Behlûl, Allah aşkından dolayı deli divane olan sûfî, mecnun ve meczuplara verilen unvan.
“Güleç yüzlü ve cömert insan” anlamına gelen behlül (Arapça telaffuzu ile bühlûl, çoğulu behâlîl, bühlülât), başlangıçta her türlü hayır ve fazileti kendisinde toplayan seçkin kişilerin sıfatı veya özel isim olarak kullanılmıştır. II. (VIII.) yüzyıldan itibaren ise nâdir görülen ve sonraki devirlerde sayıları giderek artan mecnun ve meczup ermişlerin unvanı olarak kullanılmaya başlanmıştır.
Tasavvufi anlayışa göre behlûller, Allah’tan kalplerine gelen vârid* ve tecellîlerle akıl ve şuurlarını yitirmişlerdir. İbnü’l-Arabi bu şekilde ilâhî cezbeye tutulanlardan bazılarının bir daha kendilerine gelemediğini, yemeden içmeden ölene kadar öylece kaldıklarını söyler.
Menkıbeye göre dört yıl yemeden içmeden kendinden geçmiş bir halde kalan Ebû İkâl el-Mağribî bunlardandır. Abbas el-Mecnûn ise ayda ancak bir defa yabani meyve ve bitki yiyerek yaşardı. Bazı behlûller cezbeye kapıldıktan sonra kısmen kendilerine gelirler. Bunlar yer, İçer, maddî ihtiyaçlardan zaruri olanlarını karşılar, ancak akıl ve şuurları yerinde olmadığı için dünya işleriyle ilgilenmezler. Mutasavvıfların ma’tüh, me’hûz. mecnun ve ebleh gibi adlar verdikleri asıl ukalâyi mecânîn (deli görünüşlü akıllılar) ve behlûller bunlardır. Bunların bazıları iiâhî tecellinin tesir ve hâkimiyetinden çıkarak normal hayata dönerler.
Behlül ve meczupların, ansızın karşılaştıkları ilâhî cezbe ve tecelli sebebiyle akıl ve şuurlarını kaybetmiş görünmelerine rağmen, aslında akıl ve şuurları saklı bir halde mevcut olup Hakk’ı temaşa ve ilâhî güzelliği seyretme halinde bulunduklarına inanılır. Kendilerine mahsus birtakım hal ve hareketleri olan behlûller gayba ait acayip haberler verirler. Görünürde bir sebep yokken kahkaha atmak bunların en belirgin tavırlarıdır. İbnü’l-Arabî bir behlûle aklını nasıl kaybettiğini sorunca behlül kahkahayı basmış ve, “Asıl deli sensin, Öyle olmasaydın aklı olmayan birine aklını nasıl kaçırdın diye sorar miydin?” demişti. Behlûller başkalarına kapalı olan gerçekleri ve gelecekteki olayları bildiklerine inandıkları için kendilerince bu bilgiden mahrum olan insanların davranışlarına, gaflet ve cehaletlerine bakıp manalı bir şekilde gülerler; böylece muhataplarını uyarmak ve onlara gerçeği göstermek isterler. Bununla beraber neşeli ve güleç yüzlü behlûller bulunduğu gibi hüzünlü ve çatık kaşlı behlûller de vardır. Şeybân el-Musâb (Dertli Şeyban) ile Ebû Nasr el-Musâb böyle behlûllerdendi. İbnü’l-Arabî bir behlûlün neşeli veya mahzun, yahut yarı neşeli yan hüzünlü olmasını ilk gelen varidin ve tecellinin özelliğiyle açıklar. Ona göre Allah’ın “basit” isminin tecellisiyle kendinden geçen beh-lûl neşeli, “kâbız” isminin tecellisiyle kendinden geçen behlül hüzünlü olur.
Behlûller yalnızlığı sever, umumiyetle harabelerde, viranelerde, mezarlıklarda, mağaralarda ve sazlıklarda yaşarlar. Zünnûn el-Mısrî, Lübnan’da Likam dağında gördüğü bir behlûlün, sükût halinde olmaktan hoşlandığını, sorulan sorulara cevap vermediğini, sözlerinin tam oiarak anlaşılamadığını, üstü başı perişan, saçı sakalı birbirine karışmış, dalgın, şaşkın ve üzgün bir vaziyette olduğunu söyler. Meşhur behlûllerden Lok-mân-ı Serahsî ile Ma’şûk-ı Tûsî son derece acayip halleriyle dikkat çekmişlerdir. Zayıf nahif ve benzi soluk behiûlle-rin sırtlarına giydikleri cübbenin üzerinde ekseriya “alınmaz ve satılmaz” ibaresi yazılı olurdu.
