Ebû Abdillâh Ca’fer b. Muhammed el-Bakır b. Alî Zeynil’âbidîn (Ö. 148/765) İsnâaşeriyye’nin altıncı, İsmâiliyye’nin beşinci imamı, Ca’ferî fıkhının kurucusu.
80 (699) veya 83 (702) yılında Medine’de doğdu. Babası İsnâaşeriyye’nin beşinci imamı Muhammed el-Bâkır, annesi Hz. Ebû Bekir’in torunu olan Kasım b. Muhammed’in kızı Ümmü Ferve’dir. Böylece Cafer es-Sâdık’ın soyu baba tarafından Hz. Ali’ye, anne tarafından da Hz. Ebû Bekir’e ulaşmaktadır. Künyesi büyük oğlu İsmail’e nisbetle Ebû İsmail ise de onun kendisinden önce vefat etmesi sebebiyle daha çok Ebû Abdullah, bazan da Ebû Mûsâ diye anılmıştır. Lakaplarının en meşhuru Sâdık olup Sâbir, Fâzıl, Tâhir ve Atır lakaplarıyla da zikredilmiştir.
Dedesi Zeynelâbidîn’in ölümü sırasında on beş yaşında olan Ca’fer es-Sâdık, ilk bilgileri ondan ve babası Muhammed el-Bâkır’dan aldı. Babasının on dokuz yıl süren imametinden sonra kendisi de otuz dört yıl aynı vazifeyi devam ettirdi.
Şiî âlimler, Hz. Ali’nin Hasan ve Hüseyin’i kendisinden sonra imam tayin ettiği gibi Muhammed el-Bâkır’ın da oğlu Ca’fer’i imam olarak belirlediği görüşündedirler. Onlara göre Bakır, “Biz yeryüzünde güçsüz düşürülenlere lutufta bulunmak, onları önderler yapmak, yine onları vârisler yapmak istiyoruz”(Kasas 28/5) mealindeki âyette ifade edilen kimseler arasında Ca’fer es-Sâdık’ın da bulunduğunu belirtmiş, vefatı sırasında ona, mensuplarına karşı iyi davranmasını tavsiye etmiş ve kendisine “kâimin kim olacağı sorulduğunda etiyle Ca’fer’e dokunarak. “Hz. Peygamberin âl-i beytinin kâimi budur” diye cevap vermiştir. Onun bu ifadeleri, Ca’fer es-Sâdık’ın imameti konusunda mütevâtir deliller olarak kabul edilmiştir.
Uzun süren imamet devresinde çeşitli kesimlere mensup geniş İslâm toplumuyla iyi münasebetler kuran Ca’fer es-Sâdık, Sünnî kaynaklarda da daima hürmetle anılan ilmî bir şahsiyet olarak benimsenmiştir. Emevî ve Abbasî devirlerini İdrak eden ve mensubu olduğu Hâ-şimîler’in imamı olarak onların durumunu korumaya çalışan Ca’fer, amcası Zeyd b. Ali’nin isyan edip öldürülmesinden sonra (122/740) ağırlaşan şartların tesiriyle siyasetten tamamen uzaklaşmış, Medine’de ilimle meşgul olmuş ve bu şekilde Emevîler’in baskılarından kurtulabilmiştir. Abbasîler devrinde de siyasî-idarî tutum açısından önemli bir değişikliğin olmadığını görerek kendisini ilme vakfetmiştir. Özellikle amcazadeleri Muhammed en-Nefsüzzekİyye ile İbrahim b. Abdullah’ın 145 (762) yılındaki isyanlarına muhalefet etmiş, onlara başarılı olamayıp öldürülebileceklerini söylemiştir. Hadiselerin Ca’fer es-Sâdık’ın tahmin ettiği İstikamette gelişmesi, daha sonra Şîa tarafından onun geleceği bilmesi şeklinde değerlendirilmiştir.
Ca’fer es-Sâdık Medine’de vefat etti. Şiî rivayetler onun Abbasî Halifesi Ebû Ca’fer el-Mansûr tarafından zehirlenerek öldürüldüğü şeklindedir. Cenazesi Cennetü’l-Baki’da babası Muhammed el-Bâkır ve dedesi Zeynelâbidîn’in kabirlerinin yanına defnedildi. Mezarı Veh-hâbîler’in tahribine kadar ziyaret mahalli olarak kalmıştır. Cafer es-Sâdık’ın. amcası Hüseyin b. Ali Zeynelâbidîn’in kızı olan ilk hanımı Fatma’dan İsmail, Abdullah, Ümmü Ferve; Hamide el-Berbe-riyye adlı ikinci hanımından Mûsâ, İs-hak, Fâtıma, Muhammed; diğer hanımlarından da Abbas, Ali ve Esma olmak üzere on çocuğu olmuştur. Ölümünden sonra Şîa, oğulları İsmail adına kurulan İsmâiliyye ve Mûsâ el-Kâzım’ı imam tanıyan İsnâaşeriyye olmak üzere iki büyük gruba ayrıldı.
Hadis, tefsir, fıkıh, akaid, cedel, lügat ve tarih gibi alanlarda yoğun bir faaliyetin görüldüğü, değişik fikir ve görüşlerin fırkalaşmayı meydana getirmeye başladığı II. (VIII.) yüzyılda İslâmî konulardaki düşüncelerini daha toplayıcı bir tarzda ortaya koyan Ca’fer es-Sâdık, bununla birlikte sapık fırkalarla mücadele etmekten de geri durmamıştır. Bu sebeple çağdaşlarının takdirini kazanmış, ancak çeşitli zümreler onun farklı meziyetlerini ön plana çıkarmışlardır. İsnâa-şeriyye’ye göre o bütün gizli, felsefî, tasavvufî, fıkhî, kimyevî ve tabii ilimlere, ayrıca Zebur, Tevrat, İncil’e ve İbrahim’in suhufuna, Hz. Fâtıma’nın mushafına, her türlü helâl ve harama, geçmiş ve geleçekteki bilgi ve haberleri ihtiva eden cefr ilmine vâkıftır; ilâhî ilimlerin taşıyıcısı ve Şia’nın altıncı imamıdır. Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan Mûsâ ve Hızır kıssasındaki ihtilâfta her ikisinin de haberdar olmadığı hususları bilen, başlangıçtan kıyamete kadar olmuş ve olacak her şeyi Hz. Peygamber’den veraset yoluyla öğrenmiş olan kimsedir. Hattâbiyye, Bezîgıyye, Umeyriyye, Nâvûsiyye ve Mufaddaliyye gibi müfrit ŞİÎ fırkaları, İsmâiliyye imamlan ve dolayısıyla Ca’fer es-Sâdık hakkında bundan daha aşın fikirler ileri sürerken onun Ali’den üstün, mehdî, peygamber ve hatta ilâh olduğunu iddia etmişlerdir. Buna karşılık Ehl-i sünnet Ca’fer’i hadisle uğraşan, fıkıhta müctehid derecesine ulaşmış, sezgi gücü yüksek, doğru sözlü, nakline ve görüşlerine güvenilir bir hadis ve fıkıh âlimi olarak değerlendirmektedir.
Hadis ilminde sika kabul edilen Ca’fer es-Sâdık’ın kendilerinden hadis rivayet ettiği kimselerin başında babası ile anne tarafından dedesi olan Kasım b. Muhammed b. Ebû Bekir gelmektedir. Bunlardan başka Ubeydullah b. Ebû Râfi’, Urve b. Zübeyr, İkrime el-Berberî, Ata b. Ebû Rebâh. Nâfi’ ve Zührfden de rivayette bulunmuştur. Mâlik b. Enes. Süfyân es-Sevrî, Süfyân b. Uyeyne, Ebû Hanîfe, İbn Cüreyc, Ebû Âsim en-Nebîl, Yahya b. Saîd el-Ensârî, Yahya el-Kat-tân. oğulları İsmail, Muhammed, Müsâ el~Kâzım, İshak ve Şîa kaynaklarında sayıları 4000’e ulaştığı belirtilen kimseler kendisinden hadis dinlemiş ve rivayette bulunmuşlardır. Rivayetleri Buhârînin eJ-Câmicu’ş-şahîh’\ dışında Kütüb-i Site’de yer almıştır. Buhârfnin bu eserinde Ca’fer’den rivayette bulunmaması, onun hadis konusunda zayıf oluşu yüzünden değil meclisine girip çıkan bazı kimselerin kendisinin söylemediği mün-ker ve mevzu hadisleri ona isnat etmeleri sebebiyledir.Nitekim Buhârî el-Edebü’I-müfred”mde ve diğer eserlerinde onun rivayetlerine yer vermiştir. Ca’fer es-Sâdık’ın Ebû Hanîfe ile Medine ve Irak’ta, Amr b. Ubeyd, Vâsıl b. Atâ ve Hafs b. Salim ile de Mekke’de ilmî münakaşalar yaptığı bilinmektedir. Zürâre b. A’yen ile kardeşleri Bekirve Hamrân, Cemîl b. Sâüh, Muhammed b. Müslim et-Tâifî, Büreyd b. Muâviye, Hişâm b. Hakem. Hişâm b. Salim. Ebû Basîr. Muhammed e!-Halebî, Abdullah b. Sinan, Ebü’s-Sabbâh el-Kinânî öğrencilerinden bazılarıdır.
Ca’fer es-Sâdık tasavvuf tarihinde de önemli bir yere sahiptir. İlk sûfîlerin hayat hikâyelerini anlatan Ebû Nasır es-Serrâc, Ebû Tâlib el-Mekkî, Muhammed b. Hüseyin es-Sülemî ve Abdülkerîm el-Kuşeyrî gibi mutasavvıf müelliflerin ondan hiç bahsetmemiş veya nadiren atıfta bulunmuş olmalarına karşılık Ebû Nuaym el-İsfahânî Hilyetü’l-evliya* da kendisine geniş yer ayırmıştır (I, 3-20). Attâr ise Tezkiretü’I-evliya adlı eserine onunla başlar. Bütün sûfîlerin evliyadan saydıkları Ca’fer es-Sâdık tarikat silsilelerinde de önemli bir yer tutar. Nakşibendiyye ve Bektaşiyye mensupları ona tarikat silsilelerinde yer verir, Bâyezîd-i Bistâmî’yi onun müridi olarak görürler. Bir tarikat olmaktan çok tasavvuf! bir tavrı ifade eden Aşkıyye mensupları silsilelerini Ca’fer es-Sâdık’la başlatırlar. Ni’metullâhiyye, Nûrbahşiyye ve Zehebiyye gibi Şiî tarikatları da onun tasavvuf bakımından önemini kabul etmişlerdir. Bununla beraber genel olarak Şîa Ca’fer es-Sâdık’ın tasavvufla hiçbir ilgisinin bulunmadığını, sûfîleri kendisine düşman bildiğini ve onlarla mücadele etmeyi dinî bir görev saydığını ileri sürerler. Cefr, havas, tılsım gibi birtakım gizli ilimlerin, gaybı ve geleceği bilme ile ilgili bazı olağan üstü yeteneklerin ona nisbet edilmesi, daha ziyade son dönem mutasavvıfları için ilgi çekici olmuş, bu ise birçok huraff inanç ve uygulamaların ortaya çıkmasına yol açmıştır.
İnsanların din konusunda bilmeleri zaruri olan başlıca hususları, Allah’ı kâinatın yaratıcısı ve yöneticisi olarak tanımak. O’nun nimetlerini ve O’na karşı yapılması gereken vazifeleri bilmek, küfür ve irtidada sebep olacak şeylere vâkıf olmak şeklinde gösteren Ca’fer es-Sâdık’a göre Allah hiçbir şeye benzemez, hiçbir şey de O’na benzemez. Allah kulların tasavvur ettiği her türlü hayal ve vehmin ötesindedir, gözler O’nu idrak edemez. Ca’fer, Hz. Peygamber’in mi’racda Allah’ı görüp görmediği hususu kendisine sorulduğunda “kalbiyle gördü” şeklinde cevap vermiştir. İnsanların İhtiyarî fiillerinin kendilerine nisbet edileceğini, fiillerin hayır veya şer olmasından dolayı mükâfat ve ceza göreceklerini belirten Ca’fer es-Sâdık. kıyamet gününde Allah’ın bütün mahlûkatı toplayacağını, onları emirlerini yerine getirmemekten dolayı mesul tutacağını, iradeleri dışında mâruz kaldıkları şeylerden dolayı ise sorumlu tutmayacağını söylemiştir. Büyük günah işleyen kimsenin durumu hakkında ona nisbet edilen görüş, günahkâr müminin günahı miktarınca azap gördükten sonra cehennemden çıkıp cennete gireceği şeklindedir. Ona göre büyük günahlar şirk. Allah’ın rahmetinden ümit kesmek, ebeveyne itaatsizlik, adam öldürmek, namuslu kadınlara zina isnadında bulunmak, yetim malı yemek, savaştan kaçmak, yalan yere yemin etmek, ribâ, zina, hıyanet, zekât vermemek, yalancı şahitlik, içki içmek, namazı terketmek, ahdi bozmak, akrabalık münasebetini kesmek, yalan söylemek, Allah’a karşı nankörlük, ölçü ve tartıda hile yapmak, livâta ve bid’at olmak üzere yirmiyi aşkındır.
Kur’ân-ı Kerîm tefsirinin re’ye dayandırılmasını tasvip etmeyen Ca’fer es-Sâdık, böyle bir tefsirde isabet edilse bile sahibinin Allah katında bir ecir elde edemeyeceğini söylemiştir. Re’y ile yapılan tefsiri tamamıyla kabul veya reddetmeyen İmâmiyye ise imamların beyanına aykırı olan açıklamalara karşı çıkmaktadır.
Ca’fer es-Sâdık’tan nakledilen, “Takıyye benim ve atalarımın dinidir, takıy-yeye uymayanın dini yoktur” ve, “Durumumuzu ifşa eden onu inkâr eden gibidir” şeklindeki sözler, başkalarının bilmediği, kendisinin de yayılmasını İstemediği ve özellikle devlet yönetimini ilgilendiren bazı düşüncelerinin bulunduğu izlenimini vermektedir. Fakat muhtemel tehlikeleri önlemek amacıyla konulan bu prensip, daha sonraki Şiî fırkalarınca zaman zaman istismar edilmiş, sübjektif sebeplerle inançlarını gizleme, prensiplere aykırı davranma ve taahhütlerini yerine getirmeme gibi uygulamalara yol açmıştır. Bedâ konusundaki Şiî düşüncesi de oğlu İsmail’in erken ölümü dolayısıyla ona nisbet edilmiştir. Gerekli şartlar hazırlanmadan devlet reisine isyan etmenin faydadan çok zarar getireceğini düşünen Ca’fer es-Sâdık, babası Muhammed el-Bâkır ve dedesi Zeynelâbidîn’in yolunu takip ederek fitneden mümkün olduğu kadar uzaklaşmaya gayret göstermiş. Muhammed en-Nefsüzzekiyye ile kardeşi İbrahim b. Abdullah’ı da bu sebeple isyandan vazgeçirmeye çalışmıştır. Ehl-i sünnet kaynaklarında ise Ca’fer es-Sâdık rec’at, bedâ, tenasüh, gaybet, hulul ve teşbih ile ilgili hususlardan tamamen tenzih edilmiştir.
Şîa’ya göre imamların bilgisi hata ihtimali bulunmayan ledünnî bilgi türünden olduğu için Ca’fer es-Sâdık’ın fıkıhla ilgili görüşleri de delillerinden istin-bat edilerek ulaşılmış aklî bilgiler olmayıp Hz. Peygamber’den kendisine intikal eden ilâhî bilginin sonucudur. Bu sebeple o helâl ve haramlarla ilgili gerçekleri bilmek için diğer müctehidler gibi ic-tihad ederek belli bir hükme ulaşma durumunda değildir. Ehl-i sünnet âlimleri ise Ca’fer es-Sâdık’ı. başta Kitap ve Sünnet olmak üzere dayanacağı kaynaklan ve içtihadında uygulayacağı metotları bulunan ve kesinlikle masum olmayan bir müctehid olarak kabul etmektedirler.
Şîa grupları Ca’fer es-Sâdık’a pek çok mucize isnat etmiş, bütün dua ve dileklerinin kabul olunduğunu, dünyadaki bütün lisanları bildiğini iddia ederek hemen her konuda söylenmiş hikmetli sözlerinin bulunduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu sözlere “nesrü’d-dürer” (saçılmış inciler) denilmektedir.
Ca’fer es-Sâdık’ın tabii ilimler ve özellikle kimya konusunda geniş çalışmaları bulunduğu, nitrik asit ve kezzap ile tuz ruhunun karışımından meydana gelen ve altın eritmeye mahsus bir sıvı olan “aqua regia”yı keşfettiği ve kimya konusundaki bilgilerini kabiliyetli gördüğü öğrencisi Câbir b. Hayyân’a öğrettiği yaygın rivayetler arasındadır. Ancak bu rivayetlerin doğruluğu çok şüphelidir. J. F. Ruska, P. Kraus gibi bazı şarkiyatçılar kimya, cefr. havas gibi konularda Cafer’e isnat edilen rivayetlerin asılsız olduğunu ileri sürmüşlerdir. Ruska ya göre o dönemde Medine’de kimya ile ilgilenmeyi mümkün kılacak şartlar mevcut değildi; ayrıca “bu takva ehli insanlar’ın teorik veya pratik kimya bilgilerine ulaşmaları imkânsızdı. Ancak bazı araştırmacılar, Cafer’in genellikle Medine’de yaşamakla birlikte İrak’a giderek bir süre orada kaldığını ve kimya, tıp, astronomiye özel merakı olan ve bu alanda birkaç kitabın Arapça’ya çevrilmesini sağ layan Hâlid b. Yezîd’in (Muâviye’nin torunu) halasının oğlu olduğunu dikkate alarak kimya ile ilgilenmiş olabileceğini belirtmişlerdir. Bununla birlikte gerek kimya gerekse cefr, tılsım, havas, hurûf gibi sırrı ilimlerde uzman olduğu, kitaplar yazdığı, öğrenciler yetiştirdiği, keşifler yaptığı yolundaki iddialar tamamen asılsız olmasa bile büyük ölçüde mübalağalıdır. Bu hususta kendisine isnat edilen görüş, bilgi ve eserlerin çoğu. aslında sonraki Şiî-Bâtınî zümrelere ait olup Ca’fer’in bütün müslümanlar nezdinde saygı gören kişiliğini istismar etmek üzere ona izafe edilmiştir. Nitekim Buhârînin. Ca’fer’in yanına girip çıkanların onun ağzından hadis uydurduklarını göz önünde bulundurarak ondan nakledilen hadislere itibar etmemesi de daha hayatta iken çevresinin kendisi hakkında yakıştırmalar yapmaya başladığını göstermektedir.
Eserleri
Cafer es-Sâdık’ın yüzlerce kitap ve risale yazdığı ileri sürülmektedir. Bunların büyük bir kısmının ona nisbeti şüpheli olup yaşadığı dönem, çevresi, İlmî ve dinî şahsiyeti dikkate alınırsa bilhassa kimya ve cefr gibi konulara dair kitapların onun telifleri olması imkânsız gibidir. Bu konuda hayli müsamahakâr olanlar bile Ca’fer’in bu alanlarda eser yazıp yazmadığının bilinmediğini söylemektedirler. Aslında Ca’fer’in öğrencisi olduğunu söyleyen ve onu söz konusu ilimlerde otorite kabul eden Câbir b. Hayyân’ın bu İlimlerle ilgili bir tek eserinin bile adını zikretmemesi, bu eserler üzerindeki tereddütleri daha da arttırmıştır.
Eserleri
1- Mişbâhu’ş-şerî’a ve miftâhu’l-hakîka. Ca’fer es-Sâdık’in dinî ve ahlâkî muhtevalı sözlerinin 100 babda ele alındığı bu eserin çeşitli yazma nüshaları British Museum’da, Meşhed ve Haydarâbâd Osmaniye Üniversitesi kütüphanelerinde bulunmaktadır. Kitap Delhi (1856), Tebriz (1278) ve Tahran’da (1314) yayımlanmış, ayrıca Farsça tercüme ve şerhiyle birlikte Hasan el-Mustafavî tarafından neşredilmiştir.
2- Tefsîrü’l-Kurbân. En eski nüshası hicrî X. asra ait olan bu eserin Bankipûr, Bohâr ve Aligarh kütüphanelerinde yazmaları mevcuttur.
3- Kitâbü’l-Cefr. el-Hâfiye fi’l-cefr, el-Hafiye fî cilmi’l-hurûf veya el-Hâfiye adlarıyla da anılan eserin yazma nüshaları British Museum’da, İskenderiye el-Mektebetül- belediyye. Dârü’l- kütübi’ l – Mıs-riyye (Tal’at). Süleymaniye (Cârullah) ve Köprülü kütüphanelerinde bulunmaktadır.
4- İhtilâcü’1-a’zâ3. İnsan organlarındaki titremeler ve bunların sebep olduğu hastalıklardan bahseden eserin yazma nüshaları Berlin Staatsbibliothek ile Gotha. Topkapı (ili. Ahmed) ve Kastamonu kütüphanelerinde mevcuttur.
5- Heyâkilü’n-nûr (es-Sebca). Tılsımdan bahseden bu eserin iki nüshası Bibliot-heque Nationale ve Cambridge Üniversitesi Kütüphanesi’ndedir.
6- Esrârü’l-vahy. Hicri X ve XIII. yüzyılda istinsah edilen iki yazması Süleymaniye Kütüphanesi’nde (Hamidiye ve Hasan Hüsnü Paşa) bulunan küçük bir risaledir.
7- Havâşşü’l-Kur âni’l-‘azîm. Hicrî IV ve XI. yüzyılda istinsah edilmiş nüshalarının bulunduğu bilinen risalenin bir yazması Dârü’l-kütübi’z-Zâhİriyye’dedir.
8- Kitâbü’t-Tevhîd ve’l-ihlîlce. Mufaddal b. Ömer’den rivayet edilen bu eser Tevhîdü’l-Mufaddaî diye de anılır. Meşhed, Tebriz ve Kâzımiye kütüphanelerinde çeşitli nüshaları bulunan eser, Kitâbü’t-Tevhîd ve’î-ediUe ve’t-tedbîr adıyla 1329’da İstanbul’da basılmış, Fahreddin et-Tür-kistânî tarafından 1065’te (1654) Farsça’ya çevrilmiştir.
9- Risâletü’i-veşâyâ ve’1-fuşûî. Kimya ile ilgili olup Risale fî cilmi’ş-şınâa ve’l-haceri’l-mükerrem olarak da bilinir. Nuruosmaniye, Râmpûr ve Halep kütüphanelerinde yazma nüshaları bulunan risale Almanca tercümesiyle birlikte J. Ruska tarafından neşredilmiştir.
10- Dü’â’ul-cevşen. Birkaç varak hacmindeki risalenin hicrî XI. yüzyılda istinsah edilmiş bir nüshası Bİbliotheque Nationale’de bulunmaktadır.
Bunların dışında Menâfi’u süveri’l-Kur’ân, Kitâb fî işbâti’ş-şânic, Es’ile cani’n-nebî, Münâzaratü’ş – Sâdık fi’t-tafzîi beyne Ebî Bekir ve CA1Î, el-Edci-yetü’l-üsbû’iyye, Du’â3, Kitâbü’ş-Şı-rât, Hırz, el~Hikemü’l-Cacferiyye, Risale fi’l-kimyâ3, Ta’rîfü tedbîri’l-ha-cer, el-Edille ‘ale’l-halk ve’t-tedbîr, Risale fî fazli’l-Hacer ve Mûsâ, İhtiyar âtü’l-eyyam ve’ş-şühûr, Mahmû-dâtü’l-eyyam, Cedvel fî mezhebi’s-si-nîn ve’ş-şühûr ve’1-eyyâm, Meîhame, el-Kur’a, Risâletü’1-fe l, Sirâcü’z-zul-me ve es-Silkü’n-nâdir gibi eserler Ca’fer es-Sâdık’a nisbet edilmektedir.
Ca’fer es-Sâdık hakkında yazılmış çok sayıda monografiden bazıları şunlardır:
Meclisî. Târîhu’l – İmâm Ca’fer es-Sâdik[28]; Ahbârul-İmâm Ca’fer eş-Şâdık maca’l-Manşûr; J. F. Ruska, Arabîsche Alchemisten 11; Muhammed Yahya el-Hâşimî, el-İmâ-mü’ş-Şâdık mülhimü’l-kimya, Abdülazîz Seyyidülehl, Ca’fer fa. Muhammed; Muhammed Ebû Zehre, el-İmâm eş-Şâdık hayâtüh ve arâ^üh ve fıkhuh; Muhammed el-Halîlî, Tıbbü’l-İmâm eş-Şâdık; Abdülhalîm el-Cündî, el-İmâm Ca’fer eş-Şâdık.
Diyanet İslam Ansiklopedisi