II. Bayezid Camii ve Külliyesi -İstanbul- Tarihi, Mimari, Özellikleri, Hakkında Bilgi

İstanbul’da Suitan II. Bayezid tarafından yaptırılan selâtin camii ile ek binaları.

Beyazıt Camii, İstanbul’un merkezî bir yerinde, şehrin Bizans devrindeki en bü­yük meydanı olan Forum Theodosiacum veya Forum Tauri’nin bir köşesinde Sul­tan II. Bayezid tarafından inşa ettirilmiş­tir. Külliye bir cami, türbe, aşhane-ima­ret, sıbyan mektebi, tabhâneler, medre­se, hamam ve kervansaraydan ibarettir. Bütün bu yapılar Fâtih Camii ve Külliye­sinden farklı olarak onun gibi tamamen simetrik bir esasa göre değil, fakat şeh­rin ortasındaki bu araziye dağınık bir bi­çimde yerleştirilmiştir. Cami, cümie ka­pısı üstünde hattat Şeyh Hamdullah ta­rafından celî-sülüs ile yazılan Arapça ki­tabesine göre 906 Zilhiccesi sonunda[289] yapımına başlanmış ve 911 “de (1505) tamamlanmıştır.

Ayvansarâyî Hadîkatü’l-cevâmi’ adlı eserinde (l, 200), aynı semtte bulunan Mimar Hayreddin Camii vesilesiyle, bu caminin banisinin Sultan Bayezid mima­rı olduğunu bildirdiğinden, uzun süre Beyazıt Camii ve Külliyesi’nin Mimar Hayreddin’in eseri olduğu kabul edilmiştir. Sonraları, Lâleli Camii karşısında cadde kenarında Merdivenli Mescid adıyla ta­nınan küçük bir hayratı olan Mimar Kemâleddin’in Beyazıt Camii’nin mimarı olabileceği hususunda değişik bir görüş ileri sürülmüştür. Mimar Kemâleddin’in mezarı olduğu sanılan yerdeki kemikle­ri, İhtifaici Mehmed Ziya Bey’in Öncülü­ğü, Evkaf Nezâreti nazır vekili müderris Said Bey’in yardımı ve Mimar Muzaffer Mecid Bey’in gayretiyle büyük bir tören­le 1922 Şubatının ilk günlerinde Beyazıt Camii hazîresine taşınmıştır. Uzun yıllar çatısız durumda kalan bu mescid ise 1960’lı yıllarda yıktırılarak yerine bir iş hanı-apartman yaptırılmıştır. Niha­yet bazılarına göre ise Beyazıt Camii’nin yapımında her iki mimarın da çalıştıkla­rına ihtimal verilmektedir. Ancak Mimar Kemâleddin’in kabrinin taşınması sıra­sında bu iddiada tereddütler olduğu, A. Süheyl Ünver tarafından bir gazete ma­kalesinde dile getirilmiştir. Bu hususta Rıfkı Melûl Meriç tarafından ise çok de­ğişik ve yeni bir görüş ortaya atılmıştır. 1958’de basılan makalesinde, İstanbul Belediyesi Kütüphanesi’nde Muallim M. Cevdet Bey yazmaları arasında bulunan 0.71 sayılı belgeye dayanarak caminin yapım tarihini biraz farklı vermiş, buna göre inşaata 3 Rebîüiâhir 906’da başlandığı ve 14 Cemâziyelevvel 911’de tamamlandığı ve Sultan II. Bayezid tarafından ilk nama­zın cemâziyelevvelin ilk yarısında kılındı­ğı anlaşıldığı gibi, mimarının da Ya’küb Şâh b. Sultan Şâh adında bir usta oldu­ğu öğrenilmektedir. Mimarın halifeleri de Ali b. Abdullah ile Yûsuf b. Papas adın­daki sanatkârlardır. Aynı belgeye göre bina nâzın Mirliva Mustafa Bey’dir. İn­şaatta İstanbul yeniçeri cemaati çalış­mış, pencerelerin madenî parmaklıkları Sertopçuyan Bâlî Bey ve topçular kethü­dası Atmaca Bey idaresinde Topçular Ocağı tarafından dökülmüş, nakışlar Nak­kaşlar cemaati sanatkârları eliyle yapıl­mış, avize zincirleri Derviş Mehmed adlı usta tarafından imal edilmiştir. Aynı bel­gede, cami tamamlandıktan sonra bu­raya Kur’ân-ı Kerîm’ler, halılar, secca­deler, kandiller, askılar, fenerler, mum­lar, cüz mahfazaları, rahleler, avizeler, Kur’an keseleri ve daha pek çok eşya­nın kimler tarafından verildiği de kayıt­lıdır.

Külliyenin bir unsuru olan medresenin inşasına cami bittikten sonra 912 (1506) başlarında başlanmıştır. Bu inşaatta bi­na emini Solakoğlu Ali ve kâtibi Hacı Ali’­dir, mimarı ise Yûsuf b. Papas’tır. İnşa­at 20 Rebiülevvel 913’te tamamlanmıştır. Külliyenin par­çalarından sıbyan mektebi de aynı tarih­lerde tamamlanarak tedrisata başlan­mıştır. Camiye 3 Receb 911 “de su verilmiştir.

Beyazıt Camii’nin Arapça vakfiyesi, Rumeli kazaskeri Meviânâ Abdurrahman Celebi tarafından düzenlenmiştir. Vakıf­lar Genel Müdürlüğü’ndeki Türkçe vak­fiye ise Cemâziyelevvel 911 başlarında yazılmıştır. Vakfiyelere göre, külliyeye gelir sağlamak üzere Selanik’­te ve Bursa’da birer büyük kervansaray yapılmıştır. Bunların vakfiye tarihinden iki üç yıl sonra yapıldıkları tesbit edil­mektedir. Bursa’daki kervansaray (şimdi Pirinç Hanı) Muharrem 913 ile Rebîülevvel 914 ara­sında inşa edilmiştir. Ayrıca Selanik’te bir bedesten, bir başhâne, bir hamam ile esasları “kâfir yapısı” olan iki hamam daha vakfedilmiş, Edirne’de Kaleiçi’nde Yemişkapanı Kervansarayı da camiye va­kıf kaydolunmuştur. Vakfiyesinden an­laşıldığına göre Beyazıt Camii ve Külliyesi’nin gayet kalabalık bir hizmetli kad­rosu vardır.

Beyazıt Camii’nin inşaatı bittikten pek az sonra, 915’te (1509) İstanbul’da pek çok binayı harap eden, kırk beş günlük bir müddet içinde zaman zaman tekrarlanan ve “küçük kıyamet” denilen bir zel­zele olmuş, herhalde bu sırada binada da bazı hasarlar meydana gelmiştir. Fa­kat bu tahribatın ne derecede olduğu bilinmemekle beraber caminin kubbesi­nin “dağılıp pare pare olduğu” Künhü’î-ohbdr’daki bir kayıttan öğrenilmekte­dir. Vakıflar başmimarı Ali Saim Ülgen’-den şifahî olarak öğrenildiğine göre ca­minin İki yarım kubbesinden biri ahşap­tır. Eğer bu doğru ise yarım kubbeler­den birinin 1509 veya daha sonraki bir zelzelede çöktüğü, ardından da ahşap olarak onarıldığı kabul edilebilir. Ancak bu hususun önce doğruluk derecesinin araştırılması gereklidir.

Mimar Sinan’ın eserlerinin adlarını ve­ren Tuhfetül-mi’mârm’öen, Beyazıt Ca­mii’nin XVI. yüzyıl içerisinde onun tara­fından bir kemer inşa edilerek destek­lendiği öğrenilmektedir. Bu kaynakta, “… ve İstanbul’da Merhum Sultan Baye-zid’in câmi-i şerifi bir kemer-i cedîdle istihkâm bulmuştur, fi sene 981 (1573-74)” denilmektedir. İstanbul kadısı ile Hassa mimarbaşısına (Mimar Sinan) gön­derilen S Cemâziyelâhir 988b tarihli bir yazıdan öğrenildiğine gö­re, Beyazıt Camii mütevellisinin talebi üzerine, “türbe bağçesinin çarşu cani­binde” vakfa gelir sağlayacak beş adet dükkânın inşası için keşif yapılması is­tenmiştir. Evliya Çelebi’nin yazdığına gö­re Beyazıt Camii’nin etrafında XVII. yüz­yılda geniş bir dış avlu vardı. Aslında üs­tü açık olan şadırvan havuzu Sultan IV. Murad (1623-1640) tarafından etrafına dikilen sekiz sütun üzerine oturan bir kubbe ile örtülmüştür. İstanbul’un bü­yük yangınlarından Beyazıt Camii ve çev­resi de zarar görmüştür. 1683’tekİ bir yangında minare külahları tutuşmuş, 1741’de de diğer bir yangın caminin et­rafındaki dükkânları yok etmiştir. 1156 Ramazanında minarelerden birine yıldırım isabet etmesi üzerine tu­tuşan külah “bir mum gibi” yanmıştır. Bir belge, 1167 Zilhiccesi başlarında Beyazıt Camii’nin kubbesinin ta­miri için Karamürsel’den ot taşı getirtil­mesi istenildiğini bildirir. 1760 ve 1767’de iki defa şeyhülislâmlık makamına ge­tirilen Hacı Veliyüddin Efendi, değerli eserlerden meydana gelen kütüphane­sini Beyazıt Camii’nin sağ tarafına bi­tişik olarak yaptırdığı müstakil binada toplayarak 1181’de (1767-68) vakfet­miştir. Doğu tarafındaki kapı üstünde bulunan kitabe hattat Mustafa b. Mehmed’in imzasını ve 1212 (1797-98) tari­hini taşıdığına göre Beyazıt Camii bu yıl­larda bir tamir görmüş olmalıdır. Cami­nin kıble tarafında Sultan II. Bayezid’in türbesinin bulunduğu hazîreye XVIII ve bilhassa XIX. yüzyıllarda pek çok kişi gö­mülmüş, ayrıca hazîre duvarı köşesine Sadrazam Reşid Paşa için İsviçreli mimar G. Fossati tarafından Tanzimat üslûbun­da bir türbe yapılmıştır. Bu nazirenin se­çilmesindeki sebep, herhalde Reşid Paşa’nın babası Mustafa Efendi’nin Sultan II. Bayezid vakıfları rûznâmçe*cisi olu­şudur. Bu türbede Reşid Paşa’dan baş­ka üç oğlu, Cemil Paşa, Ali Galip Paşa ile Salih Bey de yatmaktadır. Reşid Paşa’nın zevcesi Âdile Hanım’ın kabri ise tür­benin dışında hemen yanındadır. Caminin tabhâne*lerine bitişik olarak sonra­dan ilâve edilmiş ahşap eklemeler 1920’den sonra sökülüp kaldırılmış, 1950 yıl­larında da iç avlu döşemeleri yenilenmiş, minarelerde bazı tamirler yapılmıştır.

İstanbul’un en merkezî yerinde bulun­duğundan çeşitli esnaf Beyazıt Camii av­lusu ve çevresinde toplanmıştır. Hatta XVIII. yüzyılda dış avluda kasapların bu­lunduğu bilinmektedir. XIX. yüzyılda ca­minin iç avlusunda revakların içinde ve kısmen Önlerinde ramazan ayında “Ra­mazan Sergisi” adıyla bir açık pazar ku­rulması şehrin özelliklerinden biriydi. Bu pazar 1922’lerden sonra kaybolmuş, yal­nız eski Sahaflar Çarşısı yandıktan son­ra şimdiki kagir dükkânların yapımı bi­tinceye kadar eski kitapçılar 1951-1954 yıllarında revak kubbelerinin altında ge­çici dükkânlar ve sergiler yaparak işle­rini sürdürmüşlerdir. Sonra bu sergi ve dükkânlar kaldırılmıştır.

İstanbul’un Bizans devrindeki tarihî topografyası hakkında araştırma yapan­lardan bazılarının iddiasına göre Beya­zıt Camii’nin yerinde evvelce Hagia Anas-tasia Kilisesi bulunuyordu. Fakat bu gö­rüşü kuvvetlendirecek sağlam bir daya­nak yoktur. Cami yapıldığında etrafı se­lâtin camilerinin hepsinde olduğu gibi geniş bir dış avlu ile çevrili bulunuyor­du. Hatta bu avlunun yılda iki defa te­mizlenip süpürülmesi usulden olmuşken bu işin bir süredir ihmal edilmesi üzeri­ne 26 Zilkade 993’te İs­tanbul kadısına temizliğin yaptırılması ihtar edilmiştir. Bugün bu dış ihata du­varından hiçbir iz yoktur. Beyazıt Camii’­nin dış avlusu durumundaki meydanın tarih içindeki gelişme ve değişiklikleri ise ayrı bir araştırma konusu olacak de­recede zengindir. Caminin esas avlusu dışarıya üç kapı ile bağlantılıdır. Bunlar­dan ortadaki Eski Saray tarafında oldu­ğundan saray kapısı, soldaki imaret ka­pısı, sağdaki ise meydan kapısı olarak adlandırılmıştı. Bu kapıların dış yüzleri âbidevî bir görünümdedir. Methal açık­lığı mukarnasiı mermerden muhteşem bir nişin içinde açılmıştır. Burmalı bir çer­çeve ile sınırlanan kapıların tepelikleri zengin profilli tomurcuklar ile taçlanmış­tır. Kare biçimli harim avlusu içeride yir­mi dört kubbeli revaklarla çevrilmiş olup mermer döşeli avlunun ortasında şadır­van bulunur. Avlu mermerlerinin arala­rında geniş kırmızı porfir taşı levhalar görülür. Bunların Bizans devri lahitlerinden kesilmiş ve yontul­muş olmaları kuvvetle muhtemeldir. Şadırvanın, IV. Murat tarafından yaptırıl­dığı bildirilen kubbe ve saçağını taşıyan yeşil somaki sütun gövdeleri de devşir­me parçalardır. Bunların altlarında priz­ma biçimindeki kaidelerin de Bizans sü­tun başlıkları olup yontulmak suretiyle üstleri düzlendikten sonra kullanıldıkla­rı anlaşılmaktadır. Revaklardaki sütun gövdeleri de çeşitli renk ve cinsten taş­lardandır. Devşirme olan bu gövdelerin üstlerindeki başlıklar mukarnasiı Türk başlıklarıdır. Revak kemerleri de beyaz ve kırmızı mermerden yapılmıştır. Avlu revaklarının yedi kubbesi son cemaat yerine aittir. Buradaki cümle kapısı kla­sik devir Osmanlı mimarisinin muhteşem bir eseridir. Ahenkli bir biçimde taştan işlenmiş kordonlarla bölünen kapı nişi mukarnasiı bir başlığa sahiptir. Esas ka­pı kemeriyle mukarnasiı bölüm arasın­da ise yapının kitabesi yer almaktadır. Cümle kapısı kanatları zengin surette iş­lenmiş, altın yaldızlı madenden kaboşonlar ile süslenmiştir.

Caminin içi kare şeklinde olup dört payeye oturan dört büyük kemer Aydın Yüksel’in ölçüsüne göre 16,78 m. çapın­daki kubbeyi taşır. Bu ana kemerlerden ikisinin içlerine demir kenetler konulmak suretiyle desteklendikleri tesbit edilmiş­tir. Harimin ana mekânı, kıble ekseni üzerinde iki yarım kubbenin destekledi­ği ana kubbe ile örtülmüştür. İki yan­daki tâli mekânlar ise dörder bölüm ha­linde olup bunların her biri küçük birer kubbe ile örtülüdür. Bu yan bölümler­den de dışarı açılan birer kapı vardır. Sağdaki bölüm dizisinin kıble duvarına komşu olan sonuncusu içinde, on dev­şirme sütun üstüne oturan bir hünkâr mahfili yapılmıştır. Dıştan bir merdiven­le ulaşılan bu mahfil şebekeli bir korku­luğa sahiptir. Çeşitli renklerdeki sütun­ların başlıkları zengin biçimde mukar­nasiı olarak işlenmiştir. Mahfilin altında­ki ahşap tavanın da aslında altın yaldız­lı ve nakışlı olduğu tesbit edilmiştir. Bu mahfilin simetriği olan köşede duvar için­de bir merdivenin varlığı belirlenmiştir. Niçin yapıldığı pek anlaşılamayan bu merdiven, aslında teamül gereğince sol tarafta inşası tasarlanan hünkâr mah­fili için yapıldığı, fakat sonraları bu pro­jenin değiştirildiği ihtimalini hatıra ge­tirmektedir.

Mihrap, minber, müezzin mahfili ile giriş duvarına konsollar üzerine oturan kadınlar mahfili itinalı taş işçiliğine sa­hip kısımlardandır. Bunlardan bilhassa minberin dantela gibi işlenmiş olması kayda değer bir özelliktir. Kapı ve pen­cere kanatları da devrinin ahşap işçili­ğinin en güzel örneklerinden sayılabilir. Beyazıt Camii’nin ana mekânının bir esas kubbeyi iki yarım kubbenin destekleme­sine dayanan sistemi Ayasofya’nın Ör­tü düzenine benzediğinden, bu yapının Ayasofya’nın ilhamı ile yapılmış onun bir benzeri, hatta taklidi olduğu yabancı ya­zarlar tarafından devamlı olarak tekrarlanmışsa da Ayasofya’daki statik zayıf­lığın burada olmayışı, Beyazıt Camii’ni yapan mimarların başka merhalelerden geçerek bu neticeye ulaştıklarını göste­rir. Beyazıt Camii Edirne’deki Üç Şerefeli, İstanbul’da birinci Fâtih ve Atik Ali Pa­şa camilerinde uygulanan gelişmelerin tabii bir sonucu olarak meydana getiril­miş bir eserdir.

Tabhâneler

Erken Osmanlı devrinde za­viye mahiyetinde olan tabhâneler birçok durumda ayrı binalar olarak yapılırken vezir camilerinde caminin iki yanına bi­tişik, kubbeli birer veya ikişer mekân halinde inşa edilmiştir. Bu yüzden de esas görevleri hiç araştırılmaksızın böy­le dinî binalara “ters T tipi camiler” gibi anlamsız bir ad takılmıştır. Halbuki bü­yük seiâtin camilerinin birkaçında bu tab-hânelerin vezir camilerinde de olduğu gibi ana ibadet mekânının iki yanına bi­tiştirildik! eri görülür ki bunlardan biri de İstanbul’daki Beyazıt Camii’dir. Bu­rada caminin iki yanına bağımsız birer kitle halinde tabhâneler inşa edilmiştir. Dışarıda girişleri olan bu yapıların orta­da, evvelce üzerlerinde aydınlık fenerle­ri olan kubbeli birer kapalı avlu mahiye­tindeki orta bölümleri ile buna açılan iki taraflarında  ocaklı ve  kubbeli  dörder hücreleri vardı. Böylece bunlar “âyende ve revende’nin (gelen giden) kısa süreli olarak barınmasına, misafir edilmesine mahsus mekânlardı. Sonradan bu gelenek ortadan kalktık­tan sonra tabhânelerin ana bölümleri, esas cami ile aralarındaki duvarlar kal­dırılarak bunlar namaz mekânlarına ka­tılmış, ortada kapalı avlu geleneğini ya­şatan kubbe fenerleri de kaldırılarak bu­ralara Türk mimarisine uymayan garip ve gülünç kümbetler yapılmıştır. Evliya Celebi de, “Camiye muttasıl yemîn ve yesârında müsâfırîn için iki adet tabhâ-ne bina olunmuş” dedikten sonra, “ba1-dehu mezkûr tabhâneleri camiye ilhak idüp câmi-i şerif iki cihetten tevsî olun­du” cümlesiyle bu olayın en azından ken­di yaşadığı yıllardan önce veya o sıralar­da cereyan ettiğini belirtir. Beyazıt Ca­mii tabhâneli veya zâviyeli camilerin en büyük örneklerinden biri olarak sanat tarihinde ayrı bir yere sahiptir.

Minareler

Beyazıt Camii’nin minarele­ri Osmanlı devri Türk mimarisinde çok değişik bir sistem uygulanarak tabhâ­nelerin en dış köşelerine yerleştirildiğin­den aradaki açıklık 79 metreyi bulmak­tadır. Taştan olan minarelerden 1953-1954’te tamir edilen sağdaki orijinal süs­lemesini zamanımıza kadar korumuş­tur. Gövdede pişmiş topraktan kırmızı renkte kuşaklardan başka gövdenin yu­karı bölümünde yine aynı malzemeden geometrik bir süsleme kaplaması görü­lür. Şerefe çıkmaları ise sarkıtmalı fsta-laktitli) mukarnaslar ile bezenmiştir. Sol­daki minare gövdesinde hiçbir renkli süs­lemenin olmayışına karşılık şerefe çık­maları altında ötekinde olduğu gibi sarkıtmalı mukarnaslar vardır. Bu minare gövdesinin bilinmeyen bir tarihte bir ye­nileme gördüğüne işaret sayılmalıdır. Fa­kat bu minareler bilhassa kürsü kısım­larının mimarisi ve süslemesi bakımın­dan önemli ve hemen hemen eşsizdir. Başlı başına birer mimari varlık olarak tasarlanmış olan bu kürsülerin köşele­rinde stalaktitli başlıklı yarım sütunlar­dan başka minareye geçit veren ve dış­tan irtibatlı âdeta âbidevî karakterde ka­pılar da vardır. Bu kapılar renkli mer­merlerle çerçevelenmiş böylece zengin bir görünüm almıştır. Kürsülerin yukarı bölümlerinde ise kırmızı, beyaz ve yeşil renklerde kare panolar yapılmış olup bunlardan meydana bakanların geomet­rik şebeke motifleriyle süslenmesine kar­şılık yanlarda kûfî hatla, “satrançlı” de­nilen (hatt-ı ma’kilî) yazı ile girift biçimde dört “elhamdülillah” yazılmıştır. Ka­pıların üstlerinde de aynı hatla İhlâs sü­resi işlenmiştir. Kürsülerin pabuç ile bir­leştiği yerde ise avlu kapılan taçlarında da görülen tomurcuk dizilerinin tekrar­landığı dikkati çeker.

Türbeler

Sultan II. Bayezid’in türbesi ölümünden sonra oğlu Yavuz Selim tara­fından caminin kıble tarafındaki boş yere inşa ettirilmiştir. Her bir kenarı 5,35 m. Ölçüsünde sekizgen biçiminde olan ve köfeki taşından yapılan türbenin üstü­nü sağır kasnaklı bir kubbe örter. Her cephede altlı üstlü iki pencere vardır. Giriş kısmındaki geniş saçaklı hol, her­halde daha eski bir benzerinin yerine XVIII. yüzyıl sonlarına doğru yapılmış ol­malıdır. İki renkli taşlardan yapılan kapı kemeri üstündeki kitabe yerine boya ile besmele yazılmıştır. Çok zengin oyma­lar ile işlenmiş, geçmeli kapı kanatlan ayrıca altın yaldızlı madenî kaboşonlar-la süslenmişse de maalesef bunların ço­ğu çalınmıştır. Türbenin içindeki kalem işi süslemeler geç devrin barok üslûbun-dadır. Bayezid’in sandukası tek olarak ortada bulunur. Kubbeden bir avize sark­maktadır. Pencerelerdeki ahşap kapak­lar orijinaldir.

Bu türbenin yakınında daha ufak öl­çüdeki diğer bir türbe ise Sultan Baye­zid’in kızı Selçuk Hatun’a (Sultan) aittir. Aynen padişahınki gibi bu da her cep­hesi 3.65 m. ölçüsünde olmak üzere se­kiz köşeli ve kubbelidir. Selçuk Sultan 1508’de ölmüş ve türbenin vakfiyesi de aynı tarihlerde tanzim edilmiştir. Çok sade olan türbenin içinde geç devrin ka­lem işi nakışları vardır. Türbede sadece Selçuk Sultan’ın sandukası bulunmak­tadır.

Medrese

Beyazıt Külliyesi’nin medre­sesi caminin uzağına bağımsız bir bina halinde yerleştirilmiştir. Vakfiyelerde adı geçmediğinden ve 7 Muharrem 912 tarihli bir belgeden, medre­senin yapımına cami inşaatı bittikten sonra başlandığı, mimarının Yûsuf b. Papas, bina emininin Solakoğlu Ali, kâtibi­nin de Hacı Ali olduğu öğrenilmektedir. Her üçüne de 913’te (1507) çeşitli hedi­yeler ihsan edildiğine göre inşaat bu ta­rihte bitmiş olmalıdır. 1509’daki zelze­lede büyük ölçüde zarar görmüş ve hat­ta tamamen yıkılmıştır. Fakat felâketin hemen arkasından tamir edilmiş ve şeh­rin en önemli medreselerinden biri haline gelmiştir. Genellikle şeyhülislâmların ders verdikleri bu medresede Zenbilli Ali Efen­di, İbn Kemal gibi meşhur zatlar hocalık yapmışlardır. Medresenin çok bakım­sız durumda olması yüzünden 1911 ve 1915’te raporlar yazılmış, ancak 1940’lı yıllarda büyük ölçüde tamir görerek 1943’te Belediye Şehir Kütüphanesi ya­pılmıştır. Kırk yıl bu şekilde hizmet et­tikten sonra Belediye Kütüphanesi bu­radan çıkmış ve medrese günümüzde Vakıflar Hat Sanatları Müzesi olmuştur.

Beyazıt Medresesi evvelce Önündeki meydandan taş örülü bir duvarla ayrıl­mıştı. Meydana açılan klasik üslûpta bir kapısı vardı. Burası kütüphane yapıldık­tan sonra bu duvar indirilmiş ve derzle­ri boşluklu taş kaplanmış, bu da şiddet­li tenkitlere yol açmıştır. İstanbul’da 1956-1959 yıllarında yapılan büyük is­timlâkler sırasında Beyazıt Meydanı da oyulduğunda bu duvar bütünüyle orta­dan kaldırıldığından medrese açıkta kal­mıştır. Medrese 44 X 36,60 m. ölçüsün­de olup iç avlunun etrafını üç taraftan kubbeli revaklar sarar. Bu revakların ke­merleri genellikle olduğu gibi sütunlara değil kare taş payelere oturmaktadır. Cümle kapısının tam karşısındaki kenar­da yer alan dershane – mescidin üstü 7,40 m. çapında bir kubbe ile örtülüdür. Medresenin her tarafında kesme taş kul­lanılmış olmasına karşılık dershane-mes-cid taş ve tuğla şeritleri halinde inşa edil­miştir. Medresenin cümle kapısı sivri ke­merli büyük bir eyvanın içinde açılmış­tır. Bu eyvanın da tepeliğinde camideki gibi taştan tomurcuk dizileri sıralanır. Revakların arkasında her biri ocaklı, do-laplı ve dışa penceresi olan kubbeli yir­mi odası vardır. Avlu ortasında ise bir şadırvan bulunur. Halk arasında bu medreseye, cephesi önünde eskiden beri du­ran bir havuzdan dolayı Havuzlu Med­rese denilirdi; havuz 1956 yılı istimlâk­lerinde yok edilmiştir.

Sıbyan Mektebi

Caminin kıble tarafın­da, nazirenin de İlerisinde olan sıbyan mektebi vakfiyeye göre yetim ve fakir çocuklara şart koşulmuştur. 20 Rebîülev-vel 913’te[305] muallim ve halifesine ücret tahakkuk ettiğine gö­re mektep bu tarihte faaliyete geçmiş­ti. İhmaller sonucu çok harap duruma düşen bu küçük eser 1960’a doğru Va­kıflar tarafından tamir ettirilmiş, fakat mimarisine uymayan bir işe tahsis edi­lerek Hakkı Tarık Us Kütüphanesi yapıl­mıştır. Bu tahsisin yanlışlığı aradan yıi-lar geçtikten sonra anlaşılmış bulunu­yor. Beyazıt Külliyesi’nin sıbyan mekte­bi, önünde dört sütuna ve iki yan duva­ra dayanan bir sundurması olan yan ya­na bitişik ikisi de kubbeli çifte mekân­dan ibarettir. Bunlardan soldaki geniş bir eyvanla dışarı açılır. Buradan geçilen ikinci kubbeli mekân ocaklıdır ve esas mektep kısmıdır. Bu bina İstanbul’un sıb­yan mektepleri arasında tamamen de­ğişik bir plan düzeni gösteren bir yapı olarak çok dikkat çekicidir. Eyvanlı ka­nat Asya ve eski Anadolu Türk mimari­lerinin geleneğini sürdüren bir eleman­dır. Erken Osmanlı mimarisi Orta Asya’­dan beri gelen eyvanı, üstünü kubbe ile örtmek, fakat bir cephesini kemerle dı­şarı açmak suretiyle bir süre kullanmış­tır. Beyazıt Sıbyan Mektebi de bu pren­sibin İstanbul’daki son ve nâdir bir ör­neğidir.

İmaret ve Kervansaray

Vakfiyede “İma­ret, matbahlar ve kilerler” olarak tarif edilen Beyazıt Külliyesi’nin aşhane-ima-reti ile kervansarayı caminin sol tarafın­da inşa edilmiştir. Aşhane-imaret, orta­sı şadırvanlı bir avlu etrafındaki kubbeli mekânlardan meydana gelmiştir. Arka­daki büyük bacalı mekânların mutfak olduğu anlaşılır. Evvelce avlunun orta­sında yer alan şebekeli fıskiyeli şadırvan kaldırılarak buraya günümüzde avluyu örten modern çatıyı taşıyan beton direk oturtulmuştur. Avluyu çeviren kubbeli mekânların tam olarak esas görevleri bilinmezse de bunların erzak ambarı, tartı yeri, fırın, mutfak, yemek dağıtma yeri ve yemekhane (me’kel) oldukları an­laşılmaktadır. Bu binanın soluna bitişik olarak altı bülümü kubbelerle örtülü ker­vansaray bulunmaktadır. İki taş paye­nin taşıdığı kemerlere oturan eş ölçüde­ki altı kubbe kurşun kaplıdır. Kervansa­ray veya han olarak adlandırılan bu büyük yapının Eski Saray tarafındaki yan cephesine XIX. yüzyılın ortalarında, şim­di üniversite merkez binası olan Seras­kerlik binası yapıldığında, Misafirhâne-i Askerî adı verilen askerî lojman eklen­miştir. Seraskerlik bahçe duvarı altın­daki dükkânlar Üe (Bakırcılar Çarşısı) ay­nı üslûpta olan bu taş bina sonraları Diş­çilik Yüksek Okulu olmuş ve boşaltıldık­tan sonra 1960 yıllarına doğru İstanbul Belediyesi tarafından yıktırılması için bü­yük gayret harcanmıştır; neticede yarı cephesinden bir kısmının kesilmesi su­retiyle binanın kalanı kurtarılmıştır.

Beyazıt aşhane-imareti 1301’de (1883-84) Sultan II. Abdülhamid tarafından umumi kütüphane yapılmıştır. Bu vesi­le ile esas binanın meydana bakan cep­hesine XIX. yüzyılın “karma” (eklektik) üslubunda taştan bir kaplama “giydiril­miş”, kapı ve pencerelerin biçimleri bu üslûba uydurulmuş ve kapısı üstüne Sul­tan II. Abdülhamid’in tuğrası altına, ta1-lik hatla yazılmış manzum iki tarih kita­besi konulmuştur. Aşhane-imaretin sa­ğındaki bölümler, kitap hacmi gittikçe artan kütüphanenin yer ihtiyacını karşı­lamak üzere, sonraları 1947-1955 yılla­rı arasında restore edildiği gibi askeri misafirhanenin kurtarılan parçası da uzun gayretlerden sonra Beyazıt Kütüphanesi’ne tahsis edilmiştir.

Diğer Yapılar

Beyazıt Camii ile aşha­ne-imaret arasındaki boşlukta Sultan II. Mahmud tarafından ahşap bir Kasr-ı Hümâyun yaptırılmıştır. Aynî divanın-daki manzum tarih kitabesinden 1225 (1810) tarihinde inşa ettirilmiş olduğu öğrenilen bu zarif bina harap bir hale gelmekle beraber zamanımıza kadar ulaşmıştı. Zemin katının üstünde bir as­ma kat, bunun üstünde de çifte sıra pen­cereli, dışa şahnişin çıkmalı esas kasır bulunuyordu. Türk sivil mimarisinin İs­tanbul İçindeki bu son değerli örneği ne yazık ki 1933’e doğru İstanbul Beledi­yesi tarafından yıktırılarak ortadan kal­dırıldı. Ressam A. Ziya Akbulut (ö. 1938) tarafından son haliyle kasrı avludan tas­vir eden yağlı boya tekniğinde yapılmış tablo, şimdi Dolmabahçe Resim ve Hey­kel Müzesi’nde bulunmaktadır.

Evliya Çelebi Beyazıt KüIIiyesi’nde bir de muvakkithâne bulunduğunu bildirir. Bugün bu binanın yeri tesbit edileme­mektedir. Aynı şekilde yine Evliya Çelebi’nin “Sebilhâne-i Sultan Bayezid Velî” olarak adlandırdığı sebilin de yeri bilin­miyor. Tarih beytinden III. Murad zama­nında yapıldığı anlaşılan sebilin şimdiki rektörlük binası ile eczacılık fakültesi arasındaki sokağın başında olduğu ileri sürülmüştür. İstanbul’un Kırım Harbi yıl­larında 1855’e doğru Robertson adında bir İngiliz tarafından çekilen ilk fotoğ­raflarında, meydanda caminin sağ mi­naresi hizasında farkedilen. XIX. yüzyıl­da hâkim olan “empire” üslûbunda tek katlı bir binanın belki de Beyazıt Muvakkithânesi olabileceği bir ihtimal olarak düşünülebilir. İkinci bir ihtimal de Sul­tan II. Bayezid vakıfları mütevellisi ta­rafından 1800-1805 yılları arasında Kulekapulu Seyyid Hasan eliyle çizdirilen su yolu haritasında meydan ortasında işa­retlenen Fincancı Kolluğu’nun (Karakol) bu bina olmasıdır.

Diyanet İslam Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski