş (hadis) veya kadîm olduğu problemine muhafazakâr grup daima ilâhî sıfatlardan olan kelâm açısından bakış yapmış ve her sıfat gibi bunun da kadîm olduğunu söylemiştir. Mu’tezile İse aynı probleme beşer idrakinin alanı İçindeki tecellisi açısından bakarak onun hadis veya mahlûk olduğunu savunmuştur. Her iki tarafın birbirlerini itham ediş noktalarında ve kendi tezlerini haklı çıkarmak için kullandıktan ispat şekillerinde itidalden ve ilmî ölçülerden uzaklaşmalar olmuştur.
önemli insanî problemler doğuracak kadar sertleşen Mu’tezile-Selefıyye tartışmaları karşısında ortaya çıkan üçüncü görüş meseleyi büyük çapta çözüme kavuşturmuşsa da taraflar sonraki dönemlerde bile bu görüşe iltifat etmemiştir. Bu yeni görüş kelâmı “Nefsi” ve “Lafzî” olmak üzere ikiye ayırıyordu. Nefsî (veya zatî) kelâm diğer sıfatlar gibi Allah’ın zâtı ile kaim bulunan, harf ve ses gibi beşerî hiçbir unsur taşımayan, Allah’tan başka hiçbir varlık tarafından algılanması mümkün olmayan kelâmdır ve kadîmdir. Lafzî kelâm ise nefsî kelâmın beşer idrakine uygun olarak ses ve harfle ifade edilmiş ve dünya dillerinden birine çevrilmiş olan kelâmdır, dolayısıyla mahlûktur. Şüphe yok ki lafzî kelâmı bu şekilde meydana getiren Allah’tır. Bu lafızlar (Kur’an metinleri) O’nun zâtı ile kaim olan kelâma delâlet ettiği için yine Allah kelâmıdır ve başka sözlerde bulunmayan özelliklere sahiptir.
Kelâm probleminin çözümü konusunda bulunan bu mutedil metodun tarihçesine gelince, öyle anlaşılıyor ki bu şeref Hanefî-Mâtürîdî ekolüne aittir. Çünkü Ebü’l-Hasan el-Eş’arî gerek el-İbâne’sinde gerekse diğer eserlerinde ayırım yapmadan Ahmed b. Hanbel’in görüşünü benimsediğini ifade etmiş ve kendisi de bu görüşü ispat etmeye çalışmıştır. Buna karşılık Ebû Hanîfe’nin el-Fıkhü’l-eleber’inde, Mâtürîdrnin Kitâbü’l-Tevhîd’inde bu ayırım açık bir şekilde göze çarpmaktadır. Eş’arî bile Ebû Hanîfe’nin Kur’an’ın mahlûk olduğu görüşünü benimsediğini kaydeder. Hatta konuya aynı mahiyette bakış yapan Haîku ef’â-li’l-cibâd’ın müellifi Buhâri’yi de aynı çizgideki müelliflerden kabul etmek gerekir. Eş’arî ekolünde ise söz konusu ayırımı Bâkıllâni’den itibaren görmekteyiz. Filozof İbn Rüşd de bu konudaki nefsî ve lafzî kelâm ayırımını benimsemektedir.
3) Fiilî Sıfatlar.
Esmâ-i hüsnâ içinde Allah kâinat ve Allah insan ilişkisini ifade edenlerin fiilî sıfatları teşkil ettiklerini söylemek mümkündür. İmâm-ı Âzam’dan itibaren Hanefî Mâtürîdî âlimler fiilî sıfatlan diğerleri gibi kadîm sayarak zât-ı ilâhiyyeye nisbet etmişlerdir. Bu tür sıfatların hepsini “Yapmak, yaratmak, oluşturmak” anlamına gelen tekvin terimiyle ifade etmişler ve bunu zâtla kaim ve kadîm bulunan sübûtî sıfatlara sekizinci bir sıfat olarak eklemişlerdir. Selef âlimleri de ilâhî fiillerin zât ile kaim ve kadîm sıfatlar olduğunu kabul etmişlerdir. Eş’arîler, ilâhî fiillere müstakil bir sıfat statüsü tanınmasına gerek görmemişler, ilim sıfatına kudret ve iradenin de eklenmesiyle İlâhî fiiller sisteminin tamamlanabileceğini kabul etmişlerdir. Buna göre fiiller doğrudan sıfat olmayıp ilim, kudret ve iradenin bir anlamda fonksiyonlarını (taalluklarını) temsil ettiğinden kadîm değil hadistir ve pek tabii olarak zât ile kaim değildir. Mu’tezile kelâmcılan ise irade ve kelâm sıfatlarını da katmak suretiyle bütün fiilî sıfatları hadis telakki etmiş ve zât ile kaim olmadığını söylemişlerdir.
