Ca’feriyye, İsnâaşeriyye Şîası’nın fıkıh mezhebi.
İmamet anlayışında Zeydiyye’den ayrılan Şia’nın bütün kolları Ca’fer es-Sâdık’ın (ö. 148/765) imametinde ittifak etmişlerdir. Ca’fer es-Sâdık, Emevî İktidarının son dönemiyle Ehl-i beyt’e karşı Abbasî taassubunun henüz kendini göstermediği bir dönemde yaşadığı için, diğer imamlara nisbetle daha geniş bir hürriyetten faydalanarak bilgisini çok sayıda talebe ve râvileri aracılığı ile yayma imkânını bulmuştur. Bu sebeple İsnâaşeriyye Şîası’nın fıkıhta imamı olmuş ve bu grubun fıkıh ekolü onun adına nisbetle anılmıştır. İsnâaşeriyye’ye göre hatadan korunmuş bulunmaları sebebiyle bütün söz ve davranışları sünnet olarak değerlendirilen imamların fıkhının, sözlü rivayetlere dayanmakla beraber kısmen yazılı kaynaklarla nakledildiğini gösteren deliller de vardır. Hicrî III. (IX.) asırdan itibaren bütün rivayetleri toplayan hadis ve fıkıh kitaplarının yazılmasına başlanmıştır. Ahbârîler’e (Ahbâriyye) göre bu kaynaklardan dördünde yer alan rivayetlerin tamamı sahih olup kesin bir şekilde imamların söz ve fiillerini ifade etmektedir. Bu dört kitap Küleynî’nin (ö. 329/940-41) el-Kâfî, İbn Bâbeveyh’in (ö. 381/991) Men iâ yahduruhü’l-fakîh, Ebû Ca’fer et-Tûsînin (ö. 460/1067) el-îstibşâr lî ma’htü-life mine’l-ahbârve Tehzîbü’l-ahkâm adlı eserleridir. Usûlîler’e (Usûliyye) göre ise bunların ve benzeri kitapların ihtiva ettikleri rivayetlerin tamamı sahih değildir. Bu kitaplarda bir yandan birbiriyle çelişen rivayetlerin yer alması, öte yandan Kur’ân-ı Kerîm’de ilâve veya eksiltmelerin bulunmadığı yolunda Ca’feriyye’nin ittifak ettiği noktalara aykırı ifadelerin göze çarpması da bunu göstermektedir. 16.000’den fazla rivayeti toplayan el-Kâfî üzerinde yapılan bir araştırmanın, bunlardan yalnızca 5072 rivayetin sahih olduğunu ortaya koyması Usûlîler’i teyit etmektedir. Buna göre adını İmam Ca’fer’den alan bu mezhep, masumiyet açısından aralarında fark bulunmayan diğer on iki imama da nisbet edilen rivayetlerle bu rivayetlere ve diğer delillere dayalı ictihadlardan oluşmaktadır.
A- Tarihçe.
Ca’ferî fıkhının tarihi, gaybetten Önce ve sonra, yahut Şeyh Ebü Ca’fer et-Tûsi, Muhakkik el-Hillî gibi önemli fikıhçılardan önce ve sonrasını ifade etmek üzere “öncekiler” (mütekad-dimîn) ve “sonrakiler” (müteahhirîn) şeklinde bir ayırıma tâbi tutulmuşsa da metodolojide meydana gelen önemli değişme ve gelişmeleri esas alan “dönemler ayrımı” konunun anlaşılması açısından daha uygun görünmektedir. Buna göre Ca’ferî fıkhı sekiz dönemden geçerek değişmiş ve gelişmiştir.
1- Gaybetten Önce İmamlar Dönemi. Asr-ı saadetten itibaren 260 (873) yılına kadar süren bu dönem Hz. Peygamber, Hz. Ali, iki oğlu Hasan ve Hüseyin ile ikincisinin soyundan gelen dokuz imamı içine almaktadır. Bunların arasında Hz. Ali, Muhammed el-Bâkır, Ca’fer es-Sâdık gibi Sünnîler tarafından da benimsenen büyük fakihler vardır. Şiîler bütün imamları masum sayıp söz ve davranışlarını sünnet kabul ettikleri için ellerinde zengin bir rivayet malzemesi toplanmış ve bu dönemde bir grup âlim yalnızca rivayetlere dayalı bir fıkha meşruiyet tanımıştır. Sonraki dönemlerde gelişerek Ahbârîler mektebini kuracak olan fakih-lerin öncüleri durumunda bulunan bu grup, imamların re’y ve kıyası mahkûm eden sözlerini her nevi içtihada teşmil ederek ictihad ve kıyası reddetmiş, fıkhı sadece hadislere dayandırmıştır. Buna karşı sonradan Usûlîler adını alacak olan fakihlerin öncüsü durumunda bulunan diğer bir grup ise yine aynı rivayet kaynaklarında yer alan ve sadece genel ifadeli naslardan ictihadla hüküm çıkarmayı teşvik etmekle kalmayıp açıkça, “Bizim işimiz usulü ve prensipleri vermektir, bunlardan fürûu çıkarmak sizin işinizdir” diyen hadislerden hareket ederek rivayet fıkhı yanında ictihad fıkhının da temellerini atmışlardır. Bunlara göre imamların mahkûm ettiği re’y ve kıyas, nasların karşısında aklı kullanmaya dayanan re’y ile Sünnî fıkıhçıların zanna dayanan kıyaslarıdır. Genel anlamlı ve hükümlü nasları özel durumlara uygulama, delilin bulunmaması halinde istishâb*a başvurma, aklın kesin hükmüne ve gerektirmesine göre şer’î hüküm çıkarma (şer’î hükmü keşfetme) vb. şekilleriyle ictihad, menedilen re’y ve kıyastan farklıdır. Elde yazılı örnekleri bulunmamakla beraber fıkıh ve hadis mecmualarında nakledilen ifadelerden, fıkhın hadisten ayrılarak tedvin edilmesine de bu dönemde başlandığı anlaşılmaktadır.
2- İlk Gaybet Dönemi. 260-329 (873-941) yıllan arasında geçen devreyi (gaybet-i suğrâ) içine alır, hatta IV. (X.) yüzyılın sonuna kadar sürdüğü kabul edilir. Dönemin başından IV. yüzyılın ortalarına kadar Önce rivayet fıkhı taraftarları (ehlü’i-hadîs) duruma hâkim olmuş, o devrin en önemli Şiî merkezi olan Kum fı-kıhçıları rivayet fıkhını benimsemiş ve her nevi ictihad, istidlal ve akla dayalı tefekküre karşı çıkmışlardır. Bunlardan Küleynî, Şeyh Sadûk (ö. 381/991) gibi bazı muhaddisler hadis râvilerini tenkide tâbi tutmuş ve rivayetlerin çeliştiği yerlerde usul kaidelerinden söz etmişlerdir. Diğer muhaddisler ise bunları da gerekli görmemiş, Ehl-i beyt’ten Şiî râviler aracılığı İle gelen her rivayeti kitaplarına almış ve delil olarak kabul etmişlerdir. Devrin sonlanna doğru yetişen ve “kadîmeyn” diye anılan İbn Ebû Ukayl el-Hazzâ’ ile İbnü’l-Cüneyd el-İskâfî birinci dönemin ictihad fıkhına canlılık kazandırmış, fıkhı hadisten ayırarak tedvîn etmiş, naslara dayansa bile aklî istidlal ve yorum metodunu kullanmış, böylece bir sonraki dönemde ictihad fıkhının ağırlık kazanmasına zemin hazırlamışlardır.
3- Kelâmcılar Dönemi. IV. yüzyılın sonlarına kadar Şiî fıkhına hâkim olan ha-disçilerin ve rivayet fi kırıcılarının etkisini önce zayıflatan, sonra büsbütün silip ortadan kaldıran üç büyük âlimin dönemi bu adla anılmaktadır. Bunların ilki Şeyh Müffd olup Ahbârîler’e karşı bilhassa Mikbâsü’l-envâr fi’r-red ca7d ehli’î-ahbâr adlı eseriyle mücadele etmiştir. Şeyh Müfîd’den sonra dönemin ikinci şahsiyeti olan talebesi Şerif el-Murtazâ birçok risalesinde ve özellikle Cevâbâ-tü’l-mesâ3 ili’î-Mevşıliyye eş-sâlişe, Risale fi’r-red calâ aşhâbi’l-‘aded, Risale fî ibtâli’l’Camel bi-ohbâri’l-âhâd adlı eserlerinde Ahbârîler’e şiddetle hücum etmiş, Şeyh Sadûk dışında kalanları sapıklıkla itham etmiştir. Üçüncü önemli şahsiyet ise Ebü’s-Salâh el-Halebrdir. el-Kâfî fi’l-hkh’m yazarı olan Ebü’s-Salâh aynı zamanda Şerif el-Murtazâ’-nın iyi yetişmiş bir öğrencisidir. Bu döneme damgalarını vuran. Özgün düşünce ve eserlere sahip bu üç âlimi şerh ve haşiyeler yazarak takip eden öğrencileri bundan sonra “kelâmcı” ve “usûlî” diye anılacaklardır. Usûlîler Kur’ân-ı Kerîm’e ve mezhepçe kabul görmüş sağlam kaynaklı hadislere, bunlardan çıkardıkları genel hüküm ve prensiplere dayanmakta, bu kaynaklardan ictihad yoluyla fer’ı hükümler çıkarmaktadırlar. İmamlardan nakledilen, ancak senedi sağlam olmayan hadislere itibar etmemekte, bunun yerine Şiî fakihlerin veya bütün İslâm âlimlerinin ihtilafsız olarak kabul ettikleri hükümleri “amelü’t-tâife, icmâ” adıyla benimseyip delil olarak kullanmaktadırlar.
4- Şeyhüttâife Dönemi. Şeyhüttâife Ebû Ca’fer et-Tûsî dördüncü fıkıh döneminin en önemli şahsiyetidir. Tüsî, usulcü okulunun istidlal ve ictihad metodu ile hadisçi – haberci okulunun haber7i vâ-hidle amel prensiplerini almış, ikincisine hadisin sıhhatini tesbite katkıda bulunan bazı unsurlar katarak iki farklı yaklaşımı uzlaştırmaya çalışmış ve bu sistem çerçevesinde yeni bir Şiî fıkhı çığırı açmıştır. Onun birçok eseri arasında el-Mebsût, bir fıkıh meselesinin çeşitli boyutlarını ve çözüm yollarını gösteren “tefriî fıkıh”, el-Hiiâfils, Şii ve Sünnî fıkıh mezheplerinin görüş ve ictihadlarını ihtiva eden “mukayeseli fıkıh” ne-vilerinin beğenilen örnekleri arasındadır. Tûsî ayrıca en-Nihâye adlı eserini Şiî usule dayalı Sünnî fıkhına tahsis etmiş, Tehzîbü’l-ahkâm ve el-İstibşâr isimli İki önemli ve büyük kitabında ise Şiî kaynaklı hadisleri toplamış, bunları düzenlemiş, özellikle sonuncu kitabında hadisler arasındaki çelişkileri gidermeye çalışmıştır. zUdde-tü’l-uşûl’de fıkıh usulünün bütün konularını ele almış, bu konuları tartışmış ve tercih ettiği usulü savunmuştur. Tûsi’nin açtığı çığır üç asır kadar sürmüş, bu zaman içinde gelip geçen fikıhçılar şu farklı yaklaşımları göstermişlerdir: Oğlu Hasan’ın da içinde bulunduğu bir grup âlim Ebû Ca’fer et-Tûsî’nin yazdıklarını okumuş, okutmuş, açıklamış ve bunlara uygun fetvalar vermiştir. Muhammed b. İdrîs el-Hillfnİn (ö. 598/1202) temsil ettiği başka bir grup ise Tûsryi bilhassa haber-i vahidi delil olarak kabul etmesi açısından şiddetle eleştirmiştir. Muhakkik el-Hillî ve onun öğrencisi İbnü’l-Mutahhar el-Hillî, Ebû Ca’fer et-Tûsî’nin yazdıklarını sistemleştirmek, Sünnî fıkıhtan aldıklarını Şiî fıkıh prensipleriyle kaynaştırmak ve onun eksik bıraktıklarını tamamlamak suretiyle önemli hizmetlerde bulunmuşlardır.
5- Şehîd-i Evvel Dönemi. Şîa fıkhının tedvîni, fürû-i dinden bahseden eserlerin hadis mecmualarından ayrılması ile ikinci dönemde gerçekleşmişse de fıkıh ilmi bu tarihlerde sistem ve muhteva olarak bağımsızlığını henüz kazanmamıştı. Ebû Ca’fer et-Tûsî, Sünnî fıkhından faydalanmak ve ondan önemli iktibaslar yapmak suretiyle bunu gerçekleştirmeye çalışmıştı. Dönemin sonuna doğru bazı fikıhçılar Şiî fıkhını Sünnî nakillerden ayıklamaya yöneldiler. Esasen Şiî fakihlerin Sünnî fıkıh kitaplarından alıntılar yapmaktan maksatları, bunları örnek alarak hadisten bağımsız {içtihada dayalı) Şîa fıkhını ortaya koymakt. Şehîd-i Evvel de (ö. 786/1384) bu yolu takip ederek yeni bir fıkıh döneminin müjdecisi olmuştur. Özellikle el-Kavâcid ve’l-ievâ^id adlı eserinde Sünnî fıkıh kitaplarından alıntılar yapmadan Şiî fıkhını tedvîn etmiştir. İçlerinde Şehîd-i Sânfnin de (ö 966/ 1559) bulunduğu birçok takipçisi bir buçuk asır kadar Şehîd-i Evvel’in gerçekleştirdiği fıkha ve usul türüne bağlı kaldılar; onun eserlerini okutmak ve şer-hetmekle meşgul oldular.
6- Safevîler Dönemi. Safevîler devrinde Şiî müslümanlığı devletin resmî dini haline getirilince fıkıh da bundan etkilenmiş, fürûda ve usulde kayda değer bazı gelişmeler olmuştur. Bu dönem içinde üç ekolün etkili olduğu görülmektedir,
a- Ali b. Hüseyin el-Kerekîf (ö. 940/1533) ekolü bir yandan fıkhı sağlam temellere ve delillere dayandırıp her meseleyi delillendirme çalışmaları yaparken öte yandan dinin devlet içindeki gücünden faydalanarak fakihin yetkilerinin sının, cuma namazı, vergi gibi konuları inceleme ve tartışma alanı içine almıştır,
b- Ahmed b. Muhammed el-Erdebîlî (ö. 993/ 1585) usûlî metodu destekleyip geliştirmeye gayret etmiş, usul ve fürüda daha öncekilerin söylediklerine bakmaksızın ietihad ve istidlallerde bulunmuştur.
c- Tenkit süzgecinden geçirmeden rivayet fıkhı ve muhaddisler (selef) hakkında risaleler yazan ve onları öven bazı usûlî fakihlerin faaliyetleri, zemini Ahbâ-riler’in yeniden canlanmasına uygun hale getirmiş, muhtemelen iktidar da usûlî müctehidlerin kontrollerini ve güçlerini zayıflatacak mezhep içi bir muhalefetin ortaya çıkmasında fayda görmüştür. Bu uygun şartlardan istifade eden Muhammed Emin el-Esterâbâdî (ö. 1036/ 1626) ile taraftarları Usûlîler’e karşı yeni bir mücadele başlattılar; şer’î delil olarak da akla, aklî istidlalin dayanağı ve metodu olarak Aristo mantığına hücum ettiler. ŞİÎ kaynaklarda rivayet edilen bütün hadislerin sahih olduğunu ve fıkhın bunlara dayanması gerektiğini ileri sürdüler. Ahbârî yaklaşım bu dönemde bir fıkıh ekolü vasfını kazandı; İran, Irak ve Bahreyn’de o devirde güçlü temsilcileri bulunmayan Usûlîler’i sindirerek buralara hâkim oldu. Bu ekol daha sonraki dönemlerde İran ve Irak’ta gücünü kaybetmekle birlikte Bahreyn’de hâlâ etkisini sürdürmektedir. Ahbârî ekolünün kuvvetli temsilcilerinin sayısı oldukça azdır. Bunların içinde Feyz-i Kâşânî (ö. 1090/ 1679) ile Vesû’ilü’ş-Şî’a adlı hadis kitabının yazarı Hür el-Âmilî (ö. 1104/1692-93) gibi önemli kişilerin Usûlîler’e karşı tavırları daha yumuşak ve uzlaşmacı bir görünüm arzetmektedir.
7- Bihbehânî Dönemi. Ahbârfler İetihad fıkhına ve bunun metodolojisi olan fıkıh usulüne karşı oldukları için bir buçuk asır kadar süren bir zaman içinde Şiî dünyasında fıkıh usulü İtibardan düşmüş, öğretimde ve uygulamada kullanılmamıştır. XII. (XVIII.) yüzyılın ikinci yarısında iyi yetişmiş bir fakih, aklî istidlal ve tahlil kabiliyetine sahip bir usulcü olan Muhammed Bakır Bihbehânî (ö. 1206/1791-92), Ahbârîler’in hâkimiyetini zayıflatarak usûlî fıkha yeniden canlılık kazandırmıştır.
8- Şeyh Ensârî Dönemi. Fıkıh ve USÜİ-İ fıkıh alanında son gelişmeyi gerçekleştiren, bu iki ilmi bir bütün halinde ele alıp başarılı bir şekilde birleştiren, ayrıca konularını zenginleştirip çağın ihtiyaçlarına cevap verecek hale getiren Murtazâ el-Ensârî (ö. 1281/ 1864) olmuştur. Günümüze kadar ilmî çevrelerde Şeyh Ensârî ekolü hâkim olmuş, fürû ve usul alanında yazdığı eserler örnek alınarak yeni kitaplar kaleme alınmış, fıkıh öğretimi yapılmış ve fetvalar verilmiştir.
B- Fıkıh Usulü ve Şer’î Deliller.
İmamlar ve onların çağdaşı olan Şîa fakihlerinin bir kısmı içtihada dayalı fıkhı teşvik ve tatbik ettikleri gibi münasebet düştükçe bazı usul kaidelerini de zikretmişlerdir. Ancak bu ilk devir fakihleri tarafından yazılıp zamanımıza kadar intikal eden bir usul kitabı mevcut değildir. Günümüze kadar gelen ilk usul kitabı, Şeyh Müfîd’in et-Tezkire bi-uşûli’1-hkh adlı eseridir. Küçük hacimli muhtasar bir kitap olan et- Tezkire ihtiyaca cevap vermediği İçin Şeyh Müfîd’in öğrencisi Şerif el-Murtazâ usul konusunda birkaç eser yazmış, bunların içinde ez-Zerica iî ‘ilmi uşûli’ş-şerî’a boşluğu dolduran kitap olmuştur. Şerif el-Murtazâ’nın öğrencisi Ebû Ca’fer et-Tûsî ‘Uddetü’1-uşûl adlı eseriyle kendi görüşlerini fıkıh usulünde temel-lendirmiştir. Bu iki kitap iki asır kadar usul sahasındaki ihtiyaca cevap vermiş ve medreselerde ders kitabı olarak oku-tulmuştur. Daha sonra gelen ve yine Tüsî ekolüne mensup olan Muhakkik el-Hilirnin Mecdricü7-uşûi’ü ile öğrencisi İbnü’l-Mutahhar el-Hillînin Tehzîbü ta-riki’I-vüşûl, Mebâdi3ü’l-vüşûî, Nihâ-yetü’l- vüşûl adlı eserleri derli toplu ve kullanışlı oldukları için önceki iki kitabın yerini almışlardır. Bundan sonra zamanımıza kadar yazılan birçok usul kitabı bu ilme önemli bir katkıda bulunmamış, ancak yeni baştan tertip, konuları anlaşılır hale getirme, karışık ve çelişkili ifadeleri uzlaştırma ve ayıklama gibi hizmetler ifa etmiştir.
Ahbârî Şîa fakihlerine göre hüküm ve fetvaların tek kaynağı hadislerdir; Kur’ân-ı Kerim de hadislerin açıklaması sayesinde anlaşılacak ve uygulanacaktır. Bunların dışında başka bir delil yoktur; ietihad da taklid de caiz değildir. Usûlî fıkıhçılara göre ise müctehidlerin bilgi elde etmek ve hüküm verebilmek için başvuracakları dört delil vardır: Kitap, sünnet, icmâ ve akıl. Bu kaynaklarda hükmün delilinin bulunamaması halinde uygulama ilkelerine bakılır. Sünnî fakihlerin başvurduğu kıyas ve istihsan* muteber birer delil değildir.
1- Kitap. Doğrudan vahye dayandığı ve tevâtüren nakledildiğinden kaynağına aidiyetinde şüphe bulunmadığı için birinci derecede bilgi ve hüküm kaynağı kitap yani Kur’ân-ı Kerîm’dir. Ca’feriyye mezhebinde Kurân-ı Kerîm’in delil olması konusunda herhangi bir görüş ayrılığı yoktur. Tartışılan hususlar, kitabın zahirinin delil olup olmadığı ve kitapta tahrifin (eksiltme veya ilâvenin) bulunup bulunmadığıdır. Kitabın zahirinden maksat bir mânaya delâlet ihtimali daha kuvvetli olmakla beraber başka bir mânaya delâlet ihtimalinin de bulunduğu âyetlerin ifadesidir. Ahbârîler’e göre aşağıdaki sebeplerden dolayı Kur’an’ın zahiri ile amel etmek caiz değildir:
a- Herkesçe bilinmese bile bu âyetlerdeki ihtimali ortadan kaldıran bilgi mevcut olabilir,
b- İmamlar re’ye dayalı tefsiri me-netmişlerdir, halbuki zahir mânayı tercih etmek re’ye dayanmak demektir,
c- Bazı rivayetler, Kur’ân-ı Kerîm’i ancak nüzul sırasında ona muhatap olanların anlayabileceklerini ifade etmektedir. Buna karşı Usûlîler’e göre Kur’an’ın zahiri de delildir,
a- Zahiri açıklayan bilgiler kaynaklarından araştırılır, bulunamazsa dil kurallarına ve örfe başvurulur. Her konuda olduğu gibi burada da genel anlatım ve anlaşma yolları kullanılır ve uygulanır,
b- Kur’ân-ı Kerîm’i dil kurallarına ve örfe dayanarak anlayıp uygulamak re’y tefsiri değildir; re’y tefsiri akla dayanarak nassı ve zahiri te’vil etmekle gerçekleşir,
c- Kur’ân-ı Kerîm’i anlamayı belli bir zümreye tahsis eden rivayetler sağlam değildir, kitabın gönderilme amacına ve evrensellik vasfına ters düşmektedir; böyle bir sonuca götüren ha-ber-i vâhidler delil olarak kabul edilemez.
Kur’an’da tahrifin bulunup bulunmadığına gelince. Küleynî’nin el-Kâfî’sı gibi IV. yüzyılın birinci yarısına kadar uzanan Şiî rivayet kaynaklarında Kur’ân-ı Kerîm’in tahrif edildiğine dair nakiller mevcuttur. Buna karşı Şeyh Sadûk Kur’ân-ı Kerîm’de hiçbir tahrifin bulunmadığı ilkesini. İmam Ca’fer’e dayandırarak ve Şia’nın inanç esaslarından biri olarak zikretmektedir. Şerif el-Murtazâ ve Ebû Ca’fer et-Tûsî Sadûk’u teyit etmişler, İs-nâaşeriyye Şîası’nda muteber olan inancın Kur’ân-ı Kerîm’de hiçbir değiştirmenin yapılmadığı şeklinde olduğunu. bunun aksini ifade eden rivayetlerin asılsız bulunduğunu kesin bir dille ifade etmişlerdir. Bugün de Şiî-Ca’ferî camiada bu inanç hâkimdir.
2- Sünnet. On iKi imamı benimseyen Ca’ferîler’e göre sünnet masumların sözleri, fiilleri ve tasviplerinden ibarettir. Masumların bilgisi ya ilham yoluyla veya buna maz-har olanın diğerine öğretmesi usulüyle elde edilmiştir; bu sebeple onların söyledikleri, delilin nakil ve rivayeti değil bizzat kendisidir. Sözler duruma ve karinelere göre bağlayıcı hüküm de getirebilir, fiil ve takrirler İse gerekli şartları taşıdığı takdirde ancak cevaza ve serbestliğe delâlet eder. Sünnetin delil olması güvenilir olmasına, bu da onun rivayet ediliş şekline bağlıdır. Tevatür yoluyla nakledilen sünnet hem inanç hem de amel sahalarında delildir, hüccettir. Tevatür sınırına ulaşmamış hadisler ile râvileri arasında Sünnîler’in de bulunduğu hadisler ise delil olma yönünden tartışılmıştır. Haber-i vahidin muteber bir delil olup olmadığı konusunda üç farklı görüş ileri sürülmüştür,
a- Şerif el-Murtazâ, Tabersî, Muhammed b. İd-rîs el-Hillî gibi usulcülere göre bu haberler zan ifade eder ve zan dinde hüccet olmaz,
b- Ahbâriler’e göre meşhur dört kitapta bulunan bütün hadisler sahihtir ve bunlarla amel edilir,
c- Ebü Ca’fer et-Tûsî, İbn Tâvûs, İbnü’l-Mutahhar el-Hillî gibi usulcülerin savundukları ve üzerinde ittifak bulunduğunu ileri sürdükleri görüş ise haber-i vahidin bazı şartlarda delil olabileceği şeklindedir. Genellikle haberin kaynağı -meselâ masumlardan biri olması gibi- ve râvileri noktalarında yoğunlaşan bu şartlara ilâveten hadisin akla, kitaba, kesin sünnete ve icmâa aykırı bir hüküm ve bilgi getirmemiş olması da göz önünde bulundurulmuştur. Üzerinde görüş birliği bulunmamakla beraber ŞİÎ-İmâmî olmayan râvilerin naklettikleri hadisleri muteber delil sayan usulcüler de vardır. Burada aranan şart, Şiî-İmâmî olmayan râvinin dindar ve hadis konusunda yalan söylemekten çekinen bir kişi olmasıdır. Bir konuda İmâmı râvilerden herhangi bir haber nakledil-memişse diğer mezheplerden güvenilir râvilerin hadisleriyle amel edilir. Mürsel hadisin râvisi güvenilir ise Şiî usuicüle-rin çoğuna göre onunla da amel edilir.
3- İcmâ. Sünnîler’e göre aynı asırda yaşayan bütün müctehidlerin bir fıkıh meselesinin hükmü üzerinde birleşmesiyle icmâ gerçekleşmiş olur. Ca’feriyye’ye göre ise bu nitelikteki icmâ şer’î delil teşkil etmez. Asıl delil masumun görüşüdür. Buna göre icmâ, ittifak eden müc-tehidler arasında imamın da bulunması ve böylece onun görüşünü ihtiva etmesi durumunda hüccet olur. İcmâ içinde İmamın kavli veya tasvibinin yer alıp almadığını tesbit etmek amacıyla ortaya konan birçok usul vardır. Bunlar arasında şu dört usul yaygınlık kazanmıştır:
a- His yolu. Şerîf el-Murtazâ’nın savunduğu bu usulde imam hayattadır, şahsı değilse bile yaşadığı bölge bilinmektedir. Böyle bir dönemde meydana gelen icmâ üzerinde yapılacak inceleme sonunda masumun kavlinin de icmâa dahil olup olmadığı tesbit edilebilir,
b- Lütuf yolu. Ebû Ca’fer et-Tûsrnin benimsediği bu görüşe göre imamın bir hidayet kaynağı olarak insanlara gönderilmesini gerekli kılan ilâhî lütuf, dine ve gerçeğe aykırı bir ittifak karşısında imamın sükût etmemesini de gerekli kılar.
c- Hads yolu. Bütün İmâmî müctehidlerin asırlar boyu belli hükümler üzerinde birleşmiş olmaları imamın da aynı görüşte olduğunu gösterir,
d- Takrir (tasvip) yolu. İmamın karşı görüşte olduğunu açıklamasına bir engel bulunmadığı halde sükût etmiş olması ittifaka katıldığının delili sayılır.
4- Akıl ve Kıyas. Sünnî usulcüler genellikle kıyası bir delil olarak benimsemişler, buna karşı Gazzâlî ve Şevkânî gibi bazı istisnalar dışında akla şer’î deliller arasında yer vermemişlerdir; yer verenlere göre de akıl “berâet-i asliyye” delili olarak telakki edilmiştir. Şiî usulcüler ise Sünnî fakihlerin kıyasını reddetmiş, Şeyh Müffd’den beri aklı dördüncü bir delil olarak zikretmişlerdir. Müstakil bir delil olarak akıldan neyi kastettikleri ancak Muhakkik el-Hİllî ve Şehîd-i Evvel’-den itibaren açıklık kazanmaya başlamış, daha sonraki çalışmalar bazı yanılma ve karıştırmaları da düzelterek aklî delili açık ve seçik bir şekilde ortaya koymuştur. Buna göre aklî delil, “şer’î hüküm hakkında kesin bilgiye ulaştıran akla dayalı bir kaziyyedir”. Bu tarifin belirlediği delil mantıkçıların kıyasından başka bir şey değildir. Şunu da belirtmek gerekir ki aklı şer’î delil kabul eden Şiî usulcülere göre bu tür bir delil doğrudan ve müstakil olarak dinî hükmün kaynağı olmayıp sadece Allah nezdinde mevcut olan hükmü keşfeden, ortaya çıkaran bir delildir. Bütün akıllar bir şeyin iyi ve güzel olduğu noktasında ittifak edince Allah’ın da aynı şeyi iyi ve güzel bulduğuna, bu bir fiil ise yapanı övüp mükâfatlandırdığına, yapmayanı ise yerip cezalandırdığına akıl aracılığı ile hük-medilmekte ve akıl bu anlamda dinî deliller statüsüne girmektedir.
5- Sîret. Şiî kaynaklarında kendisine sıkça atıfta bulunulan delillerden biri de “sîret”tir. Sîretten bütün insanların belli bir düşünce ve davranışı benimsemiş olmaları kastedilirse “binâü’l-ukalâ”, bir grubun meselâ Şîa’nın benimsemesi kastedilirse “sîretü’l-müteşerria” terimleri kullanılmaktadır. Yapılan inceleme ve tahliller sonunda sîretin akla veya icmâa dahil bir delil olduğu ortaya çıkmıştır.
6- Diğer Deliller. Sünnî kaynakların “is-tihsan”, “istislâh”. “sahâbî kavli”, “örf” gibi başlıklar altında birer şer’î delil olarak ele alıp incelediği deliller Ca’ferîler’e göre ya muteber değildir (istihsan gibi) veya kitap, sünnet akıl gibi diğer delillerden birinin çerçevesine girmektedir.
7- Uygulama ilkeleri (usûl-i ameliyye). MÜSlümanın amacı muteber delilleri kullanarak ilâhî hükmü Öğrenmek ve uygulamaktır. Bazan tercihe imkân vermeyecek şekilde delillerin çelişmesi veya belli bir konuda delilin bulunamaması sebebiyle ilâhî hükmü bilmek mümkün olmamaktadır. Ca’ferî usulcüleri bu durumda “uygulama ilkeleri”ni devreye sokmaktadırlar. Mükellef bu ilkelere göre hareket etmekte ve görevini yerine getirmiş olmaktadır. Bu ilkeler arasında istishâb, berâet, ihtiyat ve tahyîrin uygulama alanının daha fazla olduğu kabul edilmektedir. İstishâb ilkesine göre bir hükmün veya hakkın geçmişte kesin olarak varlığı bilindiği halde şu anda devam edip etmediği konusunda şüphe mevcutsa devam ettiği kabul edilerek işlem yapılır. Berâet, şer’î delilin bulunmadığı ve bilinmediği hallerde hükmün de bulunmadığını kabul etmek ve buna göre davranmaktır. Caferi Usûlîler berâet prensibini hem bağlayıcı fiilde hem de mecburi terkte olmak üzere Ahbârîler’e nisbetle daha kapsamlı bir şekilde kullanmışlardır. İhtiyat, delilin bulunmaması halinde muhtemel bütün şıkları yerine getirmekten ibarettir. Usûlîler’in reddettikleri bu prensip, Ahbârîler’ce yasak olması muhtemel bütün şekil ve şıkları terketmek suretiyle uygulanmıştır. Daha az uygulanan tahyîr prensibi ise ihtiyatın mümkün olmadığı yer ve zamanlarda söz konusudur.
C- İctihad, Taklid ve Merciiyyet.
1- İctihad. İçtihadın genellikle kıyasla aynı anlamda kullanıldığı dönem ve yerlerde Ca’ferî fakihleri kıyasa karşı oldukları için içtihadı da mahkûm etmişler ve bu terimi kitaplarına açıklayıp reddetmek maksadıyla almışlardır. Ancak Sünnî âlimleri, Gazzâlî ve Cessâs’ın yaptığı gibi içtihadı kıyastan daha farklı ve geniş anlamda kullanmaya başlayınca Şiîler’in Usûlî mektep mensupları da kelimeyi bu mânada alıp kullanmışlardır. Muhtemelen bunların ilki olan İbnü’l-Mutah-har el-Hillî’ye göre ictihad, şer’î olup zanna dayanan meselelerin hükmünü elde edebilmek için düşünme ve bilgi edinme gücünü son sınırına kadar kullanmaktan ibarettir. Hz. Peygamber’in ictihad etmesi caiz değildir; çünkü onun böyle bir şeye ihtiyacı yoktur, ayrıca ictihad söz konusu olduğu takdirde tebliğ ettiği şeylerin Allah’tan geldiği inancının sarsılması da muhtemeldir. İmamların da ictihad etmeleri caiz değildir, çünkü ictihadda isabet etmek de yanılmak da söz konusudur, halbuki onlar hatadan korunmuşlardır. İmamlar şer’î hükümleri ya doğrudan Resûlullah’ın öğ-retmesiyle veya Allah Teâlâ’nın ilhamı ile elde ederler. Diğer âlimlerin yani müc-tehidlerin ise çelişen deliller arasında tercihler yapmak. Kitap ve Sünnetin genel hükümleri üzerinde düşünmek suretiyle hüküm çıkarmaları caizdir. Ancak kıyas ve istihsan metotları İle hüküm çıkarmaları muteber değildir. Ca’ferî Usûlîler önceleri ictihad terimini kullanmadan, daha sonra bu terimi de kullanarak kıyas ve istihsan dışında içtihadı caiz görüp uyguladıkları halde Ahbârîler ictihad ve taklidi reddetmiş, dinî bilgi ve hükümlerin hadislerde bulunduğunu, hadislerin de meşhur kitaplarda toplanmış olduğunu, bilginin bu kaynaklardan alınması gerektiğini savunmuşlardır. İçtihadın şartları ve tecezzîsi konusunda Şîa âlimlerinin özel bir görüşü yoktur. İçtihadın devamlılığı konusunda ise Şiîler Sünnîler’den farklı bir tutum benimsemiş ve içtihadı devam ettirmişlerdir. Bunda bir yandan dinî bilgi ve hükümlerin hadis kaynağından alınması ile ilgili teşvikler, öte yandan fetvasına başvurulacak müc-tehidin hayatta olması şartı etkili olmuştur. Müctehidlerin tamamı isabet etmiş sayılmaz. Aynı konuda farklı ictihadlarda bulunmuş müctehidlerin bir grubu isabet etmişse diğerleri hata etmişlerdir; ancak hatalarından dolayı günahkâr olmazlar.
2- Taklid. Delilini bilmeden bir mücte-hidin fetvasını benimsemek ve bununla amel etmekle taklid gerçekleşmiş olur. Ca’ferî Usûlîler’e göre bizzat ictihad edemeyenlerin taklid yolunu benimsemeleri şu şartlarda caizdir:
a- Taklide konu olan hüküm inançla veya dinden olduğu kesinlikle bilinen ibadet vb. konularla[66] ilgili olmayacak,
b- Taklit edilecek âlim müctehid ve muttaki olacak,
c- Muttaki ve güvenilir olmanın bir teminatı olarak İsnâaşeriy-ye mezhebine mensup bulunacak,
d- Fetva veren müctehid hayatta olacak,
e- Hayatta olan müctehidlerin birden fazla olması halinde içlerinden en âlim ve faziletli olanı taklit edilecektir.
3- Merciiyyet. Merci, başta fetva verme yetkisi olmak üzere birtakım dinî, hukukî ve siyasî yetkileri bulunan müctehid (fakih) demektir. Büyük gaybet döneminden sonra fakihlere ait yetkinin sınırı problemi ortaya çıkmış, ileri sürülen çözümler üç ayrı merhalede farklı gelişmeler göstermiştir,
a- XVIII. yüzyıla kadar genel kabul gören çözüm, “umumi ve siyasî ıslahat için mehdiyi beklemek, fetva, kaza, zekât, humus, kısıtlıların şahıs ve malları üzerinde velayet vb. konularda fakihlere başvurmak, onları merci olarak kabul etmek” şeklinde olmuştur,
b- XVIII. yüzyıldan XX. yüzyılın ikinci yansına kadar Nerrâkî, Hasan eş-Şîrâzî, Hâirî, Nâ-înî gibi müctehidler, fakihin yetki ve sorumluluğunun siyasî ıslahat sahasını da içine aldığı görüşünü savunmuş, bu konuda önemli adımlar atmışlardır,
c- Son merhale Âyetullah Humeynî ile başlamıştır. Humeynrnin geliştirdiği velâyet-i fakih teorisine göre ümmetin en âlim ve faziletli fakihi, beklenen mehdinin naibi ve temsilcisidir. Buna göre siyasî ıslahat ve devlet yönetimi de (amme velayeti) dahil olmak üzere imamın bütün yetkileri en âlim ve faziletli fakihte mevcut demektir. Bu fakih “genel merci” olup amme velayeti bakımından diğer fakihler ona tâbi olacaklar, hem onu murakabe edecek, hem de fetva, kaza, humus, zekât vb. konularda “sınırlı ve Özel merciler” olarak faaliyet göstereceklerdir. Bu teori İslâm inkılâbından sonra İran’da geniş ölçüde uygulanmıştır. Bütün Şiî dünyasında uygulanma şansının ise en önemlisi siyasî olan birçok engel sebebiyle oldukça az olduğu kabul edilmektedir.
D- Fürû.
Sünnî mezheplerle Ca’feriyye mezhebi arasında deliller ve onlardan hüküm çıkarma usulü bakımından bazı farkların bulunması, çıkarılan hükümlerin de farklı olması sonucunu doğurmuştur. Bütün Sünnî fıkıh mezhepleri bir camianın mezhebi. Ca’feriyye de diğer camianın mezhebi olarak ele alındığında belli bir Sünnî fıkıh mezhebine nisbetle fark ve ihtilâf oldukça azalmaktadır; çünkü bu mezhebin birçok hükmü fıkıh mezheplerinden herhangi birine uygun düşmektedir. Caferiyye’ye ait olup Sünnî fıkıh mezheplerinden herhangi birine uygun düşmeyen fürû hükümlerini hem Sünnî fakihlerden hem de Caferiyye’den toplayıp bir araya getiren, bunlara umumi veya hususi kitaplarda yer veren âlimler olmuştur. Sünnîler’den Abdülazîz ed-Dihlevî”nin İsnâaşeriyye Şîa-sı’na reddiye olarak yazdığı Tuhfe-i İsnâ çAşeriyye adlı eserin Mahmûd Şük-rî el-Âlûsî tarafından yapılan muhtasarında tesbit edilen fürü farkının sayısı 123’tür. Şiî Şerif el-Murtazâ ise söz konusu farkları 110 olarak göstermiştir. Tuhfe muhtasarında çıplak ayak üstüne mesh, halı, kilim gibi -yeryüzü sayılmayan- şeyler üzerine secdenin caiz olmaması gibi meşhur farklar zikredilmemiş, öte yandan Şîa’nın benimsemediği veya üzerinde ittifak etmediği bazı hükümler onlara mal edilmiştir. Şarabın, kümes hayvanlarının dışkısının necis sayılmaması, boy ab-desti alırken ayrıca abdest almanın haram olması, imam veya onun tayin ettiği bir kişi bulunmadıkça cumanın sahih olmaması bunlara örnektir. Adı geçen iki müellif ayn ayrı 100’den fazla ihtilaflı mesele zikrettiği halde bunlardan sadece dokuzunda birleşmiştir.
1- Farz namazlarda Fâtiha’dan sonra iki ayrı sûre veya bir sûrenin sadece bir bölümü okunamaz.
2- Altın ve gümüş ancak para ve sikke şeklinde dökülüp basılınca zekâta tâbi olur.
3- Kadınla normal olmayan yolla Cinsî ilişki caizdir.
4- Muta nikâhı caizdir.
5- Teyze ve halanın rızâları alınarak yeğenleriyle nikâhta cemedilmeleri, yani bir erkeğin birbiriyle teyze-yeğen, hala-yeğen durumunda olan iki kadını aynı zamanda eş olarak alması caizdir.
6- Boşama ancak iki şahit huzurunda olursa geçerlidir.
7- Boşama bunu ifade eden açık ve belli sözlerle yapılabilir.
8- Ölünün şahsî eşyası büyük oğluna verilir.
9- Kadınlara gayri menkul terikenin aynı verilmez, bunların hakkı taşınmazın bedelinden ödenir. Farklı hükümleri derleyen iki müellifin tesbitleri birleştirilirse fark sayısı 2151 bulur, bunlardan birinin tesbiti esas alınırsa sayı 100 civarında kalır. Binlerce fıkıh meselesi göz önünde bulundurulduğu takdirde Ca’ferîler’in 200 kadar meselede Sünnîler’den ayrılmış olmasıyla bu iki mezhep arasında fıkıh açısından önemli bir farklılığın mevcut olmadığı anlaşılır. Söz konusu farklar da daha çok iki mezhebin sünnet ve icmâ konularında kendilerine has anlayış ve uygulamalardan kaynaklanmaktadır.
Ehl-i sünnet âlimleri, Şiî-İmâmî grupları inanç yönünden bid’at mezhepleri içinde mütalaa edegelmiş, akaid, kelâm ve mezhepler tarihiyle ilgili eserlerde onların görüşlerini tenkide tâbi tutmuşlardır. Ca’ferîler de inanç bakımından İmâmı – İsnâaşerî oldukları için Sünnî fıkıh âlimleri tarafından ayrıca değerlendirilmemiş, fıkıhları da inançları gibi bid’at sayılmıştır. Ancak son dönemlerde İslâm ülkeleri arasındaki siyasî ilişkilerde göze çarpan önemli değişiklikler neticesinde, daha geniş çerçeveli bir İslâm birliğini gerçekleştirebilmek amacıyla, iki taraf âlimlerinden bazılarının birbirlerine bakış ve değerlendirmelerinde yumuşamalar ve yakınlaşmalar meydana gelmiştir. Özellikle Ca’ferîler ile Sünnîler arasında yakınlık fikrini ortaya atan ve bu fikri fiilen gerçekleştirmek için gayret gösteren âlimler arasında, Ca’ferîler’den her biri taklid mercii olan Muhammed Hüseyin Burûcirdî, Seyyid Şerefeddin, Muhammed Hüseyin Kâşifülgıtâ, A’yânü’ş-Şî’a müellifi Muhsin el-Emîn; Sünnîler’den Ezher şeyhleri Abdülmecîd Selîm ve Mahmûd Şeitût, İhvân-ı Müslimîn’in lideri Hasan el-Bennâ, ayrıca Muhammed Ebû Zehre gibi âlimler kaydedilmelidir. Yakınlığı, iş birliğini ve ilmî alışverişi savunan Sünnî âlimlere göre Ca’feriyye mezhebinin Usûlî kolunun sünneti değerlendirme anlayışı Ahbârîler’e nisbetle Sünnî mezheplere daha yakındır. Şîa’nın masum sayıp sözlerini sünnet olarak kabul ettiği imamlar masum olmasalar bile âlim, faziletli ve çoğu müctehid derecesinde kişilerdir; bunların sözlerinden ictihad çerçevesinde faydalanmak mümkündür. Şîa’nın, içlerinde masum imam bulunduğu için benimsediği ümmet icmâını Sünnîler de ümmetin icmâı olarak benimserler. Fürû konusunda sayısı fazla olmayan farklar bir tarafa bırakılırsa çok geniş bir ortak saha bulunduğu görülür. Geçmişte iki taraftan bazı âlimlerin sert ve itici ifadelerini, tarafların birbirlerini mümin saymamalarını, hısımlık bağı kurmamak gibi davranışlarını tarihî, siyasî ve sosyal sebeplere bağlamak ve geride bırakmak gerekir. Bu düşünceyi temsil edenlerden Mahmûd Şeltüt, 1 Ekim 1958’de Ca’feriyye mezhebinin meşru bir İslâm mezhebi olduğuna dair bir fetva neşretmiş, ardından da Ezher’de bir Şiî fıkıh kürsüsü kurulmuştur.
E- Literatür.
Ca’ferî fakihler tarafından tarih içerisinde bu mezhebin usul ve fürûa ait görüşleri hakkında zengin bir literatür ortaya konmuştur. Bunlar arasında özellikle şu eserler sayılabilir: Küleynî, el-Kâfî; Şeyh Sadûk İbn Bâbeveyh, Men lâ yahduruhü’l-fakın-, Şeyh Müfîd (ö. 413/1022), el-Mukni’a fi’l-hkh; Şerif el-Murtazâ (ö. 436/1044), el-İntişâr, ez-Zeri ca fî “ilmi uşûîi’ş-şe-tîcq-, Ebû Ca’fer et-Tûsî. Tehzîbü’1-ah-kâm, el-İstibsâr fî ma’htülife mine’l-ahbâr, el-Mebsût fi’l-hkh, en-Nihâye fî mücerredi’!-hkh ve’1-fetâvâ, Udde-tul-uşûl; Tabersî (ö. 548/1153), et-Tem-hîd fi’I-uşûl; Ebû Mansûr Ahmed b. Ali et-Tabersî (ö. 620/1223), el-Kâfî min hkhi’ş-Şî’a; Muhakkik el-Hillî (ö. 676/ 1277), Şerâ3icu’l-İslâm fî mesâ^ili’l-helâl ve’1-harâm, el-Muhtasarü’n-Nâ-fic fîhkhi’l-İmâmiyye, Mecâricü’l-usûl; İbnü’l-Mutahhar el-Hillî (ö. 726/1325), Tahrîrü’l-ahkâmi’ş-şer’iyye ‘alâ mez-hebi’i-İmâmiyye, Müntehe’l-matlab fî tahkiki’l-mezheb, Nihâyetü’l-vusul ilâ cilmi’l-uşûl, Tehzîbü tarîki’1-vüşû] ilâ cilmi’l-uşûl, Mebâdi’ü’l-vüsûl ilâ il-mi’1-uşûl; Şehîd-i Evvel, el-Lüm’atü’d-Dımaşkıyye; Şehîd-i Sânî. er-Ravzotü’l-behîyye fî şerhi’l-Lüm “ati’d-Dımaşkıy-ye, Temhîdü’î-kavâcid; Ebû Mansûr Hasan b. Şehîd-i Sânî (ö. 1011/1602), Mecâlimü’l-uşûl; Feyz-İ Kâşânî, el-Vâ-îî, Meîâühu’ş-şeri’a; Hür el-Âmilî, Ve-sâ3ilü’ş-Şîca ilâ ahkâmi’ş-şeri’a, Bi-dâyetü’l-hidâye-, Muhammed Bakır el-Meclisî (ö. 1110/ 1698 (?|), Bihârü’1-en-vâr; Ca’fer el-Cenâhî (ö. 1226/1811), Keş-fü’1-ğıtâ3; Muhammed Hasan b. Bakır b. Abdürrahîm en-Necefî (ö. 1266/1849-50), Cevâhirü’l-kelâm iîşerhi ŞerâVi’J-İslâm; Muhammed Kâzım b. Abdül’azîm el-Yezdî(ö. 1337/1918-19), e/-cUrve£ü7-vüskö.
Diyanet İslam Ansiklopedisi