Kelâmî Görüşleri.
Nazzâm ekolünde yetişen ünlü Mu’tezile âlimlerinden biri olan ve hocasından sonra Basra Mu’tezilesi’-nin reisi kabul edilen Câhiz bilgi problemi, tabiat felsefesi, ilâhî sıfatlar, kulların fiilleri, nübüvvet ve imamet başta olmak üzere kelâm ilminin konusuna giren önemli problemlerle ilgilenmiş, ayrıca Zeydiyye. Râfiza. İbâzıyye, Sufriyye, Cebriyye, Cehmiyye gibi itikadî mezheplerin görüşlerini nakledip tenkide tâbi tutmuş büyük bir kelâm âlimidir. Kelâma ve mezheplere dair yazdığı yirmiyi aşkın eserin pek azı günümüze kadar ulaşabilmiştir. Her ne kadar Ebü’l-Hüseyin el-Malatî gibi bazı müellifler Câhiz’in bir kelâm âlimi olmadığını ileri sür-müşlerse de Mu’tezile ve Ehl-i sünnet âlimleri onu ekol kurmuş bir kelâma olarak kabul etmişlerdir. Câhiziyye adı verilen bir grubun ona ait görüşleri benimsediğinin nakledilmesi de bu kanaati desteklemektedir. Çağdaşlarından İbn Kuteybe Câhiz’i döneminin son kelâmcısı olarak gösterir ve onun, muarızlarına ait açıkları yakalayıp gösterdiğini, delilleri en güzel şekilde kullandığını, birbirine zıt görüşleri bile başarıyla savunabilecek kadar usta bir tartışmacı olduğunu, nitekim ilme, mantığa ve tarihî gerçeklere ters düşen bazı Şiî görüşler karşısında Ehl-i sünneti savunduğunu, bazan da bunun aksini yaptığını belirtir. Yaşadığı dönemde zındıklar, Mecüsîler ve Maniheistler’le münazaralar yaparak İslâm dinini dirayetle savunan Câhiz, diğer dinler ve felsefî görüşler karşısında müslümanların inançlannı yok olmaktan kurtaranların kelâm âlimleri olduğunu, bu sebeple kelâm ilmiyle meşgul olacak kimselerin felsefe ve tabiat ilimlerini de öğrenmeleri ve bunların verileriyle itikadî esasları desteklemeleri gerektiğini belirtir. Ayrıca ona göre kelâm âlimleri nasları, özellikle hadisleri objektif bilgi vasıtalarının ışığı altında incelemeli, bu ölçülere uymayan haberleri reddetmelidirler. Câhiz’in bazı kelâmî görüşleri şöylece özetlenebilir:
1- Bilgi Problemi. Bilgi kaynakları duyular, akıl ve haberden ibarettir. Duyular vasıtasıyla idraki gerçekleştiren nefis olduğuna göre bütün duyumlar tek cinse irca ediimelidir. Bununla birlikte algılanacak hususlar farklı olduğundan farklı idrakler meydana gelmektedir. Üzerinde ittifak edilmeyen haberler güvenilir bilgi kaynağı sayılamaz. Aynı konudaki farklı rivayetlerin doğru olanını belirleyebilmek için onları tarihî olaylarla karşılaştırmak ve aklî tenkitten geçirmek lâzımdır. Buna göre birbiriyle çelişen veya aklın gerçekleşmesini imkânsız gördüğü haberlerin sahih sayılan ölçüler içinde rivayet edilmiş olması onları kabul etmeyi gerektirmez. Akıl her ne kadar duyu ve haber desteğinden yoksun olduğu takdirde bazan gerçeği kavramakta yetersiz kalabilirse de duyuların yanılması ve haberin sahih olmaması muhtemel bulunduğundan bilgi kaynaklarının en güvenilir olanı yine de akıldır. Bu sebeple gözün gösterdiğine değil aklın hükmettiğine itibar etmek daha doğrudur. Sözü edilen bilgi vasıtalarıyla kazanılan bilgilerin zihinde teşekkülü yaratılışın bir gereği olarak tabii ve zaruridir. Gözünü açan insanın karşısındaki objeyi görmesi zorunlu olduğu gibi akletme gücünü nazarî konulara yöneltip düşünenlerin belli sonuçlara ulaşması da zorunludur. Bilginin oluşumunda insanın etkisi, duyularını ve akletme gücünü kullanma iradesiyle sınırlıdır. Ancak insanların yaratılışları ve dolayısıyla istidatları farklı olduğundan farklı düzeyde veya keyfiyette bilgilere ulaşmaları tabiidir.
2- Ulûhiyet Âlemin aslı Allah tarafından yaratılmış olup bütün varlıklar çeşitli birleşimler sonucu meydana gelmiş ve her varlık, cevherinde bulunan hâkim özelliğe göre oluşmuştur. Madde hiçbir zaman yok olmaz, sadece arazları değişir ve bozulur.
Her insan Allah’ın varlığına İman etmesini sağlayacak zaruri bilgiye doğuştan sahiptir. Allah’ın varlığını benimsemeyenler ya gerçek karşısında direnen inatçı kimselerdir veya gerçeği bilmekle beraber kendi kanaatlerine aşırı bağlılıktan doğan bunalımın bir sonucu olarak gerçeği bildiklerinin farkına varamayanlardır. Maddenin cevheri ve nitelikleri üzerinde akıl yürüterek âlemin engin bilgiye ve eşsiz güce sahip bir yaratıcısı bulunduğu sonucuna ulaşmak insan için mümkün olmakla birlikte bu herkesin altından kalkamayacağı kadar zor bir yükümlülüktür. Bundan dolayı Allah’ın varlığına inanmak için gereken bilgi her insana doğuştan verilmiştir; yani insanların Allah hakkındaki ilk bilgileri tecrü-bî değil “apriorik” bilgidir.
“Allah’ın ilmi ve iradesi vardır” demekle O’nun âlim ve mürîd olduğunu söylemek benzer hükümlerdir. İkisi de hiçbir şeyin Allah’a gizli kalmadığı, unutma, yanılma, bilgisizlik, mecburiyet ve mağlûbiyetin Allah hakkında düşünülemeyeceği anlamına gelir. Allah kullan için aslah olan fiilleri terketmeye, yalan konuşmaya, zulmetmeye, müminlere ve çocuklara azap etmeye gücü yetmekle nitelendirilemez; zira bütün bunlar 0″nun hakkında düşünülmesi imkânsız olan eksiklik ve ihtiyaç emareleridir.
Kulların fiilleri tabii yolla (bir nevi tevlîd) meydana gelir, bu hususta fiili yapmayı istemek dışında kulun bir fonksiyonu yoktur. Fiilin meydana gelmesinde etkili olan güç (istitâat) fiilden önce mevcuttur. Nitekim Hz. Süleyman’ın isteği üzerine bir cinnînin (ifrit) Belkıs’a ait tahtı kısa sürede getirme gücüne sahip olduğunu söylemesi. bu hususun önemli delillerinden biridir.
3- Nübüvvet. Akıl bilgi kaynaklarının en mükemmeli olmakla birlikte tek başına yeterli değildir. Bundan dolayı insanlar dinî ve dünyevî konularda gerekli bilgileri kendilerine sağlayacak başka bir kaynağa muhtaçtır ki bu peygamberler vasıtasıyla gelen vahiydir. Ne var ki bütün insanlar peygamberleri ve mucizelerini müşahede edememekte, sadece onları müşahede edenlerin verdikleri haberleri incelemek suretiyle bilgi sahibi olabilmektedirler. Şu halde haber nübüvvetin ispat edilmesinde ilk merhaleyi teşkil etmektedir. İkinci merhale ise peygamberin, nübüvvetini ispat etmek için sunduğu delilin iddiasını doğ-rulayıp doğrulamadığının tesbitidir ki bu da ancak akıl yürütme ile mümkündür. Son peygamber Hz. Muhammed’in nübüvvetine dair en önemli delil Kur’ân-ı Kerîm olduğuna göre bu konuda şöyle bir istidlal yolu takip edilebilir: Hz. Mu-hammed, içlerinde seçkin şairler ve ediplerin yaşadığı Araplar’ın hepsine Kur’an’a bir nazîre yapmalarını ısrarla teklif ettiği halde onlar başka türlü mücadele şekillerine başvurarak Kur’an’a karşı direnmeye devam etmişlerdir. Bu husus, hem Arap kavmi için hem de Arap edebiyatını bilmeyen yabancı milletler için kuvvetli bir delil teşkil eder. Ayrıca Hz. Peygamberin gayba dair verdiği haberlerin gerçekleşmesi ve hiçbir insanda görülemeyecek derecede üstün bir ahlâka sahip olması da nübüvvetini kanıtlayan delillerdendir. Peygamberler beşer olmanın tabii bir sonucu olarak bazı hatalar da işlemişlerdir. Ancak bu hatalar onların peygamberlikle görevlendirilmelerini zedeleyecek nitelikte olmamıştır.
4- Ahiret Halleri. Günahkârlarla kâfirler cehenneme, müminler cennete gireceklerdir. Müminlerin tabiatı cennetle, kâfirlerin tabiatı da cehennemle uyum sağlayacağı için bunlar cennetle cehennem tarafından âdeta cezbedilecekler-dir. Cehenneme girenlerin bünyesi bir müddet sonra ateş tabiatına dönüşecek ve artık cehennem onlar için azap yeri olmaktan çıkacaktır. Anne ve babası müşrik veya kâfir de olsa hiçbir çocuk ilâhî gazabı cel-betmez; dolayısıyla mükellef olmadan ölen çocuklar azap görmeyeceklerdir.
5- İman-Küfür. Allah’a ve son peygamber Hz. Muhammed’e ayrıntılara girmeden icmâlen inanan herkes gerçek mümindir. Zira tafsilî iman zaruri değildir. Ancak iman konularının ayrıntılarına giren kimse Allah’ın cisim olmadığına, gözle görülemeyeceğine, kullarına zulmetmeyeceğine inanıp teşbih ve cebir görüşlerini reddetmelidir. Aksi takdirde müşrik veya kâfir statüsüne girer. Büyük günah işleyenlerin cehennemde kâfirlerle beraber bulunacağını söylemek, cennette müminlerle birlikte olacaklarını kabul etmekten daha doğrudur. İslâm davetiyle karşılaşmayan, yani fetret* döneminde yaşayan insanlar bâtıl inançlarından dolayı hesaba çekilmeyeceklerdir. Fakat İslâm davetiyle karşılaştıkları halde bu hususta aklî istidlallerde bulunmayanlarla eski dinlerinde ısrar eden inatçıların sorumlu olacaklarında şüphe yoktur. İslâm dinini iyi niyetle inceleyip de inanmayı mümkün kılacak tatmin edici delillere ulaşamadıkları için müslüman olmayanlar da mazur sayılır. Zira Allah hiç kimseyi gücünün yetmeyeceği şeyle mükellef tutmaz.
6- İmamet. Hz. Peygamber ashaptan hiçbirini halife olarak belirlememiştir. Hulefâ-yi Râşidîn’in hepsi meşru halifelerdir. Hiçbir halife masum değildir. Cemel ve Sıffîn’de Hz. Ali haklı, muhalifleri haksızdır.
Görüşlerinde akılcılığın ağır bastığı Câ-hiz, kelâm sisteminde Nazzâm’dan oldukça etkilenmesine rağmen hocasına ve bağlı bulunduğu mezhebe muhalefet edip kendine has fikirler üreten bir kelâmcı olarak görünmektedir. Ebû Ali el-Cübbâî, Câhiz’in sadece bilginin insanda doğuştan mevcudiyeti ve zaruri oluşu ile Şîa’yı tenkit noktasında temayüz ettiğini söylüyor, Abdüllatîf Hamza da onun Mu’tezile’ye hiçbir katkıda bulunmadığını iddia ediyorsa da bu görüşlere katılmak oldukça zordur. Zira Câhiz maddenin yok olmayıp sadece şekil değiştirdiğini, Allah’ın varlığına ilişkin bilginin (O’na inanma duygusunun) insanlarda doğuştan bulunduğunu, erişilmez nazım güzelliği taşıyan Kuran’ın Hz. Peygam-ber’in nübüvvetine dair aklî bir delil teşkil ettiğini, dinî sorumluluğun bilgiyle yakından ilgili olduğunu ve gerçek karşısında direnen inatçılar hariç İslâm dini hakkında bilgisi bulunmayanların âhi-rette sorumlu tutulmayacağını, nihayet kâfirlerin ve müminlerin tabiatları ile cennet ve cehennem arasında bir alâkanın mevcut olduğunu savunarak çoğu kendine has olan fikirleri benimsemiştir. Kelâm sisteminde genel çerçeve itibariyle Mu’tezile’ye bağlı kalmakla birlikte i’câz konusunda Nazzâm’ın sarfe teorisini tenkit etmiş, ancak Dehriyye’-nin tenkitlerine cevap verirken Kur’an’ın erişilmezliğine zarar getirmeyen bir yaklaşımla bu teoriden faydalanmıştır. Câhiz’in Ebü’l-Hüzeyt el-Allâf, Nazzâm ve Sehl b. Hârûn dışında Yunan felsefesine bağlı tabiatçı filozoflardan, ayrıca Aristo’dan etkilendiği kabul edilir. Sokrat’ın bilgi teorisiyle onun bilgi problemine yaklaşımı arasında ilgi kuranlar da vardır. Kendisinden sonra Câhiziyye adı verilen bir fırka tarafından görüşlerinin benimsendiği nakledilirse de bu fırkaya kimlerin dahil olduğu bilinmemektedir.
Bilgi teorisinde Fahreddin er-Râzî Câ-hiz’le aynı görüşü paylaşmış, gayri müslimlerin dinî sorumluluğu meselesinde Gazzâlî Fayşalü’t-tefrika adlı eserinde (s. 105-106) onun görüşüne meyletmiş, ancak son kitaplarından biri olan ei-Müstaşfâ’öa bu fikri tenkit etmiş (1l, 359), nübüvvetin ispat edilmesiyle ilgili metotta ise kısmen tesirinde kalmıştır. İbnü’r-Râvendî Câhiz’in Hz. Peygamber’e düşmanlık beslediğini, Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, onun bütün beşeri problemlerin akıl vasıtasıyla çözülebileceği gerekçesiyle peygamberlere ihtiyaç bulunmadığına inandığını ve peygamberlerin masum olmadıklarını söylediğini, çağdaş yazarlardan Hannâ el-Fâhûrî de âlemin ezelî olduğu görüşünü savunduğunu ileri sürerler. Ancak bu görüşlerin Câhiz’e nisbet edilmesi doğru değildir. Zira o âlemin yaratılmış olduğu tezini konu edinen Uhdûşetü’l-câlem, peygamberlik müessesesini ve özellikle Hz. Peygamber’in nübüvvetini ispat etmek maksadıyla Kitâbü’l-Hücce fî teşbîti’n-nübüvve (Hucecü’n-nü-büuue) adlı eserleri yazmış, peygamberlerin değil imamların masum olamayacaklarını açıkça belirtmiştir.
Câhiz’in büyük çapta tabiatçı felsefeye dayanan bilgi teorisini ve kendine has diğer kelâmî görüşlerini tenkit edenlerin başında Ebû Ali el-Cübbâî ile oğlu Ebû Hâşim gelir. Ebû Ali Nakzu Kitâbi’l-Ma’nfe, Ebû Hâşim de Kitâbü’t-Taba’i’ ve’n-nakz ‘ale’l-kö”ilîne bi-hâ adlı eserleri ona reddiye olarak yazmışlardır. Daha sonra KâdîAbdülcebbâr çeşitli eserlerinde özellikle bilginin zaruri oluşu meselesinde onu tenkit etmiştir. Bunların dışında Ca’fer b. Mübeşşir el-Ma’â-rif ‘ale’î-Câhiz, Ebû Bekir Muhammed b. Zekeriyyâ er-Râzî er-Red ‘ale’l-Câ-hiz fî Nakzi’t-pb ve Münâkazotü’l-Câhiz fî kitâbihî fî Feza 3üi’l~kelâm adlı eserleriyle Câhiz’e reddiye yazanlar arasında yer almışlardır. Câhiz’in Şîa’ya yönelttiği eleştirileri Ebû Ca’fer el-İskâfî Münakazât’ta, Cemâleddin Tâvûs da Binâ’u!-makâleü’l-‘AIeviyye fî nakzi’r-Risâ-leti’l-‘Oşmânîyye’de cevaplandırmışlardır. Abdülkâ-hir el-Bağdâdî ise çeşitli görüşlerinden dolayı Câhiz’i tekfir etmiştir.
Diyanet İslam Ansiklopedisi