Hiçbir kayda tâbi olmadan serbestçe konuşan behlûilerin sözleri nükteli ve anlamlı olur. Bazan nesir, bazan şiir halinde son derece veciz ve hakîmane söz söyledikleri için bir çeşit hakîm ve halk filozofu sayılırlar. Tasavvuf tarihinde ilk defa behlül diye tanınan Sa’dûn ile Behlûl-i Dânâ hayat dersi veren nükteli söz ve davranışlarıyla meşhur olmuşlardır. Behlûilerin bu çeşit eğitici söz ve menkıbeleri Hilyelü’l-evliya’ ve Şıfcttü’ş-şa/ve gibi tasavvufî eserlerden başka İbn Kuteybe’nin “Uyunul-ahbâf’ında, İbn Abdülberr’in ei-7/cdü’J-/end’inde ve Lâmiî Çelebi’nin Letâiînûme’sinde de nakledilmiştir. Behlûllere ait vecize ve menkıbelerin tasavvuf dışı kaynaklarda da yer alması, bunların tesir alanının genişliğini göstermesi bakımından önemlidir.
Erkek behlûllerden başka Reyhâne el-Mecnûne, Meymûne el-Mecnûne, Zehra el-Vâlihe ve Buhte gibi kadın behlûller de vardır. Rivayete göre temizliğe titizlikle riayet eden Buhte, kendinden geçtiği zaman kılamadığı namazları daha sonra kaza ederdi. Çobanlık yapan Meymûne’nin ise kurtla koyunları bir arada barındırdığı, “Ben Allah ile barış yaptığım için kurtlar da koyunlarla barış yaptı” dediği nakledilir. Hasan b. Muham-med en-Nîsâbûn cUkaîâ*ü’l-mecânîn adlı eserinde behlûller hakkında geniş bilgi vermiştir.
Behlül kelimesi özel isim olarak da kullanılmıştır. Zehebî Mfzdnü’i-ictiddTde mecnun olmadıkları halde behîûl adını alan birkaç kişinin adını nakleder. Behlûl unvanı sûfî olmayan fakih ve muhaddislere de verilmekteydi. İmam Mâlik’in talebesi ve Kayrevan fakihi Ruaynî, Hanefî fakihlerinden Trabluslu Ca’fer b. Ebû Yahya behlûl unvanını almışlardı. Şeyh Abdülganî en-Nablûsî’nin müridi şair ve edip Abdurrahman el-Behlûl de bu lakapla tanınmıştı.
Başlangıçta genellikle behlûl, mecnun ve ma’tûh, sonraları daha çok meczup diye bilinen bu zümre mensupları bir bakıma abdallara benzerler. İbn Haldun’a göre akıllılardan çok delilere benzeyen, bununla beraber velîlerin makamlarına ve sıddîkların hallerine sahip olan behlûller ibadet ve dinî hükümlerle mükellef değildirler. Ancak şer’î emir ve yasaklara, dinî mükellefiyetlere riayet etmedikleri halde bunların kutsiyet mertebesine çıkarılmalarına ve Allah’a özel bir yakınlığı bulunan velîler olarak görülmelerine fıkıh ve kelâm âlimleri baştan beri karşı çıkmışlardır. Özellikle İbnü’l-Cevzîve İbn Teymiyye gibi Sünnî âlimler cinnet ve divaneliğin bir kusur olduğunu, bu yüzden peygamberlere deli diyenleri Allah’ın kınadığını, bu hal ile hidayet ve veliliğin bir arada bulunamayacağını, velî olmak için kulluk görevinin şuurlu bir şekilde yerine getirilmesinin şart olduğunu söyleyerek behlülleri ve bunların masumiyetini savunanları şiddetle tenkit etmişlerdir. Esasen mutasavvıflar da behlülleri velîliğin en yüksek mertebesinde görmemişlerdir. Abdülkâdir-i Geylânî’nin halifelerinden Ebüssuûd b. Şiblî’nin, “Deliliğe vuran akıllılar hoştur ama gerçek akıllı velîler onlardan daha hoştur” sözünü bütün mutedil mutasavvıflar tasvip etmişlerdir.
Diyanet İslam Ansiklopedisi