Cum’a Suresi, Kur’ân-ı Kerîm’in altmış ikinci sûresi.
Medine devrinde, muhtemelen hicretin birinci yılında nazil olmuştur. Süleyman b. Yesâr’dan Mekkî olduğuna dair bir rivayet nakledilirse de Buhârî, Müslim ve diğer kaynaklarda yer alan hadisler, ayrıca sûrenin muhtevası onun Medenî olmasını gerektirir; âlimler çoğunluğunun görüşü de budur. Âyet sayısı on bir olan sûrenin fasılaları harfleridir. Adını, cuma namazı için ezan okunduğunda camiye gitmeyi emreden 9. âyetinden alır.
Sûrenin nüzul sebebine, 11. âyette yer alan. “Onlar bir ticaret ya da bir oyun ve eğlence gördükleri zaman ona akın ettiler ve seni ayakta bıraktılar” ifadesiyle işaret edilmiştir. Kaynaklarda verilen bilgilerden anlaşıldığına göre, Hz. Peygamber bir cuma günü hutbe okurken dışarıdan gürültüler ve davul sesleri duyulur (o günün geleneklerine göre kervanların gelişi davul çalınarak ilân edilirdi). Bunun üzerine birçok sahâbî mescidi terkedip sesin geldiği tarafa doğru gider; bu durum mescidde on iki kişiyle kalan Hz. Peygamber’i çok üzer. Söz konusu kervan Şam tarafından geliyordu ve o yıl Medine’de büyük bir kıtlık hüküm sürdüğünden daha çok zahire ve yiyecek taşıyordu. Kervanın Dihye el-Kelbi’ye ait olduğu rivayet edilmekle birlikte bunun gerçeğe uymadığı ve âyetin Câbir b. Abdullah’ın kervanı hakkında nazil olduğu belirtilmektedir. Konu ile ilgili bu ve benzeri rivayetler sûrenin nüzul sebebiyle birlikte nüzul yılına da ışık tutmaktadır. Çünkü sözü edilen kıtlık hicretten sonra meydana gelmişti. Cuma namazı ise İbn Sa’d’ın rivayetlerine bakılırsa hicretten önce Medine’de kılınmaya başlanmıştı. Ancak bu âyetlerden anlaşıldığına göre sûrenin gelişine kadar ashap arasında cami ve cemaat âdâbıyla ilgili bir disiplin henüz teşekkül etmemişti.
Sürenin konusu, peygamber göndermenin ilâhî hikmet ve faydaları, vahyin yol gösterici etkinliği ve cuma namazıyla ilgili bazı hükümlerden ibarettir. Sûre, esmâ-i hüsnâdan dört ismin yer aldığı, bundan önce ve sonraki bazı sûrelerin de benzer İfadelerle ilk âyetlerini teşkil eden bir teşbih cümlesiyle başlar. Daha sonra Allah’ın ümmî bir kavim içinden peygamber göndermesinin sebepleri ve dolayısıyla peygamberin görevleri açıklanır. Bu görevler, peygamberlerin Allah’ın âyetlerini insanlara okumaları. onları maddî ve manevî temizliğe teşvik etmeleri, onlara kitabı ve hikmeti öğretmeleridir. Peygamberlerin insanlığa yönelik bu hizmetleri, hem kendi dönemlerindeki insanlara hem de daha sonra gelecek ümmetlere şâmildir. Sürenin bu konu ile ilgili âyetlerinde peygamberlerin görevleri Hz. Muhammed’in şahsında ifade edildikten sonra önceki ümmetlerden yahudilere gönderilen emirlerin onlar tarafından samimiyetle benimsen-mediği ifade edilerek bu tür bir davranış içinde bulunanlar, sırtında Tevrat taşıyan ve tabii olarak onun kudsî muhtevasından habersiz olan merkebe benzetilmiştir. Tevrat gibi mukaddes bir kitaba sahip bulunduklarını söyleyen ve bu sebeple Allah’ın dostları olduklarını ileri süren yahudilerin samimiyetsizliği vurgulanarak onlara şöyle denilmektedir: “Eğer Allah’ın dostu olduğunuz iddiasında samimi iseniz dostunuza kavuşmak üzere bir an önce ölmeyi temenni etmelisiniz”. Kur’ân-ı Kerîm’in başka âyetlerinde de belirtildiği üzere(Bakara 2/94-96) aslında yahudiler. yaratana karşı samimiyetsiz davrandıkları ve O’nun kullarına zulmettikleri için, ölmeyi ve büyük hesap gününe intikal etmeyi hiçbir zaman arzu etmeyen bir psikolojiye sahiptirler.
Sûrenin son üç âyetinde, cuma vakti gelince işi gücü bırakıp camiye gitme, namaz kılınınca tekrar işe dönme ve Allah’ın fazlu keremine sığınarak geçim için çalışma emredilmiş, mâbed içinde olduğu gibi mâbed dışında da Allah’ı anmanın önemi vurgulanmıştır. Gerçek dindarlığın yalnız mâbed içinde ibadet etmekle elde edilemeyeceğine, dindarın günlük hayatında da Allah’ı unutmaması gerektiğine ve kurtuluşun buna bağlı olduğuna işaret edilmiştir. Aslında bu sonuç kısmı, sûrenin başında göklerde ve yerde olan her şeyin Allah’ı zikir ve teşbih ettiğini bildiren ilk âyetle tam bir uyum içindedir. Mademki her şey sü-rekli olarak Allah’ın yüceliğini dile getirmektedir, öyleyse müslüman da kâinattaki bu âhenge katılmalı ve Allah’ı zikreden tabiatla uyum sağlamalıdır.
Cum’a süresi, dindarlığın vahye bağlı olmaksızın gerçekleşmeyeceğini, onun kuru bir iddia veya amelsiz bilgiler yığını ile değil bu bilgilerin yaşanmasıyla elde edilebileceğini ortaya koyar. Müminin, Hz. Peygamber’in tanıttığı engin ilâhî rahmet dünyasında kendi kendisiyle, birlikte ibadet ettiği din kardeşleriyle, hatta bütün insanlarla şeref, haysiyet ve uyum içinde yaşaması gerektiğini vurgular.
Diyanet İslam Ansiklopedisi