Kader konusu bir açıdan fiilî, bir açıdan da sübûtî sıfatların en önemli meselesini oluşturmaktadır. Allah’ın ilim, kudret ve iradesi ile fiilî sıfatlarından bahseden naslar, bu sıfatların aşkın varlığa lâyık bir şekilde yetkinliğini zaruri olarak vurgular. İlim, kudret ve iradesi sınırlı olan, yaratıp yönettiği kâinata tam hâkim olamayıp bilgi ve iradesi dışında da bazı İşler cereyan edebilen bir tanrının İslâm’daki kusursuz tanrı anlayışıyla çelişeceği muhakkaktır. Diğer taraftan insan akla ve seçme hürriyetine sahip olup ihtiyarî fiillerinden hem dünya hayatında hem de âhirette sorumludur; iyi fiillerine karşılık mükâfat, kötü fiillerine karşılık olarak da ceza görecektir. Şu da şüphe götürmez bir gerçektir ki Allah mutlak adalet sahibidir. İşte bu noktada, kula ait ihtiyarî fiillerin meydana gelişinde gerekli olan kudret ve irade Allah’a mı kula mı, yoksa her ikisine mi ait olduğu problemi ortaya çıkar. Kader veya kaza, olacak her işin vukuundan önce (ezelde) Allah tarafından bilinip planlanması ve bu plana göre zamanı gelince icra edilmesi ise bu İşin meydana gelişinde kulun ne rolü vardır ve kul neden cezaya mâruz kalacaktır?
Kader veya irade hürriyeti problemi hemen bütün düşünce sistemlerinde ve dinlerde mevcuttur. Semavî dinlerin konuya bakışı birbirinden farklı değildir. Bu gerçeğe rağmen İslâm’daki kader probleminin. Peygamberin konu ile ilgili fikirlerinin karışık ve çelişkili olmasından doğduğunu ileri sürenler olmuştur. Böyle bir iddia ya konunun tam olarak anlaşamamasından veya bir art niyetten kaynaklanmış olmalıdır. Kur’ân’ı Kerîm’de öteden beri müşriklerin kader meselesini istismar ettikleri, tevhide aykırı inançlar benimsemeyi ve ilâhî buyruklara aykırı davranmayı Allah’ın iradesine bağlamak istedikleri, fakat bu yersiz iddialarında bile samimi olmadıkları ifade edilir. (En’âm 6/148; Nahl 16/9; Zuhruf 43/20) Tirmizi ve Ahmed b. Hanbel’in rivayet ettikleri hadislere göre kader meselesi ashap arasında da tartışılmak İstenmiş, fakat Hz. Peygamber bu tür tartışmaları menetmiştir. Kader problemi fetihlerin yayılmasını takip eden yıllarda, ashabın son dönemlerinde sıfat münakaşalarıyla birlikte ortaya çıkmıştır.
İlk aşırı görüş Mabed el-Cühenî (ö. 80/699) tarafından kaderin inkârı, yani insanlara ait ihtiyari fiillerin oluşmasında ilâhî müdahalenin bulunmadığı ve fiillerin tek başına kulun kudret ve iradesiyle oluştuğu şeklinde ortaya çıkmıştır. Daha sonra Mu’tezile tarafından benimsenen bu görüşün ilmî bir zemine dayandırılmasına çalışılmıştır. İkinci aşırı görüş Cehm b. Safvân (ö. 128/745) tarafından ileri sürülmüştür. Buna göre fiillerin oluşmasında İnsana ait bir fonksiyon söz konusu değildir. Her şey ilâhî kudret ve iradejhin tesiriyle meydana gelmektedir. Ashap, tabiîn ve ilk dönem muhafazakâr âlimleri genel prensip olarak kader münakaşasına girmek istememişlerdir. Onlar, Allah’ı yetkin sıfatlarla nitelendirmeye özen göstererek O’nun ilim. kudret ve iradesinin dışında hiçbir şeyin meydana gelemeyeceğini ısrarla belirtmişler, bununla birlikte, kişinin ihtiyari fiillerinde icbar altında bulunmadığını ve dolayısıyla sorumlu olduğunu da ifade etmişlerdir.
Ebü’l-Hasan el-Eş’arî, kaderi benimsemeyen Mu’tezile ekolünden ayrıldıktan sonra, ilk eseri olduğu anlaşılan el-İbane’nin mukaddimesinde eski fikir arkadaşlarım ağır bir dille tenkide tâbi tutmuş ve pek tabii olarak kader konusuna da tenkit listesinin içinde yer vermiştir. Eş’arî, eski kanaatinin aksini benimseyerek sisteminde ilâhî iradeyi tam manasıyla hâkim kılmış, fakat sorumluluğa esas teşkil edecek ve ilâhî adaleti gerçekleştirecek kula ait iradeyi ihmal ederek bir anlamda cebir sonucuna ulaşmıştır. Gerçi o tam bir cebir (cebr-i mahz) aşırılığından kurtulmak için “Kesb” adıyla kula da rol vermek istemiş, fakat bu, sisteminin içinde önemli bir fikir unsuru oluşturamamıştır. Sünnî ilâhiyyât tarihinde kader konusunu hem İlâhî hem de beşeri yönü ile ilk olarak ele alan ve Allah’ın yetkin sıfatlan ile birlikte kulun dinî, hukukî ve ahlâkî sorumluluğunu naklî ve aklî delillerle temellendirmeye çalışan her halde Ebû Mansûr el-Mâtürîdî olmuştur.
Sünnî kelâm ekolleri gelişme dönemlerinde kader problemiyle hayli meşgul olmuşlar, bu arada Eş’arî kelâmcılar zaman zaman Mâtürfdîler’in yaklaşımını benimsemişlerdir. Mutezile kelâmcıları probleme kulun sorumluluğu açısından bakış yaparak Allah’ın ilim, kudret ve İrade sıfatlarının alanlarını sınırlandıran bir anlayışa sahip olmuşlardır. O, olacak şeyleri fiilen vuku buluşlarına bağlı olarak bilir. İradesi emrine bağlıdır ve kötülüğü emretmediğine göre ona iradesi de şâmil değildir. Allah’ın kul için uygun olanı yaratması gereklidir. Eş’arî âlimleri ise kaderi Allah’ın ezelî iradesi esasına bağlamışlardır. Onlara göre her şey ezelde ilâhî irade çerçevesinde karar altına alınmıştır ki bu O’nun “Kaza”sıdır. Kader İse karar altına alman şeylerin zamanı gelince Allah’ın emri ile var olmama halinden var olma haline geçiş planından ibarettir. Ancak bu geçiş belli melekelere sahip bulunan insanın elinde gerçekleşmektedir.
Hanefî-Mâtişridî âlimlerinin geliştirdiği sistemden anlaşıldığına göre kader, kâinatta olacak her şeyin ezelde Allah tarafından bilinmesi, kaza ise zamanı gelince onlann varlık sahasına çıkmasının sağlanmasıdır. İnsana ihtiyari fiilleri serbestçe yapma gücünü veren Allah’tır; fakat fiilleri iyi veya kötü kılan insanın kendisidir. Çünkü o, gücünü iyiye de kötüye de kullanma serbestliğine sahiptir.
Allah’ın fiilen adil olduğu şüphesizdir. Ancak Mutezile kelâmcılannın İddia ettiği gibi âdil olmasının gerekliliğini O’na nisbet edemeyiz; çünkü adalet nisbî bir kavramdır ve ay-nca aşkın varlık olan Allah için gereklilik {vücûb) söz konusu değildir. Nesne ve olayların yapısında akıl tarafından idrak edilebilecek iyilik veya kötülük (hüsün ve kubuh) özelliği vardır. Allah’ın emrettiği şeyin iyi, yasakladığının kötü olması, O’nun emir veya yasağından ötürü değil o şeyin kendi yapısı sebebiyledir. Eş’arî görüşünün aksine, kul güç yetiremeyeceği şeyle mükellef tutulmamıştır.
Kader konusu, bir yandan başta ilim olmak üzere Allah’ın sübûtî ve dolayısıyla fiilî sıfatlarını, bir yandan da insanın sorumluluğunu ilgilendirmektedir. O halde asıl problem, aşkın olan varlıkla olmayan varlık arasındaki münasebetin tam anlamıyla idrak edilememesinden doğmaktadır. Kaderin ilâhî sıfatlan ilgilendiren yönü meselenin teorik kısmını oluşturur ki kişinin iman alanına girmektedir. Buna göre insan Allah’ın bütün sıfatianna hiçbir sınırlandırma koymadan inanmak mecburiyetindedir. Konunun sorumlulukla ilgili kısmına gelince, kişi bu noktada pratik hayatını sürdürürken takip ettiği metodu benimsemelidir. Bu da insanın hür olduğuna inanması realitesinden ibarettir. Normal olarak her insan teşebbüs gücüne sahiptir ve başarmak için birçok yollara başvurmaktadır. İnsan gücünün sınırları içinde kalmak şartıyla girişilen işlerde azımsanmayacak derecede engellerle de karşılaşılır, fakat bunlann aşılması için daima çaba sarfedilir. Takip edilen yolla başannın elde edilemeyeceği kanaatine vanlınca başka çarelere başvurulur. İste bu realite, insanın hür olduğuna inandığını ve pratik hayatını buna göre düzenleyip sürdürdüğünü İspat etmektedir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’ın birçok âyetinde kişinin “Kendi işlediği fiil”den dolayı hesaba çekileceği ifade edilirken pratik hayatin bu realitesi vurgulanmaktadır. Bu açıdan bakıldığı takdirde kader münakaşasının gereksiz, realiteye aykın ve verimsiz bir spekülasyon olduğunu söylemek lâzımdır. Hz. Peygamberin kader tartışmasını menetmesinin sebebi de bu olmalıdır. Şu halde kişi iman hayati açısından Allah’ın bütün yetkin sıfatlarını kabul etmeli, kendisinin bütün yetenek ve davranışlarıyla O’nun ilim, kudret ve irade sınırlarının içinde olduğunu bilerek O’na teslim olmalıdır. Pratik hayat açısından ise insan olarak nasıl ki hemcinslerine karşı sorumlu olduğunu, bundan kurtulmak için hiçbir mazerete sahip bulunmadığını benimsiyorsa aynı şuurla Allah’a karşı da sorumlu olduğunu benimsemelidir.
Sonuç olarak Allah’ın sıfatlan konusunda şu da söylenmelidir ki. çeşitli mezhep ve düşünce mensuplarıyla birlikte müslümanlann benimsediği Tann fiilen var olan, kâinatı yaratıp yöneten, yetkin sıfatlarla nitelenen aşkın bir varlıktır. Sahih olan naslann O’na nisbet ettiği nitelikleri (esmâ-i hüsnâ) bütün müslümanlar, kulluk duygulan ve teslimiyet şuuru içinde kabul etmekle beraber bu niteliklerin yorumlanması ve zâtla olan münasebetinin tesbit edilmesi konusunda İslâm tarihi boyunca farklı anlayışlar ortaya çıkmıştır ve benzer fikir hareketleri bundan sonra da devam edecektir. Ancak müslümanlar arasında ne Önemsenecek derecede antropomorfik bir inanç, ne de niteliklerden yoksun kılınmış pasif bir tann anlayışı mevcuttur. Esmâ-i hüsnânın İncelenmesi sırasında görüldüğü üzere İslâm’ın sunduğu Allah mefhumu aşkın bir varlık olmakla birlikte insana ve kâinata karşı İlgisiz değildir. O kâinatı yaratan, her an yaratmayı sürdürüp evreni yöneten Allah’tır. O mutlaktır, aşkındır; insan ise her yönden kusurlu, ihtiyaçlarla yüklü ve sonlu bir varlıktır. İkisi arasında ilginin kurulması için O’nun aşkın niteliğinden sıyrılıp insana benzemesine veya insan biçiminde maddîleşmesine gerek yoktur. Aksine bu ilginin kurulması yolunda insan, ruhu ve bütün psikolojik muhtevasıyla maddilikten sıynlmaya ve O’na yükselmeye çalışmalıdır. Zaten ölüm ister istemez insanın maddî varlığına son verecektir. Kur’ân-ı Kerîm’de güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar ve hayvanlarıyla birlikte bütün kâinatın Allah’a secde ettiği, insanlann ise bir kısmının buna katıldığı, diğer kısmının hüsranda kaldığı ifade edilmiştir. (Hac 22/17) Dünya hayatında iken ölümsüzlüğün şuuruna ulaşan ve geleceğin mutluluğu için hazırlananlar, bu duygudan yoksun olanlara yardım ellerini uzatmalıdır.
- Allah İslam Hat Sanatında Allah Lafzı Kullanımı
- Allah, Türk Dini Musikisinde Allah İsmi Kullanımı
- Allah, Türk-İslam Edebiyatında Allah İsmi Kullanımı
- Allah Varlığı, Birliği, İsimleri, Sıfatları Literatürü Hakkında Bilgi
- Allah’ın İsimleri, Allah İsimleri, Zati, Kainatı ve İnsanı İlgilendiren İsimleri
- Allah Varlığı Delilleri, Hudus, İmkan, Nizam, Fıtrat Delilleri, Tasavvuf Metodu
- Dinlerde Tanrı İnancı, Çin, Hint, Eski Mısır, Yunan, Türk, Zerdüşt, Araplarda
- Allah Nedir, Ne Demek, Ne Anlama Gelir, Etimolojisi
- Allah’ın Birliğine İnanmak, Allah’ın Birliğinin Delilleri, Hakkında Bilgi
Diyanet İslam Ansiklopedisi