Beşiktaş Cemiyeti İlmiyesi, XIX. yüzyılın ilk yarısında İstanbul’da daha çok fennî ve edebî konularda faaliyet gösteren ilmî bir topluluk.
Târih-i Cevdet’te “Beşiktaş Cem’iyyet-i İlmiyyesi”, Târîh-i Lutfî’üe “Cem’iyyet-i İlmiyye” adlarıyla söz konusu edilen bu topluluk hakkında İsmail Hakkı Uzunçarşılı “Beşiktaş veya Ortaköy İlmî Cemiyeti” adını kullanırken cemiyet üzerinde bir araştırması bulunan Ekmeleddin İnsanoğlu “Beşiktaş grubu” veya “Beşiktaş ulemâ grubu” isimlerini tercih etmektedir. Anlaşıldığına göre bu grubun adındaki “cemiyet” kelimesi günümüzde resmî bir topluluğu ifade ettiğinden grup hakkında yapılan değerlendirmelerde zaman zaman bazı hatalara düşülmüştür.
Osmanlı İmparatorluğu’nda medrese ve Enderun’un yanında cami dersleri, ayrıca padişah, vezir, bey, paşa saray ve konakları ile bazı hususi mahfillerde ilmî ve edebî toplantılar ve sohbetler yapıldığı bilinmektedir. Ancak bu toplantıların II. Mahmud devrinde ve sonrasında teşkilâtlı ve programlı bir şekle dönüştüğü ve bu alanda bazı cemiyetlerin kurulduğu yeni araştırmalarla tesbit edilmiştir. Beşiktaş Cem’iyyet-i İlmiyyesi ise bunlardan biri olmadığı gibi aynı dönemde Batı’da görülen ilmî cemiyetlerin bir benzeri de değildir.
Batı dünyası XVIII. yüzyıldan itibaren teknik alanda olduğu gibi kültür alanında da Osmanlı devlet ve fikir adamları üzerinde belli ölçüde etkili olmuştur. Batılı fikirlerin iyice yaygınlaşmaya başladığı XIX. yüzyılın başlarında İstanbul’da özellikle Beşiktaş ve Fatih gibi muhitlerde ilmî ve edebî mahiyette çeşitli toplantıların yapıldığı bilinmektedir. Cevdet Paşa’nın bildirdiğine göre Beşiktaş ile Ortaköy arasında yalıları bulunan, Londra’da büyükelçilik yapmış İsmail Ferruh Efendi (ö. 1840) ile vak’anüvis tabip Şâ-nîzâde Atâullah Efendi (ö. 18261, Melek-paşazâde Abdülkadir Bey ve Kethüdâzâde Arif Efendi (ö. 1849) genellikle kendi aralarında, zaman zaman da dışarıdan gelen bazı talebe ve dinleyicilerin katıldığı toplantılarda din, felsefe, tıp, fen ve edebiyat konularında ilmî konuşma ve tartışmalar yapmaktaydılar.
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, “cemiyet azalan” olarak yukarıdaki şahıslarla birlikte Fehim Efendi, Başmusâhib Hatif Efendi, Recâizâde Ahmed Cevdet Efendi ve kardeşi Mustafa Şâmil Efendi. Viyana elçiliğinde bulunmuş olan Akif Bey ile Rumelihisan’nda şehitlikteki Bektaşî şeyhi Mahmud Baha’nın isimlerini de sayar. Ekmeleddin İnsanoğlu ise sadece ilk dördünü topluluk üyesi olarak kabul eder. Kaynaklar bu kişilerin büyük bir ihtimalle 1815’ten sonraki bir tarihte bir araya gelmiş olabileceğini belirtirler. Bu konuda ilk bilgileri veren Menakıb-ı Kethüdâzâde, Târîh-i Cevdet ve Târîh-i Lutfî, grubun toplantılarının İsmail Ferruh Efendi’nin Ortaköy’deki yalısında yapıldığında birleşmektedirler. Adları anılan bu şahısların, bilhassa esas nüveyi oluşturan İsmail Ferruh Efendi, Şânîzâde Atâullah Efendi, Melekpaşazâde Abdülkadir Bey ile Kethüdâzâde Arif Efendi’nin yetişmeleri ve ilmî seviyeleri bakımından ortak özelliklere sahip bulundukları kaydedilmektedir. Bunlar İslâmî ilimlerle ilgilenmeleri yanında Batı kültürü ve Batılılarla da temas halindeydiler. Felsefe ve matematik gibi ilimleri okuyan, İslâmî kültürü modern anlayışla bağdaştırmak gibi bir endişe de taşıyan bu bilginler zümresi, “heveskâr-i ulûm ve maârif olanlardan her kim tederrüse talip olur ise onu tâlim etmeyi yahut ettirmeyi” gaye edinerek bir araya gelmiş ve âdeta bir cemiyet gibi faaliyet göstermişlerdir.
Cemiyetin masrafları herkesin kendi gücüne göre yapacağı bir ödeme ile karşılanacak ve üyelerden birisi görevli olarak İstanbul’dan ayrılsa bile payına düşeni gönderecekti. Verilen derslerden de herhangi bir ücret alınmayacaktı. Fennî konulardaki dersler Şânîzâde, edebiyata dair dersler ise Ferruh Efendi tarafından yapılacaktı.
Topluluğun esasını oluşturanlardan biri durumundaki İsmail Ferruh Efendi, Osmanlı İmparatorluğu’nun ingiltere’ye gönderdiği (1797-1800] ikinci ikamet elçisi olarak görevini titizlikle yapmış, ancak politikadan hoşlanmadığı için İngiltere’de üç yıldan fazla kalmamıştır. Yurda dönüşünden sonra da siyasî meselelerle pek ilgilenmemiş, hayatının son yıllarını ise yalnızca ilim ve edebiyat çalışmalarıyla geçirmiştir. Kaynaklarda âlim, fâzıl ve şair olarak tanıtılan İsmail Ferruh Efendi’nin, ilki 1282’de (1865) olmak üzere birçok defa basılan Mevâkıb adlı tefsir tercümesi ve bir Mesnevi şerhi olduğu bilinmektedir. İsmail Ferruh Efendi’nin 1830’da tamamladığı Mevd-hıb tefsiri, daha önce de Türkçe’ye çevrilen fakat yayımlanmamış olan Hüseyin Kâşifinin el-Mevâhibü’l-ca]iyye adlı Farsça tefsirinden tercüme edilmiştir.
Cevdet Paşa tarafından yine topluluğun esas unsurlarından biri olarak gösterilen Kethüdâzâde Arif Efendi, haftada iki gün bu meclise devam ederek felsefî ve edebî konularda gerçekleştirilen sohbetlere katılmıştır. Devrinde İslâm felsefesi alanında şöhret kazanmış olan Kethüdâzâde Arif Efendi, XIX. yüzyılın ilk yarısında yaşayan fikir adamlarının başında gelmektedir. Cevdet Paşa, cemiyet mensuplarının bu toplantılarda edebî sohbetler ve şiir müsabakaları da yaptıklarını belirtmektedir. Burada zaman zaman okunan ve beğenilen şiirleri daha sonra Recâizâde Ahmed Cevdet Efendi bir araya getirmiş ve bunlar JVevâdi-rü’1-âsâr adıyla kardeşi Şâmil Efendi tarafından yayımlanmıştır.
Kethüdâzâde menâkıbında, topluluğun asıl unsurlarını oluşturan bu isimlerden başka matematiğe dair eserleri olan Tevhid Efendi (ö. 1870), Rumeli kazaskerliği payesine kadar yükselen Çer-keşli Mehmed Râfî (ö. 1840), Muzıka-i Hümâyun Farsça hocası ve Menâkıb-ı Kethüdûzâde’yi tertip eden Emin Efendi, Murad Molla şeyhi iken sonradan müşirliğe yükselen Nusret Efendi (ö. 1894), Tersane mektupçusu Ali Said Efendi. Tersane muhasebecisi Dede İsmail Efendi, Müneccimbaşı İbrahim Edhem Efendi, şair Safvet Efendi, Kabûlî Mehmed Paşa. Yusuf Kâmil Paşa ve Hâcegân Süleyman Ruhî Efendi gibi simaların da toplantılara devam eden ve oradan yetişen kimseler olduğu belirtilmektedir.
Beşiktaş Cem’iyyet-i İlmiyyesi ve çalışmaları hakkında zaman zaman birbirinden farklı görüşler ileri sürülmüşse de bunlar genellikle belirli bir kaynağa dayanmayan hükümlerdir. Bu konuda en geniş araştırmayı yapan Ekmeleddin İnsanoğlu da bu tür değerlendirmelerin tutarsızlığını belirtir. Ona göre şeklen ve hukuken bir cemiyet özelliği taşımayan bu gruba mütecanis bir arkadaş topluluğu olarak bakmak daha doğru olur. Aralarında ilmî ve entellektüel bir yakınlık ve anlayış bulunan cemiyet mensupları, devrin İslâmî. tabii ve riyâzî ilimlerini bilen ve aynı zamanda Batı düşüncesini de tanıyan kimselerden oluşan bir topluluk veya grup hüviyetindedir.
1826’da Yeniçeri Ocağı’nın ortadan kaldırılması ile birlikte Bektaşî tekkelerinin kapatılması sırasında topluluk mensupları da Bektaşîlik’le suçlanarak sürgüne gönderilirler. Bektaşîlik’le en küçük bir ilgilerinin bulunmadığına inanan Cevdet Paşa topluluk mensuplarının bu şekilde itham edilmelerine şaşar ve bunda şahsî düşmanlıkların payı üzerinde durur. Ona göre bu sürgünün bir başka sebebi de muhtemelen cemiyet üyelerinden Melekpaşazâde Abdülkadir Bey gibi bazılarının -kendi tabiriyle- “mezhebi meşrebinden geniş ve laubali” olarak tanınmaları, bu yüzden de saray ve halk nezdinde makbul kişiler sayılmamalarıdır. Nitekim Lutfî Efendi de bunların halk nazarında “mezhepsiz” sayıldıklarına işaret etmektedir. Bektaşî tekkelerinin kapatılması ve Bektaşîler’in cezalandırılması için sarayda toplanan mecliste cemiyet mensuplarının durumunun tartışıldığı da bilinmektedir. Nitekim Şâ-nîzâde’nin sürgünden iki ay sonra serbest bırakılmasına dair bir ferman gönderilmesi, Meiekpaşazâde’nin bir yıl sonra İstanbul kadılığına tayini, Ferruh Efendi’nin tefsir çalışmasını tamamlaması için sürgün yerinin Kadıköy’e çevrilmesi, onların Bektaşîlik’le herhangi bir ilgileri olmadığının delili olarak kabul edilmektedir.
Diyanet İslam Ansiklopedisi