Baht Nedir, Ne Demek, İslam'da, Felsefesinde Anlamı, Hakkında Bilgi

Baht, İlâhî iradenin insanlar için çizdiği hayat programı anlamında kullanılan bir terim.

Semavî dinler başta olmak üzere kök­lü inanç ve düşünce sistemleri kâinatı yaratan ve yöneten Tanrı’nın sınırsız bir ilim, irade ve kudrete sahip olduğunu genellikle kabul etmişlerdir. Kâinatın bü­tün nesne ve olayları O’nun bu yetkin sı­fatlarının ilgi alanı içindedir. Dolayısıyla tek başına her bir insanın, ayrıca insanla­rın oluşturduğu toplumların hayat prog­ramı kaçınılmaz bir şekilde ilâhî ilim ve iradenin belirlediği’ çizgi üzerinde yürü­mek durumundadır. Şüphe yok ki Allah dilediğini yapan, her halükârda iradesi­ni yürütendir (bk. Âl-i İmrân 3/40; Mâide 5/1). Öte yandan beşerî arzuların sınırsız denecek kadar çok olmasının ya­nında hayatta gerçekleşme imkânlarının sınırlı olduğu da gözlenmekte ve bilin­mektedir. Bu sebepledir ki insanlar fiilen gerçekleştiremedikleri veya gerçekleş­mesinin zor olduğunu sandıklan önemli işleri kader denen ilâhî programa bağ­lamışlardır. Türkçe’de bu duygu ve dü­şünceleri dile getiren baht, talih, kısmet, nasip ve kader gibi kelimeler yer almış, bu kelimelerle oluşan çeşitli deyimler doğmuştur.

Tercih edilen görüşe göre Farsça’dan Arapça’ya da geçmiş bulunan baht, “iyi ve kötü olayların bağlı bulunduğu insan üstü program” anlamına geliyorsa da daha çok sevindirici olaylar için kullanıl­maktadır. Aynı mânaya gelen talih ise Arapça tâli’ ( ) kelimesinin Türk­çe’de aldığı şekildir. Tâli’ “yükselen, or­taya çıkan”, güneş ve ay için kullanıldı­ğında “doğan, tecelli eden” gibi anlam­lara gelir. Astroloji ile meşgul olanlar, belli yıldızların görünmesine bağlı olarak vuku bulacağını tahmin ettikleri olay­lara da tâli’ demişlerdir. Buna göre ta­lih, “insan irade ve kudretinin ötesinde gelecekte gerçekleşecek olan bir program”dır: başka bir deyişle, “kaderin da­ha çok iyi yönde olmak üzere bir tecellisi”dir. Arapça’da “pay. hisse, bölüşülen şeyin belli bir kısmı” anlamına gelen kıs­met ile nasip kelimeleri de Türkçe’de aynı maksatla kullanılmaktadır. Kısmet “bölmek, bölüşmek” anlamındaki kasm ve iktisâm kelimeleriyle bağlantılıdır. Bir âyette, “Dünya hayatında onların geçim­liklerini biz taksim ettik” (Zuhruf 43/ 32] denilmektedir. Buna göre kısmet, “Allah’ın daha çok geçim açısından ön­ceden (ezelde) herkesin elde edeceği şey­leri belirlemesi, rızkını taksim etmesi”, nasip ise “bu taksimde herkese ayrılan pay” mânalarına gelir. Aynı duygu ve inanışları ifade etmek üzere kullanılan kader kelimesi, aslında diğer bütün kav­ramları içine alabilecek geniş bir muh­tevaya sahiptir. Kader, “canlı cansız bü­tün tabiat nesnelerinin ve bütün olayla­rın önceden Allah tarafından bilinmesi ve planlanması” demektir. Hiçbir şeyin bu plan dışında kalması veya buna ters düşmesi mümkün değildir. İslâm âlim­lerinin büyük çoğunluğu ilâhî irade ve takdirin hayır veya şer niteliğindeki her şeye şâmil olduğunu kabul ederler. Bu­nunla birlikte Türkçe’de kader baht, ta­lih, kısmet, nasip ve Fransızca’dan dili­mize geçmiş bulunan şans (chance) keli­melerinin aksine daha çok elem verici tecelliler için kullanılmaktadır. “Baht, ta­lih” mânasında kullanılan felek ise (Arap­ça’da dehr, zaman, Farsça’da çarh), insan hayatının önceden düzenlenmiş progra­mından çok bu programı düzenleyen güç anlamında da kullanılmaktadır (bk.Felek).

Hayatın acı ve tatlı olaylarla dolu ol­ması, kişinin hoşlanmadığı fakat orta­dan kaldırmaya, hatta kaçınmaya bile gücü yetmediği vakıaları kabullenerek yaşamak mecburiyetinde bulunması, in­sanı ister istemez tabiat üstü bir yöne­tici ve etkileyicinin varlığı sonucuna gö­türmüş ve kendisinde bu varlığa bağlan­ma ihtiyacını doğurmuştur. Allah inan­cının fıtrî oluşunun anlamı da budur. Her asırda sayıları pek az olan Cebriyye taraftarları bir yana İslâm bilginlerinin büyük çoğunluğu, Allah’ın mutlak kud­ret ve iradesinin yanında insanın da sı­nırlı bir güç ve iradeye sahip bulundu­ğunu kabul etmişler, konu ile ilgili ola­rak çeşitli âyet ve hadislerden oluşan nasları bu anlayışa uygun bir şekilde yo­rumlamışlardır. İrade hürriyeti ve akıl­dan ibaret olmak üzere insanın sahip bulunduğu iki değerli şey sayesindedir ki o birçok varlıktan üstün görülmüş (bk. el-İsrâ 17/70), yaratana ve yaratılmışla­ra karşı sorumlu tutulmuştur. İrade hür­riyeti ve buna yön verecek zihnî kapa­site mevcut olunca da insanın hareke­te geçmesi ve elinden gelen çabayı sar-fetmesi gerekir. Yüce Allah tarafından düzenlenen tabiat kanunları gereğince gayret göstermeden başarıya ulaşmak mümkün değildir. Buna göre, kader ve irade hürriyetine dair nazarî tartışmalar bir yana, pratikte sonuca götürecek girişimlerde bulunmadan ve elden ge­len gayreti sarfetmeden kaderin tecelli­lerini beklemenin, başarısızlık halinde de talihine küsmenin İslâmiyet’in inanç, hukuk ve ahlâk prensipleriyle çeliştiği görülmektedir. Şüphe yok ki irade hür­riyeti ve iş yapma gücünün bulunmadı­ğı yerde sorumluluğun, dolayısıyla dün­yevî ve uhrevî ceza veya mükâfatın bu­lunması da söz konusu değildir. Nitekim cebr görüşünü benimseyenler bile Al­lah’ın mutlak kudret ve iradesinin kar­şısında kulun iradesini yok mesabesin­de görmüşlerse de fiilen her insanın so­rumlu olduğunu kabul etmişlerdir. So­rumluluk açısından bakıldığı takdirde Cebriyye’nin insan iradesini yok farzedişi, uygulamaya intikal etmeyen, sırf teo­rik ve felsefî bir münakaşa görünümü arzeder (bk. cebriyye; kader).

İslâm felsefesinde baht kelimesi, Aris­to felsefesindeki tukhe teriminin karşı­lığı olmak üzere, ittifak kelimesinin eş anlamlısı olarak özellikle “tesadüf” mâ­nasında kullanılmıştır. Aristo, “Bir şeye ait olan ve onun hakkında doğru olarak tasdik edilen, ancak ne zorunlu ne de çoğu zaman vuku bulan şey” diye tarif ettiği {Metaphysica, 10253, 10-15) araz’ın belli bir sebebinin bulunmadığını, ancak tesadüfî yani belirsiz bir sebebinin ola­cağını belirtmiştir. Böylece o. âlemde be­lirli ve zorunlu sebepler yanında tesadü­fî ve arızî sebeplerle sonuçların da bu­lunduğunu düşünmek suretiyle felsefe­sini katı determinizmden kurtarmak is­temiştir. Fârâbîaynı anlayışı baht yerine yine “tesadüf” mânasında ittifak keli­mesiyle ifade etmiş (bk. en-fiüket, s. 79), İbn Sînâ ise hem ittifak hem de baht kelimelerini birlikte kullanmıştır. İbn Sî­nâ nefis-beden ilişkisini incelerken il­letleri “zatî” ve “arazı” olmak üzere iki­ye ayırarak nefislerin bedenlerden önce mevcut olmadığını, nefislerin ortaya çık­ması (hudûs) ve çoğalmalarının tesadü­fen ve rastgele (alâ sebil il-ittifak ve’l-baht) olmayıp bedenlerin oluşmasıyla birlikte gerçekleştiğini, her beden için zorunlu ve gayeli olarak bir nefis meydana gel­diğini belirtmiş, bu şekilde Eflâtun’un tenasüh görüşünü reddetmiştir (bk. en-Necât, s. 386-387; Auicenna’s De Anıma, s. 233]. İbn Rüşd de Metafizika’nm tef­sirinde [Tefsîru Mâ ha’de’t-tabfa) Aris­to’daki tesadüf düşüncesini baht ve ba-zan da ittifak terimleriyle ifade etmiştir (II, 692, 695; III, 1457-1470). İbn Rüşd’e göre gerçek anlamıyla illet ile baht arasında fark vardır. Zira belli bir illetin bel­li bir sonuç doğurmasına karşılık tesa­düfün neler getireceği bilinemez. Çün­kü tesadüfler gibi bunların sonuçları da belirsiz ve sınırsızdır.

Diyanet İslam Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski