Cuma Selâmlığı, Osmanlılar’da hükümdarın halka açık bir camide cuma namazı kılması ve bu arada yapılan merasim için kullanılan tabir.
Tarih boyunca İslâm devletlerinde hükümdarlığın önemle riayet edilen belirli alâmetlerini sikke ve hutbe teşkil etmiştir. Hutbe cuma namazında hükümdar adına okunmakta, hükümdar da cuma namazını genellikle bulunduğu yerdeki camilerden birinde halkla birlikte kılmaktaydı. Hükümdarın bu münasebetle camiye gidişi ve camiden dönüşü Osmanlılar’da cuma selâmlığı veya selâmlık resmi adı verilen bir merasimle olurdu. Hükümdar-halk bütünleşmesini sağlayan cuma selâmlığı, sadece merasim ve dinî yönüyle değil hukukî, sosyal ve kültürel açılardan da büyük önem taşımaktadır.
XVI. yüzyıla kadar bu dinî-siyasî vazifenin nasıl ifa edildiği hakkında kaynaklarda yeterli bilgi yoktur. XVI-XVIII. yüzyıllarda ise padişahların başta Ayasofya olmak üzere Beyazıt, Süleymaniye, Sultan Ahmed, Eyüp Sultan gibi selâtin camilerinde cuma namazını kıldıkları, XVIII. yüzyıl sonlarından itibaren bu camilerin dışında Karaköy’den başlayarak sahil boyunca Tophane, Kılıç Ali Paşa, Nusretiye, Fındıklı Molla Çelebi, Dolmabahçe, Beşiktaş Sinan Paşa, Mecidiye ve Ortaköy gibi camilere; Üsküdar’da ise Mihrimah Sultan, Atik Valide, İskele Valide Sultan, Ayazma ve Selimiye camilerine gittikleri bilinmektedir. II. Abdülhamid de Yıldız Hamidiye Camii’ni yaptırana kadar çeşitli camilerde cuma namazı kılmış, Hamidiye Camii’nin tamamlanmasından sonra bütün cuma selâmlıklarını burada yerine getirmiştir.
Padişahların cuma günü saraydan çıkıp tekrar saraya dönünceye kadar gerek yol boyunca gerekse uğradıkları yerlerde oldukça ilgi çekici merasimler ve hadiseler cereyan ederdi. Teşrifat mecmualarında bu merasimler ayrıntılı olarak kaydedilirken Osmanlı kroniklerinde de meydana gelen olaylar hakkında bilgi verilmektedir.
Cuma selâmlığı sırasında ilmî, askerî ve mülkî erkân üniforma ve resmî kıyafetleriyle hazır bulunurlar, merasime iştirak ederlerdi. Cuma ve bayram günleri padişahın camiye gideceği yollardaki bozukluklar kum dökülerek düzeltilirdi. Padişahların uzak camilere gidiş ve gelişlerinde devlet erkânı teker teker hükümdara yaklaşarak devlet meselelerini görüşüp müzakere ederlerdi. Bu sırada emniyetin ve ihtiyaçların karşılanması görevini yeniçeri ağası ve emrindeki yeniçeriler yapardı. Yeniçeri ağası askerle ilgili bazı önemli meseleleri cuma selâmlığı sırasında veya sonrasında padişaha iletebilirdi. Yabancı devlet erkânı da selâmlığı ilgiyle takip ederdi. Padişahların mazeretler ileri sürerek veya saray halkından bazılarının tesirinde kalarak zaman zaman cuma selâmlığına çıkmamaları ağır tenkitlere sebep olurdu. Padişahın cuma selâmlığına at üzerinde gitmesi de bir gelenekti. Ancak XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren araba ile gitme âdeti ortaya çıkmış, II. Abdülhamid devrinde bu usul iyice yerleşmiştir.
Cuma selâmlığıyla ilgili olarak üzerinde durulması gereken en önemli husus, şüphesiz halkın dilek ve şikâyetlerini şifahî veya yazılı olarak bizzat hükümdara ulaştırmasıdır. Nitekim İslâm amme hukukunda halkın devlet başkanına ulaşabilmesi, şikâyet ve dileklerini doğrudan ona anlatabilmesi, hükümdar-tebaa münasebetleri açısından oldukça önemli bir konuyu teşkil etmiştir. Asr-ı Saâdet’te Hz. Peygamber’le rahatça görüşülebilmesi daha sonraki müslüman hükümdarlar için ideal bir örnek olmuş, ancak zamanla emniyet gerekçesiyle devlet başkanlarının sıkı koruma altına alınması, halkla olan münasebetlerde bazı kısıtlamalara yol açmıştır. Dolayısıyla halkın hükümdarı görebilmesi, şikâyet ve isteklerini doğrudan ona iletebilmesi için cuma ve bayram namazları, av partileri ve gezintiler birer vesile sayılmıştır.
XVII. yüzyıl müelliflerinden Koçi Bey’in Sultan İbrahim’e sunduğu risalede bu konuda açık ifadeler yer almaktadır. Burada halkın verdiği arzuhallerin toplanması için kapıcılar kethüdasına padişahın emir vermesi, saraya döndükten sonra bunları birer birer okuması, sonra vezîriâzama yollayarak ona hitaben arzuhal sunanları buldurup davalarını dinlemesi için hatt-ı hümâyun göndermesi gerektiği belirtilmektedir.
Cuma selâmlığında verilen arzuhallerin gereğinin yapılmasından genellikle sadrazam sorumlu idi. Bu konudaki ihmali padişahın sert tepkisine yol açardı. Nitekim II. Mahmud, sadrazamına gönderdiği bir “beyaz üzerine hatt-ı hümâyun’da cuma selâmlıkları sırasında Pehlivanlı aşiretinin sürekli kendisini rahatsız ettiğini, bir an önce bu meseleyi halletmesi gerektiğini bildirmiş, eğer bir daha arzuhal sunarlarsa kendisine “infialinin derkâr olacağı” tehdidinde bulunmuştu.
Halkın genellikle şikâyeti idarenin bozukluğundan, uğradıkları mağduriyetlerdendi. 1550’lerde esir olarak Türkiye’de bulunan bir İspanyol, hâtıralarında Dîvân-ı Hümâyun’un veya kadıların verdiği hükümde haksızlığa uğradığına inanan kimselerin cuma gününü beklediklerini, padişahın camiye gidişi sırasında bir kamışın ucuna dilekçelerini bağlayarak güzergâh üzerinde durduklarını, hünkârın bu dilekçeleri aldığını ve haksızlık görürse bunları düzelttiğini belirtmektedir. İlki 1 Ocak 1574’te olmak üzere birçok defa II. Selim’in cuma selâmlığına şahit olan Alman din adamı Stephan Gerlach ise padişah ve çevresindekilerin ilgi çekici kıyafetlerini, halkın selâmlığa gösterdiği alâkayı anlatmaktadır. İki sıra halinde bekleşen halkın müslüman, hıristiyan ve yahudilerden oluştuğunu ve “bin yaşa. muzaffer ol!” diye temennada bulunduklarını yazarak içlerinden bazılarının ellerinde arzuhaller olduğu halde padişahın kendi önlerinden geçmesini beklediklerini, padişah geçerken ellerindeki arzuhalleri uzattıklarını, bunları solakların topladığını, Türk, yahudi, hıristiyan herkesin bu cuma selâmlığını bir fırsat bildiğini kaydetmektedir. Nitekim Türkçe öğrenmek üzere İstanbul’a gelen İsveçli diplomat Gustav Celsing, Eylül 1711’de Nevşehirli Damad İbrahim Paşa aleyhine düzenlediği şikâyetnameyi yeniçerileri aşarak o sırada camiye gitmekte olan III. Ahmed’e takdim etmişti. XIX. yüzyılda Charles C. Frankland da “Hükümdara Arzuhal Sunma” başlığı altında aynı konuyu anlatmaktadır.
Halkın genellikle şikâyetçi olduğu sadrazam, yeniçeri ağası ve diğer üst seviyedeki yetkililer, zaman zaman belirli yerlere yerleştirdikleri adamları ile halkın cuma selâmlığında padişaha ulaşmasına engel oluyorlardı. Bu durumda halk, bütün çabalarına rağmen dilek ve şikâyetini hükümdara sunamazsa uzaktan bir paçavrayı veya hasır parçasını yakarak uzunca bir sopa üzerinde tutmak (hasır yakmak) suretiyle şikâyetleri olduğunu hükümdara gösterirdi; doğrudan hükümdara bağlı olan görevliler de bu kimselerin padişahla görüşmesini sağlarlardı.
XVIII. yüzyıl sonlarından İtibaren cuma selâmlığında halkın arzuhallerinin hükümdara ulaştırılmasında daha pratik bir yol benimsenmiştir. Camide saflar arasında dolaşan padişaha (saraya) bağlı görevliler arzuhalleri toplar, “ma’rûzât-ı rikâbiyye” adı altında özetlerini sunar, hükümdarın bu husustaki iradelerini de not ederlerdi.
Cuma selâmlıkları zaman zaman padişahlara suikast yapmak veya olay çıkarmak isteyenler için de bir fırsat teşkil etmiştir. Nitekim 10 Temmuz 1792 tarihinde III. Selim’e Ayasofya’da, 21 Temmuz 1905’te de II. Abdülhamid’e Hamidiye Camiinde cuma selâmlığı sırasında başarısız suikast girişimlerinde bulunulmuştu.
Padişahların dışında, sancak beyi olarak taşrada bulunan Osmanlı şehzadeleri, beylerbeyi ve sancak beyi gibi yöneticilerin de cuma namazına gidiş ve gelişleri belli merasimler içerisinde olur, bu sırada halk sözlü ve yazılı çeşitli müracaatlarda bulunurdu. Bunlara da kaynaklarda bazan cuma selâmlığı denilmiştir.
Osmanlı döneminde son cuma selâmlığı, Halife Abdülmecid Efendinin 29 Şubat 1924’te kıldığı namaz sırasında olmuştur.
Diyanet İslam Ansiklopedisi