Amin Ne Demek, Ne Anlama Gelir, Dinlerde ve İslam Mezheplerinde Amin Hakkında Bilgi

Amin, Duanın kabulünü temenni etmek niyetiyle sonunda söylenen bitiriş sözü.

Asıl şekli âmîn olan kelimenin kökeni ve anlamı hakkında bugüne kadar çe­şitli görüşler ileri sürülmüştür. Üzerin­de durulan tezlerin başlıcaları, Mûsevîler ile hıristiyanlar tarafından da amen şeklinde ve aynı amaçla kullanılmasına dayanılarak İbrânîce veya Süryânîce’den Arapça’ya girdiği, Arapça emn “inanmak, güven­mek” kökünden türediği ve Allah’ın isim­lerinden biri olduğu şeklindedir. Bunla­rın ikincisi ile ilgili olarak ayrıca kelime­nin yapısı, lügat ve terim mânaları gibi hususlarda çeşitli fikirler ileri sürülmüş ve lügat mânası “kabul buyur” veya “ica­bet eyle” olmamakla birlikte, bu anla­ma gelmek üzere Allah’a hitaben kulla­nılan bir terim olduğu görüşü benimsen­miştir.

Kitâb-ı Mukaddes’in pek çok yerinde amen şeklinde geçen âmîn kelimesi, Ana Sâmî dilin  ymn “sağ (ta­raf), doğru, emin, inanılır, güvenilir” kö­künden türemiştir ve bütün Sâmî diller­de yer alır. En eski Sâmî dillerden Akkadca’da imnu(m) ve Eski Mısırca’da imn şeklinde görülen ymn kökü, Arap­ça’da iki ayrı kök halinde gelişmiştir:

1) ymn  “sağ taraf, sağ el bereket; ”

2) emn “inanmak, güvenmek, emin ol­mak”. Bu durumdan amîn kelimesinin Arapça’nın öz malı olduğu, ileri sürül­düğü gibi İbrânîce veya Süryânîce’den geçmediği anlaşılmakta ve yapısı da bu­nu doğrulamaktadır. Çünkü amîn, İddia edildiği gibi Arapça’da mevcut olmayan fâîl vezninde değil, fan veznindedir ve aslı bu vezinde emin olup sonradan işba edilmiştir.Kelimenin her za­man nida etme, ünleme halinde (vokativ) bulunması sebebiyle başındaki vo­kal daima uzatılarak telaffuz edilmiş ve bu kullanımın yaygınlık kazanmasından dolayı da vurgulu telaffuz imlâyı etkile­yerek hemzeden sonra uzatan elifin konulmasına yol açmıştır. Arapça’da ayrı­ca emîn sıfatının muhaffefi emin ile yi­ne aynı kökten başka vezinde türetilen ve aynı anlamı taşıyan âmin sıfatının da bulunması, kelimenin bu dile ait olduğu görüşünü desteklemektedir. Kitâb-ı Mukaddes’te âmîn kelimesinin amen şek­linde görülmesi ise İbrânîce ve Ârâmîce Süryânîce ile Arapça arasında e/i de­ğişikliğinin bulunması sebebiyledir.

Klasik Arap dilcileri âmînin kök yapı­sından çok fonksiyonu üzerinde dura­rak onun “esmâü’l-ef âl” (fiil isimleri) gru­bundan bir isim veya bir “ismü’s-savt” (ünlem) olabileceğini ileri sürmüşler, do­layısıyla da kelime anlamından çok te­rim anlamını tartışmışlardır. Yukarıda açıklandığı üzere âmînin aslı ise emin sıfatı olup lügat mânası “doğru, inanı­lır, güvenilir”dir. Öte yandan Arapça’da “âmîn demek” fiili te’mîn kelimesiyle ifade edilmektedir ki eş anlamlısı tasdik “doğrulama” olan te’mînin lügat mâ­nası da “inandırma, güvenlik hissi ver­me, pekiştirme”dir. Bu durumda âmînin İbrânîce ve Ârâmîce-Süryânîce’de oldu­ğu gibi Arapça’da da “doğru, şüphesiz, gerçek” kelime mânasını taşıdığı orta­ya çıkmakta ve uygulamadaki kullanılış biçimi de bunu desteklemektedir.

Amîn hakkında ileri sürülen diğer bir görüş, Allah’ın isimlerinden biri olduğu yolundadır. Müfessirlerden Mücâhid b. Cebr’e (ö. 104-722) ait olan bu görüş klasik dilciler tarafından çeşitli lengü­istik gerekçelerle reddedilmiştir. Burada üzerin­de durulacak husus. Mücâhid’in bu gö­rüşü Ehl-i kitap’tan almış olması ihtimalidir. Çünkü onun bazı şeyleri Ehl-i ki-tap’a sorup öğrendiği yolunda İbn Sa’d’ın naklettiği bir haber bu ihtimali akla ge­tirmekte Kur’an’la hadislerde Allah’ın böyle bir ismine rast­lanmamasına karşılık Eski Ahid’in bir cümlesinde Allah kastedilerek Amen adı­nın kullanılmış olması da bu ihtimali güçlendirmektedir. Bu­gün Kitâb-ı Mukaddes’te “gerçeğin tan­rısı” şeklinde tercüme edilerek kullanı­lan bu ismin menşei tesbit edilememiş­tir. Halbuki Firavunlar dev­rinde Mısır’ın baş tanrısı olan Amûn ve­ya Amana “gizli gerçeklerin (gayb) tanrısı’dır ve Mısırca imn “inanmak, gü­venmek, emin olmak” kökünden gelen amûn /amana kelimesi de aynen İbrâ­nîce amen ve Arapça âmin /emîn gibi “içinde şüphe ve korku bulunmayan, gü­venilir, inanılır” anlamını taşımaktadır.  Buna göre, Greklerin de Amön dedikleri ve en büyük tanrı Zeus ile bir tuttukları Mısır’ın baş tanrı­sı Amûn/Amana’nın adının Kitâb-ı Mukaddes’e Allah’ın bir ismi gibi girdiği açık şekilde anlaşılmaktadır ki yüzyıllarca Mısır’da ve Mısır kültür çevresin­de yaşayan İbrânîler için böyle bir etkilenme gayet tabiidir. Bu durumda Mü­câhid’in Ehl-i kitap’tan veya doğruca Kitâb-ı Mukaddesten aldığı anlaşılan gö­rüşünü reddetmek gerekmektedir. Çün­kü Kur’an’da bir kısmı sıralanan ve Hz. Peygamber tarafından sayıları doksan dokuza tamamlanan esmâ-i hüsnâ ara­sında çok tanrılı sistemlerin tanrılarına çağrışım yapabilecek bir tek isim dahi bulunmamaktadır. Amen, Yeni Ahid’in bir cümlesinde ise Hz. îsâ’nın unvanı ola­rak kullanılmıştır: “Amen. sadık ve gerçek şahit”  Ki­tâb-ı Mukaddes uzmanları tarafından, bu unvanın yukarıda söz konusu edilen Eski Ahid’deki Allah’ın adı Amen’in et­kisi altında kullanılmış olması ve onunla aynı mânaya gelmesi  kuv­vetle muhtemel görülmektedir.  Bu durumda söz konusu unvanın, Hz. İsâ’­nın “gaybı bilme” özelliğinden dolayı kendisine verildiği ve tanrılaştırılmasında, müslümanlara göre peygamberlik mucizesi olan bu vasfının da (Âl-i İmrân 3-49; Saf 61-6)  etkili olduğu ileri sü­rülebilir.

Âmîn kelimesi, köken itibariyle Arap­ça’ya diğer bir Sâmî dilden geçmiş ol­mamakla birlikte, dua hatimesi olmak vasfını Sâmî monoteizminden (vahdet di­ni) almıştır ve bu durum kelimenin ilk defa Tevrat’ta görülmesinden açıklıkla anlaşılmaktadır. Nitekim Süyûtî’nin Ha­ris b. Ebû Üsâme’nin Müsned’ı ile İbn Merdeveyh’in Tefsir’inden naklettiği bir hadiste, Hz. Peygamber’in “Bana namaz­da olsun duadan sonra olsun, Allah ta­rafından âmîn demek nimeti verildi. Bu, Mûsâ müstesna benden önce kimseye verilmemişti; Mûsâ dua eder Hârûn da âmîn derdi. Siz de duanızı âmîn ile biti­riniz! Bu suretle Allah onu kabul eder” buyurması da bu görüşü desteklemektedir. Ayrıca Câhiliye Arapları arasında tanrılara karşı yapılan duaların sonunda âmîn denildi­ğine dair herhangi bir bilginin bulunma­ması ve çok tanrılı başka toplumlarda da böyle bir olaya rastlanmaması geleneğin vahdet dininden geldiği­ni gösteren diğer belirtilerdir.

Âmîn kelimesi Kur’an’da geçmemek­tedir. Ancak Hz. Peygamber çeşitli hadisleriyle imamın Fatiha sûresini tamam­lamasının arkasından cemaatin âmîn de­mesini istemiş ve kendisi de namaz kıldırırken bizzat söylemek suretiyle, Fâtiha’yı yalnız duyanın değil okuyanın da âmîn demesi gerektiğini göstermiştir. Dolayısıyla Kur’an’ın ilk sûresi olan Fâtiha’nın sonunda, mushaflarda yazılı ol­mamakla beraber, âmîn kelimesinin okunması sünnet kabul edilmiştir. Bazı yörelerde. Bakara sûresinin son âyeti okunurken de (bizi affet). (bizi bağışla) ve (bize acı!) ibarele­rinden sonra birer defa âmîn denildiği görülmekte ise de söz konusu ibarelerin en çok tekrarlanan dualar olmaları sebebiyle bu geleneğin sonradan benim­sendiği anlaşılmaktadır. Kur’an âyetle­rinden sonra âmîn deme sünnetinin yal­nız Fâtiha’ya inhisar etmesinin sebebi­ni, Fâtiha’nın ilk sûre olmasında, taşıdı­ğı mânada ve namazın temel unsurla­rından birini teşkil etmesinde aramak gerekmektedir. Çünkü Kur’an’ın özü ol­duğu kabul edilen ve “açış, giriş” anla­mında bir isim taşıyan Fatiha sûresi, en başa konulmak suretiyle arkasından ge­len kitabın tamamı hakkında fikir ver­mekte ve böylece okuyucu, sûrenin so­nunda âmîn demek suretiyle Kur’an’ın tamamına iman ettiğini belirtmiş ol­maktadır. Öte yandan çeşitli hadislere göre ibadetin özünü duanın teşkil etmesi ve namazın da aslında duadan iba­ret olması her rek’atta okunan Fâtiha’yı temel dua haline getirmiş, dolayısıyla sonunda âmîn demek bu açıdan da gerekli kılınmıştır.

Namazlarda Fatiha’nın arkasından âmîn demek dört mezhebe göre de sün­net olmakla birlikte, cemaatle kılman namazlarda iki husus üzerine görüş ay­rılığı mevcuttur. Bunlar, kıraati açıktan yapılan namazlarda imamın âmîn deyip demeyeceği ve âmînin açıktan mı, gizli­ce mi söyleneceği hususlarıdır. Bu na­mazlarda Hanefî, Şafiî ve Hanbelî mez­heplerine göre imamın âmîn demesi mendup olup Mâlikî mezhebinde menfi ve müsbet iki farklı görüş benimsen­miştir. Âmînin gizlice veya açıktan söy­lenmesi hususunda ise Hanefîler’e göre hem imamın hem cemaatin, Mâlikîler’e göre yalnız cemaatin gizlice, Şâfiîler’le Hanbelîler’e göre de imam ve cemaatin her ikisinin birden açıktan söylemesi mendup kabul edilmiştir.

Diyanet İslam Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski