Cehennem Nedir, Ne Demek, İsimleri, Hakkında Bilgi

Kelâm

Cehennemin İsimleri

Kur’ân-ı Kerîm’in yetmiş yedi âyetinde yer alan cehennem, herhangi bir sözlük anlamı taşımaktan çok kâfirlerin, münafıkların, zalimlerin, gerçeğe boyun eğmeyenlerin azap görecekleri yer olarak tasvir edilir. Nitekim söz konusu âyetlerin birçoğun­da cehennem “mesvâ, me’vâ” (mekân) kelimeleri veya “azâbü cehennem, nârü cehennem” terkipleriyle kullanılmıştır. Kur’an’da, kötülerin âhiret hayatında cezalandırılacakları yeri ifade eden baş­ka kavramlar da mevcuttur. Halîmfnin kanaatine göre bu ke­lime veya terkipler bütünüyle cehenne­min adı olmayıp amellerine göre cehen­nemliklere azap edilecek tabakaları ve­ya azap çeşitlerini gösterir. Meselâ “ce­hennem ateşi” anlamında geçen nâr ke­limesi, cehennem azabının çeşitli şekil­lerinden sadece yakıcı olanını ifade eder. Lezâ, saîr, hutame gibi diğer kelimeler de nârın yakıcılığını tasvir etmektedir. Ce­hennem kelimesinin geçtiği yetmiş yedi âyetin elli biri Mekkî, yirmi altısı Medenî sûreler içinde yer alır. Bundan dolayı ba­zı yabancı araştırmacıların ileri sürdüğü gibi, Hz. Peygamber’in âhiret azabını ifa­de etmek üzere önceleri açık bir kanaa­te sahip değilken daha sonra Habeşli hıristiyan danışmanlarından faydalanarak kararlı bir şekilde cehennem kelimesini kullanmış olması söz konusu değildir. Cehennem birçok hadiste de Kur’ân-ı Kerim’deki kullanımı­na paralel olarak yer almıştır.

İslâm literatüründe genel anlamda cehennemi, azap türlerini veya onun bö­lümlerinden birini ifade etmek üzere çe­şitli kelimeler kullanılmıştır. Muhteme­len cehennemin yedi kapısı olduğunu beyan eden âyet sebebiy­le bunlardan yedisi özellikle önem kazan­mıştır.

1- Cehennem. Cehennem tabakaları­na ait yedili tasnif sisteminde azabı en hafif olan en üst tabakadır. Sünnî âlim­lere göre burası günahkâr müminlerin azap yeri olacak, bunların azabı sona er­dikten sonra ise boş kalacaktır. Bu du­rumda cehennem genel olarak âhiretteki azap yerinin bütününün, özel ola­rak da en üst tabakasının adı olmakta­dır.

2- Cahîm. “Kat kat yanan, alevi ve ısı derecesi yüksek ateş” anlamında olup yirmi altı âyette ve bazı hadislerde ge­çer. Kur’an’da daha çok cehennem yerine, birkaç âyette de “tutuşturulan ya­kıcı ateş” anlamında kullanılmıştır.

3- Hâviye. “Yukarıdan aşağıya düşmek” anlamındaki hüviy kökünden isim olan hâviye “uçurum, derin çukur” mânasına gelir. Kur’an’da sadece bir yerde zikre­dilmiş ve aynı yerde “harareti yüksek ateş” diye de tefsir edilmiştir(Kâria 101/9-11). Hâviye cehennemin adı ola­rak bir hadiste de geçmektedir.

4- Hutame. “Kırmak, ufalayıp tahrip etmek” anlamındaki hatm kökünden mü­balağa ifade eden bir sıfat olup Kur’an’­da yer aldığı bir tek sûrede, “Allah’ın yü­reklere kadar tırmanan tutuşturulmuş ateşi” diye açıklanmıştır(Hümeze 104/ 4-7). Hutame cehennemin bütününe ait bir isim olabileceği gibi belli bir kısmını ifade etmek üzere de kullanılmış olabi­lir. Kelimenin sözlük anlamı ile Kur’an’-daki açıklaması arasında tam bir uy­gunluk vardır. Zira tutuşturulmuş şid­detli ateş karşılaştığı her şeyi yakıp tah­rip eder ve onun en iç kısmına kadar iş­ler. Âhiretteki cezayı ve dolayısıyla ce­hennem ateşini maddî değil de manevî olarak kabul edenler hutamenin âyet­teki izahına dayanarak “kalpleri saran ateşli kaygı” şeklinde bir yorum getirir­ler. Ancak cehennem azabıyla ilgili âyet­lerin bütününe bakıldığında böyle bir yo­rumu doğru bulmak mümkün görünme­mektedir.

5- Lezâ. “Hâlis ateş” anlamına gelen kelime Kur’an’da bir yerde geçmekte ve “bedenin uç organlarını söküp kopa­ran” diye nitelendirilmektedir.

6-  Saîr. “Tutuşturmak, alevlendirmek” anlamındaki sa’r kökünden sıfat olup Kur’ân-ı Kerîm’de biri fiil şeklinde ol­mak üzere on yedi âyette yer alır. Saîr Kur’an’da çoğunlukla cehennemin bir adı olarak, bazan da “tutuşturulmuş, alevli ateş” mânasında kullanılmıştır. Aynı kul­lanılış hadislerde de mevcuttur.

7- Sakar. “Şiddetli bir ısı ile yakıp ka­vurmak”  anlamındaki sakr kökünden isimdir. Dört âyette cehennem kelimesi yerine kullanılmış, bunlardan Müddes-sir süresinde (74/28-29), “yaktığı şeyi tü-ketircesine tahrip etmekle birlikte sönmeyip yakmaya devam eden ve insanın derisini kavuran” şeklinde nitelendiril­miştir. Kurtubfye göre sakar kemiği de­ğil eti yakıp tahrip eder. Bu yorum kelimenin sözlük anlamına ve Kur’an’daki kullanımına da uy­gun düşmektedir.

Kur’an’da cehennem için kullanılan başka kelime ve terkipler de mevcut­tur. Beş âyette “azâbü’l-harîk” terkibi içinde yer alan harîk “yakıcı, yangın” ve­ya “ateş” mânasını ifade etmektedir. Bir âyette, “Erkek ve kadın müminleri -sırf iman etmeleri sebebiyle- işkenceye tâbi tutup da tövbe etmeyenler için cehen­nem azabı ve yangın azabı (azâbü’l-harîk) vardır”(Burûc 85/10) denilmekte ve cehennemdeki cezalandırmanın ateşle olacağı belirtilmektedir. On iki âyette ge­çen hamîm “kaynar su” anlamında olup cehennemdeki azap türlerinden biri olmak üzere cehennemliklere içirileceği ve başlarından aşağı döküleceği beyan edilir. Aynı kökten türeyen ve bir âyette geçen yahmüm, hamîm mânasına gele­bileceği gibi “ısı derecesi yüksek kapka­ra duman” anlamında da olabilir. Nite­kim âyette cehennemlikler için, “Serin ve hoş olmayan kapkara bir duman için­de kalacaklardır” denilmektedir(Vâkıa 56/43-44). Fahreddin er-Râzi’ye gö­re yahmûmu cehennemin isimlerinden biri olarak da kabul etmek mümkündür. “Temas et­tiği şeyi zehir gibi etkileyip dokularına işleyen sıcak rüzgâr” (sam yeli) mânasındaki semûm da cehennem azabının türlerinden olmak üzere iki âyette yer almıştır. Bunlardan “azâbe’s – semûm”(Tûr 52/27) terkibindeki semûm ce­hennemin isimlerinden biri olabilir. “Ha­pishane, derin çukur” anlamındaki siccîn kelimesinin cehennemin veya oradaki vadilerden birinin adı olduğunu kabul edenler var­dır. “Azıp sapmak, yanlış inançları be­nimsemek” anlamına gelen g^y kelime­sinin cehennem kuyularından, nehirle­rinden veya vadilerinden birinin adı ol­duğu bazı müfessirlerce ileri sürülmüş­tür. Çeşitli sûrelerde yirmi yedi defa geçen veyl, bir kötülük ve musibetin vukuu halinde, “Yazıklar olsun, vay haline!” anlamında kullanılan bir ünlem olmakla birlikte bir kısım mü-fessirler bunun cehennemdeki bir kuyu­nun, vadinin veya dağın adı olduğunu söylemişlerdir. Cehen­nem İçin kullanılan terkiplerden biri “dâ-rü’l-bevâr” (helak yurdu |İbrâhîm 14/28|, bir diğeri de “sûü’d-dâr”dır. Tfn sûresinde (95/5) yer alan “esfele sâfilîn” (aşağıların aşağı­sı) tabiri, Katâde ve Mücâhid gibi müfessirlerce cehennem mânasına alınmış, Ta-berî ise terkibe “erzel-i ömür” anlamı veren İbn Abbas’ın görüşünü tercih et­miştir.

Kur’ân-ı Kerîm’de cehennemle ilgili olarak yer alan isimlerin hemen hepsi, uhrevî cezaların en yaygını olacağı anlaşı­lan ateşle buna ait çeşitli etkileri İfade etmektedir. Bu isimleri, muhtelif âyetler­de 126 defa geçen ve 101 yerde “cehen­nem ateşi” mânasına geldiği anlaşılan nâr kelimesi İçinde mütalaa etmek müm­kündür. Râgıb el-İsfahanı, nârın gözle algılanan alevli ateş anlamına geldiğini söyler. Nâr dışın­daki isimlerin taşıdığı bazı farklı anlam­lar da yine ateşin özellikleri ve etkileriy­le ilgilidir. Hadis literatüründe cehennem kelimesi ve onun diğer isimleri fazla yer almadığı halde nâr için Mu’cem’de ve­rilen kaynak listesi yirmi sayfaya yaklaş­maktadır.

Hadis kitaplarının bir kısmında sahih olup olmadıkları tartışıla bilen rivayetlerde, Hz. Peygamber tarafından kullanıldığı kaydedilen cehennemle ilgili bazı isimler de vardır. “Bûlüs hapisha­nesi, hüzün kuyusu, lemlem vadisi, heb-heb vadisi, kallût nehri” gibi. Müddessir sûresinde geçen (74/17) saûd kelimesi “güçlük ve meşakkat” anlamı taşımakla birlikte bazı rivayetlerde cehennemdeki bir dağın adı olduğu kaydedilmiştir. “Sarp yokuş, aşılması zor geçit” mânasındaki akabe kelimesi, Kur’ân-ı Kerîm’-de “köle azat etmek, açlık gününde ya­kını olan bir yetimi veya yerde sürünen bir yoksulu doyurmak”(Beled 90/ 11-17) gibi ahlâkî meziyetler için kullanılan mecazi bir ifade olduğu halde bazı âlim­lere “cehennem, oradaki bir dağ, aşıl­ması zor geçit” veya “cehennem üzerin­deki sırat” mânasına alınmak istenmiş­tir.

Tasviri

Dinler tarihi alanındaki araş­tırmalar, hemen bütün dinlerde ölüm­den sonra ikinci bir hayat yaşanacağı, orada insanlara dünya hayatında yaptık­larının karşılığı olarak mükâfat veya ce­za verileceği düşüncesinin mevcut oldu­ğunu göstermiştir. İnsandaki adalet duy­gusu ve müeyyide anlayışı da âhiret ha­yatındaki ceza ve mükâfatın varlığını ge­rekli kılar. Makdisrye göre bir konuda insanların ço­ğunun fikir birliğine varması, aklın da bunu tasvip etmesi o konunun hak ol­duğunun en büyük delilidir. Genellikle bütün dinlerde, özellikle de bunların semavî olanlarında ölüm sonrasındaki ce­zalandırmanın cehennemle (ateşle), mü­kâfatlandırmanın da cennetle olacağı kabul edilmiştir. İslâm literatüründe ge­rek Kur’an ve Sünnet’te yer alan, gerek­se bunlara dayanan veya başka etkiler­le oluşan cennet ve cehennem tasvirleri oldukça zengindir. Bazı İslâm âlimleri­nin, geniş halk kitlelerini etkilemek ama­cıyla cehennem tasvirlerinde zaman za­man kendilerine has pedagojik anlayış ve metotlar çerçevesinde mübalağalı üs­lûp ve ifadeler kullandıkları, doğruluğu belgelenemeyen haberler naklettikleri de görülür.

Cehennemin tasviri, yani yapısı ve iş­leyişiyle ilgili olarak iki mesele ile karşı­laşılmaktadır: Kur’an dışında kalan na­killerin sıhhati, doğruluğu sabit olan nas-ların anlaşılması. İslâm kelâmcıları, âhi­ret hayatıyla ilgili naslann müteşâbih grubuna girdiğini ve asit anlamları dışın­da mecazi mânalar da taşıyabilecekleri­ni kabul etmişlerdir. Çünkü âhiret âle­mi duyularla algılanamadığı gibi duyu­ların verilerine dayanan akıl yoluyla da tek başına idrak edilemez. Bu sebeple diğer âhiret hallerinde olduğu gibi ce­hennem konusunda da nassa bağlı kal­manın en doğru yol olduğu anlaşılmak­tadır. Bununla birlikte inanç sahibi her­kesi ilgilendirdiği için ebedî hayatla ora­da görülecek ceza ve mükâfat hakkın­da eski dönemlerden beri çok çeşitli se­naryolar geliştirilmiş ve bir nevi âhiret edebiyatı oluşturulmuştur. Konunun de­ney âlemi dışında oluşu da farklı duyuş­larla farklı yorumların yapılmasına vesi­le teşkil etmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de cen­net nimetlerinin hiçbir nefsin anlayama­yacağı bir mahiyet taşıdığı ifade edil­miş(Secde 32/ 17), bir kudsî hadiste de iyi kullar için hiçbir gözün görmedi­ği, hiçbir kulağın duymadığı ve hiçbir zih­nin tasavvur edemediği nimetler hazır­landığı haber verilmiştir. Makdisi gibi bazı âlimler, naslarda tasvir edilen cennet nimetleri ve cehennem sıkıntıla­rı ile dünyadaki benzerleri arasında mev­cut münasebetin mânada ve mahiyette değil sadece isimlerde ve kelimelerde ol­duğunu ileri sürmüşlerdir. Yine Makdisî. “Cennet­ten istediğiniz gibi bahsedin, nasıl olsa o sizin yapabileceğiniz tasvirlerden çok daha üstündür” mealinde mürset bir ha­disin rivayet edildiğini kaydederek cen­net ve cehennem hakkında naslarda bulunmayan tasvirleri yapanların bu hadi­se dayandıklarını söyler. Cennet ve cehennemle ilgili olarak İbn Kesîr’in topladığı zengin doküman içinde özellikle Taberânî, İbn Ebü’d-Dünyâ, Ebû Ya’lâ, Ebû Nuaym, İbnü’l-Mübârek ve Ahmed b. Hanbel’den, muhteva açısından yadırganacak açıklamaların nakledildiği dikkati çeker.

Naslarda hâkim olan temaya göre in­sanla Allah arasındaki aslî münasebet sevgi ve rahmete dayanır. Esmâ-i hüsnâ içinde kâinata ve özellikle insana yö­nelik olanlardan sadece iki veya üçü ka­hır ve gazap ifade etmekte, diğerleri kar­şılıklı rızâ ve muhabbet anlamını içer­mektedir. İslâm’da aslolan kulun itaat etmesi, Allah’ın dünya ve âhirette mükâ­fatla ndırmasıdır. Ceza aslî unsur olma­yıp kötülüklerin önlenmesi için bir ted­birdir. Mükâfat ve ceza ile ilgili çeşitli naslardan elde edilen sonuç şudur ki en büyük mükâfat saadet içinde ebediyet, en büyük ceza da ıstırap ve yok oluştur. Makdisrnin de belirttiği gibi bekadan öte bir nimet, zıtları yeyip mahveden ateş­ten öte bir azap yoktur.

Cehennemin tasvirinden önce halen mevcut olup olmadığı meselesine temas etmek gerekir. İslâm bilginlerinin çoğu cennet ile cehennemin halen mevcut ol­duğunu kabul ederken Cehmiyye, Mu’tezile ve Hâricîler’den bir grup bunlann kıyametin vukuundan sonra yaratılaca­ğını ileri sürer. Konu inanç açısından önem taşımamakla birlikte mezhepler tarihiyle kelâm kitaplarında ve ilgili di­ğer eserlerde tartışılmıştır. Ancak halen mevcut olduklarını benimseyenler de da­hil olmak üzere bütün âlimler bu ceza ve mükâfat yerlerinin kıyametten önce iskân edilmeyeceği noktasında fikir bir­liği içindedirler. Özellikle bazı hadisler­de yer alan ve cennet ile cehennemin halen meskûn olduğunu andıran ifade­ler te’vil edilmiştir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de Allah’ın âyetlerini İnkâr edenle­rin “ileride” cehenneme atılacakları(Nisâ 4/56) ifade edilmekte, ayrıca inkar­cı Firavun taraftarlarının “kıyamet kop­tuğu zaman” azaba duçar olacağı(Mü’min 40/46) haber verilmektedir. Mu’-tezile’nin yanında yer alan gruplara gö­re amacına hizmet etmeyen cennet ile cehennemin önceden yaratılmış olma­sı Allah’a nisbet edilemeyecek abes bir şeydir, bunlann mevcudiyetini ileri sü­renler nerede bulunduklarını ispat edememektedirler. Kıyametin kopmasından önce her şeyin helak olacağını ifade eden âyet(Kasas 28/88) gereğince cennet İle cehennem eğer mevcutsa önce yok edilecek, sonra tekrar yaratılacaktır; böy­le bir işlemin hikmetten uzak olduğu açıktır. Bunların mevcut olduğunu ka­bul eden grup İse delil olarak cennetten çıkarılan Âdem İle Havva’nın Kur’an’da yer alan kıssalarını, yine Kur’ân-ı Kerîm’-de cennet ile cehennemden söz edildiği yerlerde kullanılan mazi sigalannı ve her iki yerin Hz. Peygamber’e gösterildiğini ifade eden bazı hadisleri zikrederler. Bu­na karşılık Âdem’in bir süre iskân edilip sonra çıkarıldığı cennetin ebediyet cen­neti değil yüksek bir mevkide bulunan bir bahçeden ibaret bulunduğunu söy­leyen âlimler de vardır. Nitekim Ahd-i Atîk’in ifa­deleri de bu doğrultudadır. Muhyiddin İbnü’l-Arabî, cennet ile ce­hennemin halen inşa halinde olduğunu ve bunun kıyamete kadar devam ede­ceğini ileri sürmüştür: zira bunların her ikisi de mükelleflerin iyi ve kötü amel-leriyle inşa edilmektedir.

Cennet ile cehennemin halen mevcut olduğunu savunanlar, bunlann bulundu­ğu yerler hakkında farklı görüşler İleri sürmüşlerdir. Cennetin yukarıda arşın artında, cehennemin aşağıda arzın altın­da bulunduğu görüşü epeyce taraftar toplarken nerede olduklarının bilinme­diğini, hatta âhiret âleminin şimdiden mevcut olup cennet ile cehennemin ora­da yer aldığını söyleyenler de vardır. An­cak ortaya konan bu fikirler güvenilir dayanaklardan yoksun göründüğü gibi yer küresi ve gezegenlerle ilgili bilgilere de ters düşmektedir. Erzurumlu İbra­him Hakkı, cehennemi değişik ve şaşır­tıcı bir sistem içinde arzın derinliklerin­de gösterirken eskilerden intikal etmiş bazı telakkileri aktarmış bulunmaktadır.

Kur’ân-ı Kerîm’de cehennemin tasvi­riyle ilgili âyetler onun yapısından çok işleyişini, yani azap türlerini konu edin­miştir. Ancak münafıkların cehennemin en aşağı tabakasında olacağını(Nisâ 4/145) ve cehennemin yedi kapısının bulunduğunu(Hicr 15/44) ifade eden âyetlerle cehennemdeki “dar mekân’-dan bahseden âyet(Furkân 25/13) ve “derin kuyu” demek olan hâviyeden söz eden âyetlerde cehennemin ya­pısı hakkında bazı bilgiler verildiği görülmektedir. İslâm âlimleri cehennemin yedi kapılı oluşu üzerinde durmuşlardır. Ebüssuûd’a göre kapıların daha az veya daha çok değil de yedi oluşu, oraya gir­meye sebep olan vasıtalarının (beş duyu organı, şehvet ve gazap temayülleri) aynı sayıda olmasıyla ilgilidir. Elmalılı Muhammed Hamdi ise şöyle bir yorum yapmaktadır: İnsanın mükellefiyet organları beş duyu ile birlikte kalp ve tenasül uzvudur. Ma­nevî anlamdaki kalp kapısı açık olursa kişi doğru yoldan yürüyerek cennete gi­rer, aksi takdirde yedi organ mükellefi yedi çeşit azaba sürükler. Nitekim cen­net ehlinden söz eden âyetlerde onların kalplerinde kin ve kötülüğün bulunma­dığı ifade edilir. Bazı âlimler, Kur’an’da yer alan “yedi kapı” (seb’atü ebvâb) ifadesinden(Hicr 15/44) gerçek anlamdaki kapı mefhu­munu anlamışlar ve cehenneme girecek­lerin sayısının çok olması sebebiyle ka­pıların da çoğaltıldığını kabul etmişler­dir. Nitekim Zümer sûresinde (39/71) inkarcıların cehenneme grup grup sevkedileceği ve yanma vardıklarında kapı­larının açılacağı beyan edilir. Yedi kapı­nın, cehenneme gireceklerin dinî hayat durumuna göre azap açısından farklı ni­telikler taşıması ve girenleri farklı me­kânlara götürmesi de mümkündür; Hicr süresindeki ilgili âyetin devamı da bunu göstermektedir. Diğer bazı âlimler ise yedi kapının cehennemin yedi tabakası­na işaret ettiğini kabul etmişlerdir. Üst üste katlar şeklinde düşünülen tabaka­ların en üstte bulunan birincisinin ce­hennem, en altta bulunan yedincisinin hâviye olduğu bu âlimlerce benimsen­miştir. Cehennem, azabı en hafif, hâvi­ye İse en şiddetli olanıdır. İkisi arasında kalan tabakalar, cehennemin isimleri sayılırken söz konusu edilen tabakalar olup yukarıdan aşağıya doğru şunlar­dır: Lezâ, hutame, saîr, sakar, cahîm. Bunların sıralanmasında farklılıklar gö­ze çarptığı gibi buralarda cezalandırıla­cak kişilerin kim olduğu konusunda da farklı telakkiler mevcuttur. Hemen bü­tün Sünnî âlimler, azabı en hafif olan birinci tabakada günahkâr müminlerin bir süre kaldıktan sonra buradan çıka­rılacağını, yedinci tabakada ise müna­fıkların azap göreceğini kabul ederler. İkinci tabakadan itibaren de yahudiler, hıristiyanlar, Sâbiîler, ateşe tapanlar ve müşrikler cezalandırılacaktır. Ancak ye­di kapı ifadesini yedi tabaka şeklinde anlamak, Kur’an’da geçen bazı isimlerle bunları adlandırmak ve sakinlerini be­lirlemek ilmî bir esasa dayanmamakta­dır. Nitekim Kurtubî, âhiret halleriyle il­gili meşhur eserinde yedi kapı-yedi ta­baka etrafındaki görüşlerden söz eder­ken bu konuda sahih hiçbir naklin mev­cut olmadığını belirtmekte ve Kur’an’da yer alan cehennem isimlerinin onun bel­li bir yerinin değil tamamının adı oldu­ğunu söylemektedir. Muhaddis İbn Kesîr de Hz. Pey­gamber’e nisbet edilen ve yedi tabaka­dan bahseden hadisin sahih olmadığı­nı kaydeder. Esasen Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan bu yedi isim­le cehennemin yaygın adı olan nâr keli­mesinin Kur’an’daki kullanılışları incele­necek olursa bu kelimelerin hepsinin ce­hennemin tamamını kapsayacak şekil­de tekrar edildiği görülür. Şöyle ki. İbrânîce asıllı olduğu anlaşılan cehennem kelimesi dışında diğer altı kelimenin ta­mamına yakını ilgili âyetlerin sonlarında yer almıştır. Özel bir üslûbu olan Kur’an metninde âyet sonlarındaki ses uyumu dikkate alınarak hepsi de cehennemin adı olan altı ismin seçiminde seci sağla­ma amacının gözetildiği kabul edilebilir.

Kur’ân-ı Kerîm’de cehennemin tas­viriyle ilgili olarak ayrıca etrafını saran bir duvardan da söz edilir(Kehf 18/ 29). Sürâdik kelimesiyle ifade edilen bu ihata duvarını, kelimenin sözlük anla­mından faydalanarak “ateşten veya du­mandan oluşmuş bir engel” olarak açık­lamak mümkündür.

Cehennemin yapısına dair hadis lite­ratüründe yer alan rivayetlerin sahih olanlarından anlaşılan tek şey, onun çok geniş ve derin bir mekân oluşundan iba­rettir. Fecr sûresinin kıya­meti tasvir eden âyetleri içinde, “O gün cehennem getirilecek ve o gün insan her şeyi anlayacak” (89/23) mealindeki ilâ­hî beyana dayanarak cehennemin fiilen hareket ettirileceğini söylemek isabetli değildir. Fahreddin er-Râzfnin belirttiği ve müfessir Elmalılı Muhammed Hamdİ’nin de tercih ettiği gibi bu âyette söz konusu edilen getiriliş, cehennemin kıyamet halkına gösterilmesinden iba­rettir. Nitekim yine kıyameti tasvir eden Şuarâ süresindeki âyette, “Cehennem azgınlara gösterilir” (26/91) denilmek­tedir. Gerçi Müslim’in el-Câmicu’Ş’Sa-hîh’i ile Tirmizrnin es-Sünen’inde rivayet edilen bir hadiste kıyamet günü cehennemin. 70.000 yuların her birinde görevlendiril­miş 70.000 meleğin çekmesi suretiyle getirileceği ifade edilmektedir. Ancak üslûbundan da anlaşılacağı üzere nak­ledilen metin, pedagojik amaçlarla kıya­metin dehşetini anlatmayı hedeflemiş­tir. Esasen bu metin, Müslim ile Tirmi-zî’nin bir rivayetinde Hz. Peygamber’e nisbet edildiği halde Taberînin Câmi^u’l-beydn’ında (XXX, 120) ve Tirmizrnin söz konusu rivayete düştüğü bir kayıtta İbn Mes’ûd’a nisbet edilmiş, muhaddis İbn Kesîr de bu konudaki tereddüdünü be­lirtmiştir. Ayni muhtevayı, İbn Kesîr’in “benzer haber­lerin en yadırganam” dediği oldukça uzun ilâvelerle, rivayetlerin sahih olanı­nı olmayanından ayırma hususunda titiz davranmadıktan bilinen İbn Ebü’d-Dün-yâ’nin Ebû Hüreyre’den, Ebû Nuaym’ın Kâ’b el-Ahbâr’dan rivayet etmeleri de mevcut tereddütleri arttırmaktadır.

Eserleriyle geniş halk kitlelerine tesir etmeyi amaçlayan bazı müellifler, eski kültürlerden de faydalanarak kıyamet halleri, cennet ve cehennem hayatıyla ilgili etkileyici ve düşündürücü açıkla­malar yapmışlardır. Ancak zühd ve re-kâik* türüne giren bu eserler, az çok hayalî unsurlar taşımaları sebebiyle İs­lâm âlimleri tarafından inanca veya pra­tiğe dair konularda (usul ve fürû) mesnet kabul edilmemiştir. Bu sebeple Gazzâ-lî’nin zühde dair bazı eserleriyle Erzu­rumlu İbrahim Hakkı’nın aynı mahiyet­teki Mârifetnâme ‘sinde mevcut görüş­lerin Carra de Veaux tarafından İslâm’ın cehennem telakkisi gibi sunulması (El (İng.), II, 998-999) isabetsiz olup akaid açı­sından herhangi bir önem taşımaz. Esa­sen Yazıcıoğlu Mehmed’in Muhamme-diyye’si örneğinde açıkça görüldüğü gi­bi söz konusu eserler. İslâm inanç esas­larının tesbiti maksadıyla değil terbiye amacıyla telif edilmiştir.

Naslar çerçevesindeki İslâmî telakki­ye göre Allah ile kul arasındaki bağın ulûhiyyet açısından rahmete, kulluk açı­sından tazime dönüşen bir muhabbete dayanması esas alınmış olmakla birlik­te eğitilmesi çok zor olan insanlar için azap. diğer dinlerde olduğu gibi İslâm’­da da bir müeyyide olarak kullanılmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de cehennem azabı çe­şitli etkileriyle yakıcı olan ateşle tasvir edilmiştir. İbn Kesîr tarafından bir ara­ya getirilen başlıca azap âyetlerinin incelenmesinden an­laşılacağı üzere ateş maddî bir ateş olup yakıtı insanlar ve yanma özelliği bulunan taşlardan (yahut putlardan) ibarettir. Bu ateş alevlenen, sönmeye yüz tuttukça tekrar tutuşturulan, vücudu saran, tah­ripkâr yakıcılığı ile bedeni pişirip parça­layan ve İç organlara kadar nüfuz eden bir ateştir. Mürselât sûresinde (77/32-33) cehennem ateşinin develer ve saray­lar kadar kıvılcım saçtığı belirtilir. Bir hadiste, dünya ateşinin kemiyet ve key­fiyet açısından cehennem ateşinin yet­mişte biri olduğu ifade edilmiştir. Bir âyetin dolaylı (İnsân 76/13), bir hadisin de açık ifadesine göre cehennemin yakıcı ateşi gibi dondu­rucu soğuğu da bir azap türüdür. Çeşit­li âyetlerde cehenneme gireceklerin si­malarından tanınacakları, perçemlerin­den ve ayaklarından yakalanarak yüzle­ri üstü ateşe atılacakları, cehennemin kaynamaktan doğan uğultusunu duya­cakları, hiddetli ve dehşetli görüntüsü­nü müşahede edecekleri anlatılır. Yine Kur’an’ın beyanlarına göre cehennemlik­ler kaynar sular, ateşten lâleler ve zin­cirler, ateşten elbiselerle cezalandırıla­caktır. Kur’an’daki en açık ve etkili azap tasviri ise şöyledir: Altını ve gümüşü bi­riktirip de Allah yolunda harcamayanlar için bu altın ve gümüşler cehennem ate­şinde kızdırılacak, sahiplerinin alınları, böğürleri ve sırtları onlarla dağlanacaktır(Tevbe 9/34-35). Cehennem ehli açlık ve susuzluk hissedecek, fakat ye­mek olarak kendilerine, karınlarında eri­miş madenler gibi kaynayacak zakkum ağacı, dari denilen zehirli nebat, içecek olarak da bağırsakları parçalayan kay­nar su, kanla karışmış irin verilecektir.

Cehennem azabının şiddet ve dehşe­tini ifade eden bu tasvirlerin gerçekte vuku bulmayacağı, caydırıcı bir müeyyi­de olarak insanların bunlarla sadece kor­kutulduğu şeklinde bir iddianın ileri sü­rüldüğünü kaydeden Takiyyüddin İbn Teymiyye, söz konusu iddianın dinin emir ve yasaklarını hiçe saymayı amaçladığı­nı söyler. Böyle olsaydı ilâhî beyanların bütün inceliklerine vâkıf bulunan Hz. Peygamber’le bazı ashabın en azından ken­di hayatları açısından umursamaz bir tavır içine girmeleri gerekirdi. İbâhî-Bâtınî zihni-yetli kişilerin öne sürebileceği bu iddia­ya mesnet olmak üzere Kur’ân-ı Kerîm’-den gösterilen delil de aslında bu görü­şü destekler nitelikte değildir.

Muhyiddin İbnü’l-Arabî, “Cehennemlik­lerin ateşi yavaşladıkça onların alevini artırırız”(İsrâ 17/97) mealindeki âyet­te yer alan “artırma” kavramına daya­narak ateşin can sıkıntısı, vicdan azabı gibi sadece manevî değil duyulabilir olduğunu söylemiştir; bununla birlikte ce­hennemlikler manevî azaptan da kurtu­lamayacaklardı.

Cehennem Ehli

Dünyada işlenen gü­nahlara karşılık âhirette uygulanacak ce­zanın yeri anlamındaki cehenneme sa­dece “lâyık olanlar” (ashâbü’n-nâr, ehlü’n-nâr) girer. Rahmeti gazabını aşmış bu­lunan Allah, “dilediğini hak ettiğinden fazla mükâfatlandırdığı halde”(Bakara 2/105) kimseye hak ettiğinden fazla azap vermez. Cehenneme lâyık olanlar kimlerdir? Yaratıkların en şereflisi kılı­nan insan, Allah’ı tanımak gibi üstün bir yetenekle donatıldığına göre(Zâriyât 51/56), kâinatın yaratıcı ve yöneticisini tanıyıp O’nu tazime dönüşen bir sevgi İle sevmedikçe, yani selim yaratılış istikametinden ayrılıp inkâra yöneldiği sü­rece cehennem ehlinden sayılmaya lâ­yık olur. İbnü’l-Arabî, mücrimler diye ni­telendirdiği cehennemlikleri dört gruba ayırır: Hiçbir tanrı kabul etmeyenler, Fi­ravunlar gibi tanrılığı kendilerine nisbet edenler, Allah’a ortak koşanlar ve mü­nafıklar. Bu tür gruplandırmalan farklı kompozisyonlar­la çoğaltmak mümkündür. Uhrevî ceza­dan kurtulmanın yegâne çaresi olan İma­nı Allah ile kul arasında oluşan bir sevgi telakki eden Kur’ân-ı Kerim, Allah’tan kula yönelik sevginin gerçekleşebilmesi için bütün semavî kitapları kucaklayan son ilâhî mesajın tebliğcisi, geçmiş ne-bîlerin tasdikçisi, son peygamber Muhammed aleyhisselâma uymayı şart koş­muştur(Âl-i İmrân 3/31). Önceki pey­gamberlerin ümmetleri de dönemlerin­de nebilerine samimiyetle uymuşlarsa ebedî cezadan kurtulmuşlardır. Allah Teâlâ kendilerinden ahid aldığı İsrâiloğulları’na şöyle demiştir: “Ben sizinle bera­berim. Eğer namaz kılar, zekât verir, peygamberlerime inanır, onları destek­lerseniz ve ihtiyacı olanlara faizsiz borç para verirseniz günahlarınızı örter, sizi zemininden ırmaklar akan cennetlerime koyarım. Bundan sonra inkâr yolunu tu­tanınız iyi bilsin ki doğru yoldan sapmış­tır”(Mâide 5/12). Ne var ki bunu ta­kip eden âyetlerde anlatıldığı üzere İsrâiloğullan da kendilerinden benzer ahid alınan hıristiyanlar da ahidlerini bozmuş­lar, Allah’tan “bir nur ve apaçık bir kitap” getiren son peygambere uymamış­lar ve böylece Allah’ın rızâsından uzak­laşmışlardır(Mâide 5/13-16).

İman kişinin düşünme ve duyuş yete­neklerini geliştirerek eğitir ve onu er­demli insan haline getirir. Bu sebeple Allah her şeyden müstağni olduğu hal­de müminden, davranışlarını araların­daki sevgi paralelinde düzenlemesini is­ter. İnsanlar fert, aile ve toplum olarak erdemli davranışlara muhtaçtırlar. Bu açıdan iman ile davranışlar arasında sı­kı bir münasebet kurulmuş ve Kur’ân-ı Kerîm’de hemen bütün kurtuluş vesile­leri iman-amel mutabakatına bağlan­mıştır. İslâm tarihinin ilk dönemlerin­den itibaren, müminlerde göze çarpa­cak davranış bozukluklarının yani gü­nahların ebedî mutluluk açısından do­ğuracağı sakıncalar üzerinde durulmuş­tur. Havâric ve Mu’tezile âlimleri, sami­mi bir tövbe ile telâfi edilmeyen büyük günahların muhabbet ilkesini ortadan kaldıracağını kabul ederek faillerinin in­karcılar zümresine gireceğini ve ebedî olarak cehennemde kalacağını söylemiş­lerdir. İslâm tarihinde daima büyük ço­ğunluğu oluşturan Ehl-i sünnet âlimleri ise İrade zaafı ve benzeri faktörlerle iş­lenecek günahların .kalpteki imanı, do­layısıyla halik ile mahlûk arasındaki mu­habbeti yok etmeyeceğine kani olmuş­lar ve açık inkâr dışında kalan günahla­rı işleyenlerin, bir süre cehennemde cezalandınlsalar bile eninde sonunda ora­dan çıkıp cennete gireceklerini kabul et­mişlerdir.

Meryem sûresinde cehennemden ve onun ehlinden bahsedildikten sonra. “İçi­nizden oraya gitmeyecek hiçbir kimse yoktur” {19/71) denilmektedir. Burada­ki gidişin (vürûd) yorumu hakkında çe­şitli görüşler ileri sürülmüştür. Söz ko­nusu âyetlerden edinilen ilk kanaat, mü­minler de dahil olmak üzere herkesin cehenneme uğrayacağı ve onu göreceği şeklindedir. Fakat bu ziyaret doğrudan cennete gireceklere bir zarar vermeye­cektir. Buna karşılık cehennemlikler ce­henneme girmeden önce cenneti göre­cekler midir? Yazıcıoğlu Mehmed, münafıkların önce kendilerine cennet gös­terilip sonra cehenneme götürülecekle­rini kaydediyorsa da ilmî literatürde böyle bir bilgi tes-bit edilememiştir. Bununla birlikte cen­net ile cehennem halkı arasında vuku bulacağı haber verilen karşılıklı konuş­malardan, cehennemliklerin cennetteki nimetlerden haberdar olacakları anlaşıl­maktadır.

Cehennem azabı ile cezalandırılacak kişiler, ilgili âyetlerin ışığı altında tas­nife tâbi tutulacak olursa epeyce grup ortaya çıkar. Bir ana fikir vermek ama­cıyla Tanrı hakları (hukukuİlah) ile kul hak­larına (huküku’l-ibâd) tecavüz edenler şek­linde bir gruplandırma yapmak müm­kündür. Hukükullaha tecavüz, halik ile mahlûk arasında tabii olarak mevcut bu­lunan sevgi alâkasını kesmek yani iman yolunu terkedip inkâra sapmak şeklin­de özetlenebilir. Bu tecavüz türü küfür, şirk, nifak, Allah’ın âyetlerini ve peygam­berlerini tekzip gibi kavramlarla birçok âyette dile getirilerek eleştirilmiş ve müc­rimler diye nitelendirilen bu mütecaviz­ler için “Allah’ın düşmanları” tabiri kullanılmıştır. Yanılmak kulun âdeta bir özelliği ise bağışlamak da Allah’ın en çok vurgulanan bir sıfatıdır. Ancak kul hatalarında ısrar eder ve “suçu kendisi­ni çepçevre kuşatırsa” muhakkak ki ebe­diyen cehennemde kalır(Bakara 2/ 81). Şu âyetler de cehennemlik insan ti­pini etkileyici bir şekilde tasvir etmek­tedir: “Alabildiğine inat eden, hayra (ve­ya Allah yolunda harcamaya) var gücüyle engel olan, Allah’a ortak koşan, şüphe­ci, nankör”(Kâf 50/24-26). Kul hakkına tecavüz eden tiplerle ilgili birçok âyet ve hadis mevcuttur. Âyetlerde bu kişiler hakkında zalim, katil, kibirli, inananlara işkence yapan, yetim malı yiyen gibi va­sıflar sıralanmakta, duyu organları sağ­lam ve zihnî muhakemeleri yerinde ol­duğu halde gerçeği görüp idrak etme­yen bu kişiler için “dört ayaklı hayvan­lar gibi. hatta onlardan da şaşkın”(A’râf 7/179) ifadesi kullanılmaktadır. Bir âyetin tasviri de şöyledir: “Alabildiğine yemin eden, izzet-i nefsi bulunmayan, ötekini berikini ayıplayan, laf getirip gö­türen, cimri, aşın zalim, günaha dadan­mış, kaba, haşin, şerefsiz ve soysuz”(Kalem 68/10-13). Hadis kitaplarında yer alan çeşitli rivayetler de bu tür tasvirle­ri dile getirmektedir. Bir hadiste, kişile­ri cehenneme en çok sürükleyen iki şe­yin ağız ile tenasül organı olduğu ifade edilmiştir. Ka­dınların cehennem halkının çoğunluğu­nu teşkil ettiğini belirten rivayet, eğer hadis kritiği açısından sahih ise, genel­de kadın nüfusun erkek nüfustan fazla olduğunu göstermiş olabilir. Çünkü nas-lar arasında bir çelişkinin meydana gelmemesi için söz konusu rivayeti, Hz. Peygamber’in, babanın evlâdına karşı olan şefkat ve merhametinin ötesinde bir rik­katle ümmetine yakın olduğunu, zevce­lerinin de müminlerin anneleri sayıldığı­nı ifade eden âyetler(Tevbe 9/128; Ahzâb 33/6) ve bu konumu ile dünya­da en çok ilgi ve saygı duyduğu üç şey­den birinin kadın olduğunu belirten ha­dis paralelinde değerlen­dirme mecburiyeti vardır. Çeşitli hadis­lerde, mümin oldukları anlaşılan, fakat günahları sebebiyle cehenneme giren kimselerin secde halindeyken yere te­mas eden organlarına, iman mahalli olan kalplerine, Allah korkusundan yaşaran ve Allah yolunda uykusuz kalan gözleri­ne cehennem ateşinin nüfuz etmeyece­ği belirtilmiştir.

Ebediyeti. Cehennemin veya azabının sonsuzluğu konusu İslâm’dan önceki inanç sistemlerinde tartışılmıştır. Dinler tarihi alanında önemli incelemeleriyle tanınan Makdisî, uhrevî cezanın mevcu­diyetini benimsemeyen hiçbir din men­subunun bulunmadığını ve genellikle ce­zanın hak edildiği kadar devam edip bir gün sona ereceğinin kabul edildiğini söy­ler. Kur’ân-ı Ke­rîm’de bildirildiğine göre(Bakara 2/80) yahudiler, kendilerinden cezaya lâyık olanların bir süre azap gördükten sonra cehennemden çıkarılacağını söy­lüyorlardı. Ahd-i Cedîd’de cehennemin ebedîliği açık ve net değildir. “Bedeni öl­dürüp de canı öldürmeye kudreti olma­yanlardan korkmayın; ancak daha ziyade cehennemde hem bedeni hem de canı helak etmeye kudreti olandan korkun” şeklinde Matta İncili’nde yer alan ifade (10/28), cehennemliklerin ölmesi sure­tiyle azabın sona ereceğine işaret eder.

İslâm literatüründe konu ile ilgili ola­rak ileri sürülen görüşleri dört nokta­da toplamak mümkündür.

1- Cehenne­me giren kişi hiçbir şekilde oradan çıkamayıp sonsuz olarak azap görür.

2- Cehennemlikler ebediyen orada kalırlar, fakat bir müddet azap gördükten sonra bir nevi bağışıklık kazanarak elem duy­mayacak hale gelirler.

3- Müminler çık­tıktan sonra kâfirlerin azabı uzun za­man devam ederse de ebedî değildir, bir gün sona erecektir.

4- Müminler çıkar, kâfirlerin azabı sonsuza kadar sürer, el-‘Akidetü’t-Tahâviyye üzerine yapılmış tatminkâr bir şerhin kendisine nisbet edildiği İbn Ebü’l-İz, bazı küçük farklılıklar arzetmeleri sebebiyle sayılarını seki­ze çıkardığı bu telakkilerin sadece son ikisinin Sünnî âlimlere ait olduğunu ve ilmî değer taşıdığını kaydeder. Bu dört temel telakkiden Hâricîler’e ve Mu’tezi-le’ye ait olan birincisi, günahları sebebiy­le bir süre için cehenneme girecek mü­minleri de kapsadığından, Ehl-i sünnet’in tamamı ile bir kısım Şiî âlimleri tarafın­dan reddedilmiş, bu anlayışa bağlı ola­rak İslâm tarihi boyunca evlenme, bo­şanma, cenaze namazının kılınması, mi­ras taksimi gibi kişilerin dinî statüleriy­le ilgili uygulamalarda da dikkate alın­mamıştır. Cehennemliklerin bir süre azap gördükten sonra bağışıklık kazanacağı şeklinde özetlenen telakkinin sahibi, kay­nakların çoğunda Muhyiddin İbnü’l-Arabî olarak gösteriliyorsa da benzer bir yo­rumun hicri II. yüzyılın sonlarında vefat etmiş bulunan Hişâm b. Hakem’de mev­cut olduğu nakledilir. Ayrıca Ebü’l-Hüzeyl el-Allâf ile Bittîhiyye’nin de buna yakın bir kanaat taşıdığı belirtilir. Aslında el-Fütûhâtül-Mekkiyye’de azabın ebe-diyetiyle ilgili açıklamalar İncelendiğin­de İbnÜ’l-Ara-bfnin bu konuda mütereddit olduğu gö­rülür. İbnü’l-Arabî, nasiann cehennem ile sakinlerinin ebediyetini kesin bir ifa­de ile belirttiğine kani olmakla birlikte ilâhî rahmetin gazabını aşkın olması ve bazı âyetlerin delâleti sebebiyle azabın devamlı olmayacağı, bir anlamda araya bazı dinlenme dönemlerinin gireceği şek­linde bir yorum getirmek istemiştir. Ab-dülvehhâb eş-Şa’rânî, bir taraftan İb-nü’l-Arabfnİn bu tereddüdünden, diğer taraftan Sünnî âlimlerin çoğunluğunun kesin tavrından etkilenmiş olacaktır ki İbnü’l-Arabî’nin görüşünün Ehl-i sün­netle paralel olduğunu ispat etmek ama­cıyla kaleme aldığı eserinde, Fuşûşü’l-hikem ve eî-Fütûhât’ta bu görüşü be­lirten ibarelerin başkaları tarafından son­radan eklendiğini, bu sebeple kendisinin kaleme aldığı el-Fütûhât muhtasarına bu tür fikirleri almadığını söylemektedir.

Cehennemin ebediyeti konusundaki karşıt iki görüşten ilkinin temsilcilerin­den Cehm b. Safvân’a göre hem cehen­nem hem de cennetin fâni olması gere­kir; zira mantıkî olarak hadis olan bir şey ebedî olamaz. Ancak bu görüş di­ğer hiçbir İslâm ekolünce itibar görme­miştir. Çünkü hem ilâhî kudreti hem de ilâhî rahmeti sınırlamakta, ayrıca ebedi­yet fikrini ortadan kaldırmaktadır. Ebü’l-Hüzeyl’in, İbnü’l-Arabi’nin görüşüne ben­zer şekilde cehennem İçin ileri sürdüğü yorumu cennete de teşmil etmesi, ce­hennem azabını hissetmenin ve cennet nimetlerinden zevk almanın bir gün so­na ereceği sonucuna götüren bir telak­ki olup bu da âlimlerce ciddiye alınma­mıştır. Öte yandan Abdülkâhir el-Bağdâ-dî ile birlikte (üsûtü’d-dîn, s. 238) genel­likle kelâm kitapları ve konu ile ilgili di­ğer eserlerin çoğu, bütün Ehl-i sünnet bilginlerinin ve ümmetin geçmiş hayır­lılarının cehennem azabının ebediyeti­ni benimsediklerini kaydederlerse de bu isabetli değildir. Çünkü bilindiği ka­darıyla. İçlerinde Hz. Ömer, Ali ve İbn Abbas’ın da bulunduğu sekiz kadar sahâbî ite tabiîn ve onları takip eden nesil­lerden önemli bazı âlimlerle İbn Teymiyye ve onun yolunu benimseyenlerden olu­şan bir grup âlim. cehennem azabının bir gün sona ereceğini kabul etmişler­dir. Bunların bir kısmına göre azapla bir­likte cehennemin kendisi de yok olacak, diğer bir telakkiye göre ise cehennem boş kalacaktır. Hatta azabı sona eren kâ­firlerin cennete girecekleri bile iddia edilmişse de bu görüş taraftar bulma­mıştır.

Azabın ebediyetini savunanların da­yanakları, Kur’ân-ı Kerîm’de çok defa tekrar edilen ve “ebediyet” veya “uzun zaman” mânası taşıyan huld kavramı, bunun üç âyette ebeden kaydıyla tekit edilmesi, azabın devamlılık arzedeceği-ni ve orada ölümün bulunmadığını be­lirten diğer âyetler ve bu hususları teyit eden hadislerdir. Onlar ayrıca hak İle bâ­tıl veya iman ile küfür arasındaki farkı, dinî hamiyetten gelen samimi bir duy­gu ile korumak istemişlerdir. Bu görü­şü savunanlara göre kâfirler eninde so­nunda azaptan kurtulacaksa haklı ile haksız ve iyi ile kötü arasında fazla bir fark kalmamış olur. Ayrıca azap ve ceza­nın müeyyide gücü de önemli ölçüde za­yıflar. Buna karşılık azabın bir gün sona ereceğini savunanlar bazı âyetlere, özel­likle En’âm (6/128) ve Hûd ( 1/106-108) sûrelerinde yer alan istisnalara, ayrıca Nebe’ sûresinde (18/23) “sınırlı bir za­man dilimi” mânasına gelen ahkâb kav­ramına, adalet ilkesine ve ilâhî rahme­tin gazabını kuşattığı inancına dayanır­lar. Kur’ân-ı Kerîm’de ebediyet anlamı­na gelebilecek âyetlerin çokluğuna rağmen fâniliğe delâlet eden istisna âyet­lerine ebediyet taraftarları tatminkâr bir yorum getiremedikleri gibi azabın süre­sini sınırlandıran ahkâb kavramını da tarafsız bir şekilde ebediyet lehine yorumlayamamıslardır. Adalet ilkesine ge­lince, kişiyi azaba sürükleyen küfür ve inkâr insan ömrü ile sınırlı olduğu hal­de uhrevî cezanın ebedî olması suç ve ceza dengesi açısından tereddütlere yol açmıştır. Meselenin çözümü için suç ve ceza dengesinin kemiyette değil keyfi­yette aranmasının gerektiği şeklinde or­taya konan yorum da tatminkâr görün­memektedir.

Beşerî adalet mekanizmaları elden gel­diğince haklı ile haksızı birbirinden ayır­maya çalışsa da mutlak adaleti sağla­yamamaktadır. Hâkimlerin hâkimi olan Allah, âhiret hayatında mücrimlerin mut­laka ayrı bir statüye tâbi tutulacağını bir­çok âyette açıklamıştır. Bu bakımdan iyi ile kötünün farklı şartlarda, farklı sonuç­larla karşılaşacağı şüphesizdir. Kur’an İle birlikte bütün semavî kitaplarda yer alan bu temel hükmü yok farz edecek bir yorumun isabetli olmayacağı açıktır. Ancak suçluya uygulanacak cezanın son­suza kadar ateş ve cehennem olması ge­rekli değildir. Tabiatı dolduran sayısız canlılar İçinde duygu ve düşünce gibi yük­sek iki yeteneğe sahip kılınan insanın bedenine yönelik olumsuz bir eylem na­sıl ceza niteliği taşırsa onu arzuladığı, gelişmesi ve yücelmesi için muhtaç ol­duğu bazı şeylerden yoksun bırakmak da ceza niteliği taşır. İslâm inancına gö­re ilâhî ruhun üflenişi İle değer kazan­mış olan insanın ebedî mutluluğu an­cak Allah’ın rızâsına kavuşmak, O”na mu­hatap olmak, O’nun cemâlini müşahede etmekle gerçekleşir. Cehennemdeki in­san bir gün gelip de azaptan kurtulacak olsa bile kudsî âlemin dışında kalmak gibi büyük bir cezadan kurtulamayacak, eğer ölecek olursa cennette ebedîleşenlerin aksine yok oluşun karanlıklarına gömülecektir. Yücelerin yücesiyle ebe­diyete kadar beraber olmaktan. O’nun rahmet ve cemâl âleminde yer almak­tan büyük bir saadet tasavvur edileme­yeceği gibi bundan mahrum olmaktan büyük ceza da düşünülemez.

Âhiret hayatının safhaların­dan birini oluşturan cehennem, kıyamet ve âhiret hakkında telif edilen eserlerin başlıca konulanndandır. Hadis kitapla­rından Tirmizînin es-Sünen’i ile İmam Mâlik’in ei-Muvatta’ında cehenneme ait müstakil birer bölüm ayrılmıştır. Bunlardan başka Buhârînin el-Câmicu’ş-şahîh’in­deki “Bed’ü’l-halk’ın 10. babı ile İbn Mâ-ce’nin es -Sünen ‘indeki “Zühd”ün 38. babı cehenneme dair hadislere ayrılmış­tır. İmam Müslim ise cennet konusuna tahsis ettiği bölüm İçinde cehennemle ilgili bazı hadislere de yer vermiştir. Müslim ayrıca el-CâtniQu’ş-şahîh”m\n 50. kitabını oluştu­ran “Şıfâtü’l-münâfikîn” içinde kıyamet cennet ve cehenneme dair bazı hadisler zikretmiştir.

İslâm literatüründe cehennemle ilgili müstakil eserler de kaleme alınmıştır. Bunların başlıcalan. İbn Receb’in et-Tah-vîf mine’n-nâr ve’t-ta’rif bi-hâli dâ-ri’l-bevâr, Sıddîk Ha­san Han’ın Yakazatü’l-ictibâr mimmâ verede fî zikri’n-nâr ve aşhâbi’n-nâr, İzmirli İsmail Hak-kı’nın Nârm Ebediyet ve Devamı Hak­kında Tedkîkat adlı eser­leridir. Cennet ve cehennemi birlikte ko­nu edinen eserlere örnek olarak Ebü’l-Leys es-Semerkandînİn Dekâ’iku’l-ah-bâr fî zikri i-cenneti ve’n-nâr, Takıyyüddin es-Sübkî’nin el-İctibâr bi-bekâ’i’l-cenneti ve’n-nâr, GazzâlFnin ed-Dürretü’1-fâhire, İbn Kayyim’in Hâdi’l-ervâh ve FazI Abdürrâzık Mahmûd’un Mucîbâtü’l-cenne ve’n-nâr adlı eserleri zikredilebilir. Ayrıca İbn Kesîr’in en-Nihâye, Kurtu-bî’nin et-Tezkire, Süyûtî’nin el-Budû-rü’s-sâfire’si gibi genel eserlerde de ce­hennem konusu genişçe işlenmiştir. Bun­ların dışında îzâhu’l-meknûn’da adı ge­çen kitaplar da şunlardır: Ahmed b. Ah-med el-Büceyrimî, İcâbetü’l-kerîmi’! -gaffar H-muhâcceti’l-cenneti ve’n-nâr (i, 25); Muhammed b. Abdülvâhid es-Sa”-dî, Şıfatü’l-cenneti ve’n-nâr (II, 69); Ali b. Muhammed Berzec el-Kûfî, Kitâbü’l-Cenneti ve’n-nâr (II, 286); Ali b. Hasan el-KÛfî, Kitâbü’l-Cenneti ve’n-nâr (II, 286).

Diyanet İslam Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski