Davul. Kelimenin aslı Arapça tabl olup Türkçe’ye tabul, tavul, tavtl, davul: Batı dillerine Endülüs üzerinden atabal (et-tabi), Osmanlılar aracılığıyla da tabor ve tam-bor/tambour şekillerinde geçmiştir. Arapça tabi ise milâttan önce III. binyılda Akkadlar tarafından bu çalgıya verilen ve sözlük anlamı “çift” olan tâpalu / tabâlu isminden gelmektedir (v. Soden, 111, 1320, 1376). Bu durum, bir kasnağın iki tarafına deri gerilerek yapılan davulun tek taraflı olan deften daha sonra icat edildiğini gösterir.
Davul, dünyanın en eski müzik aletleri olan vurmalı sazlardan biridir. Tasvirî sanattaki ilk örneklerine Sumerler’e ait kabartmalar üzerinde rastlanmakta (m,ö. III. binyıl) ve elle çalındığı görülmektedir. Daha geç dönemlere ait bir Hitit kabartmasında da (m.ö. 1. binyıl) iki kişi tarafından ve yine elle çalınırken resmedilmiştir. Buradan, davulun çok uzun bir süre elle çalındığı ve tokmağın sonradan ilâve edildiği anlaşılmaktadır. Elde somut kanıt bulunmamakla birlikte Şamanizm’deki kutsal şaman davulunun şamanın binek hayvanı, tokmağın da kamçısı olduğu yolundaki inanca ve kutsal geyik derisi gerilmiş davulun yine kutsal sayılan geyik ayağı ile çalınması hususuna dayanarak tokmağın daha yakın yıllarda ve Orta Asya’da eklenmiş olduğu düşünülebilir.
Mes’ûdî’ye göre davul ve defin mûcidi, Kabil’in torunlarından Tubal b. Lamek b. Metuşelah’tır. Ebû Tâlib ei-Mufaddal ise bu çalgıları ilk defa Lamek’in kansı veya cariyesi olan Sıla’nın (Tsilla) yaptığını söylemektedir. Bu rivayetlerin kaynağı ise yanlış ve eksik nakledilen Ahd-i Atîk’teki cenk ve boru çalanların atasının Kabil’in torunlarından Yubal b. Lamek olduğuna dair ifadedir. Kitâb-ı Mukaddes’te ve Kur’an’da davuldan bahsedilmemekte, buna karşılık bazı hadislerde “tabi” kelimesine rastlanmaktadır; ancak bunun davul anlamına gelip gelmediği tartışmalıdır. Abdullah b. Ömer’in bir davul sesi (savte tabiin) duyduğunda kulaklarını tıkadığı, Hz. Peygamber’in de öyle yaptığı şeklindeki rivayet birkaç yerde geçmekte, fakat gerek senedi gerekse Ebû Davud’un aynı hadisi “tabi” yerine “mizmâr” (kaval, düdük) şeklinde rivayet etmesi ve bu rivayeti de münker sayması sebebiyle zayıf kabul edilmektedir. Ayrıca yine bir hadiste görülen ve çeşitli anlamlan bulunan “kûbe” kelimesinin de davul yerine yazılmış olabileceği ileri sürülmüş ve bazı müellifler bir müzik aleti kabul ettikleri ve kadınsı erkeklerce çalındığını söyledikleri kûbe için “tablü’l-muhannes” tabirini kullanmışlardır. Davulun hadislerde fazla zikredilmemesi, herhalde Araplar’da def kadar yaygın olmamasından ileri gelmektedir. Bununla birlikte dinî literatürde davul çalmanın ve dinlemenin şer’î hükmünü ilgilendiren genel ve özel değerlendirmelere sıkça rastlanır. Özetle ifade etmek gerekirse müzik ve çalgı aletlerine karşı bilhassa ilk dönem İslâm âlimlerinin gösterdiği olumsuz ve yasakçı tavrın temelinde bu tür aletlerin içki, kumar ve fuhuş ortamında çalındığı, haramların işlenmesine, ibadetlerin ve diğer aslî görevlerin terk ve ihmal edilmesine yol açtığı, İslâm öncesi hayat tarzını hatırlattığı gibi kaygılar yatar. Ancak sonraki dönemlerde bu tavrın kısmen yumuşadığı ve konunun belli ayırımlar yapılarak ele alındığı görülmektedir. Nitekim Gazzâlî, içki meclislerinde çalınan birçok telli ve nefesli çalgı aletini caiz görmezken böyle bir kullanımın dışında tuttuğu davul ve benzeri çalgıların yasak olmadığını belirtir. Kur’an’da “boş söz” (lehvü’l-hadîs) kınanırken bu ifadenin dolaylı olarak davulu da kapsadığı görüşüne karşı savaşta askerî harekât yönlendirme, askerleri cesaretlendirip düşmanı korkutma, nikâh ve benzeri merasimleri ilân etme gibi birçok meşru kullanım alanı örnek gösterilerek davulun da def gibi kural olarak caiz olduğu savunulur. Dinî açıdan haram ve helâl vasfının eşyaya değil mükelleflerin fiillerine taalluk ettiği göz önünde bulundurulursa diğer müzik aletleri gibi davulun da hangi ortamda, ne amaçla kullanıldığı ve dinleyenin özel konumunun ayrı bir önem taşıdığı söylenebilir. Esasen davulun cevazı, hukuken mal sayılıp sayılmayacağı konusunda İslâm hukukçuları arasındaki görüş ayrılıkları da bu konudaki tecrübe, gözlem ve ölçü farklılığından kaynaklanmaktadır.
Davulun Avrupa gibi birçok yere Türkler tarafından götürülmesi ve bugün Anadolu’da -birbirinden ne kadar bağımsız ve farklı olursa olsun- her yöredeki halk danslarının hemen daima davul-zurna eşliğinde oynanması, hatta yağlı güreş gibi geleneksel spor karşılaşmalarının sürekli çalan davul-zurna sesleri arasında yapılması, bu aletin dünyada en fazla Türkler tarafından sevildiğini göstermektedir. Ayrıca adına ilk defa Orhun yazıtlarında köbürge şeklinde rastlanan davul. Türkler’de sadece bir müzik aleti değil devlet sahibi olmayı gösteren bir hâkimiyet sembolüdür.
Davul hükümdarlık alâmetleri arasında sayılır. İbn Haldun’un, Türkler’in bu konuya aşın derecede önem verdikleri şeklindeki ifadesini tarihî rivayetler doğrulamaktadır. “Nevbet” denilen ve muayyen zamanlarda hükümdarın meskeni önünde davul çalmayı ifade eden merasimin Türkler’de oldukça uzun bir geçmişi vardır. Dîvânü lugâti’t- Türk’te yer alan destanı bir rivayette, Zülkarneyn Semerkant’ı geçip Türk ülkesine yöneldiği zaman hükümdarın Balasagun’daki sarayı önünde 360 nevbet davulu çalındığı nakledilir (III, 413 vd). Sayının yılın günleri kadar olması, muhtemelen Türk hükümdarının hükümranlığının devamını ifade etmek içindi. Kutadgu Bilig’de yer alan “gök gürledi, nevbet davulunu vurdu” ifadesi (s. 18), bu geleneğin Yûsuf Has Hâcib zamanında da bulunduğunu göstermektedir.
Türkler’de hatun, vezir ve kumandanların mevki ve yetkilerine göre davul sahibi oldukları anlaşılmaktadır. Meselâ Kutadgu Bilig’de, “Hükümdar Ay-Tol-dı’yı taltif etti; ona karşı dili ile medihte ve eli ile ihsanda bulundu. Ona vezirlik, unvan ve mühür ile tuğ, davul ve zırh verdi” (s. 86) denilmektedir. Anadolu Türk-leri’nin resmî hükümdarı durumunda olan Selçuklu Sultanı III. Alâeddin Keykubad’ın Karacahisar’ın fethinden sonra Osman Gazi’ye gönderdiği bayrak ve tuğ yanında bir davulun da bulunması bu geleneğin devamıdır. Fâtih Sultan Mehmed’e kadar Osmanlı hükümdarları nevbet davulu çaldığında Selçuklu sultanına hürmeten ayağa kalkarlardı bu âdet Fâtih tarafından kaldırılmıştır. İlhanlılar’da savaşa giderken hiyerarşiye uygun olarak hakanın, büyük hatunun, hatun ve vezirlerin sefer davulları sırayla çalınır, sonra yola çıkılırdı. İbn Battûta, Ebû Said Bahadır Han zamanında (1317-1335) şahit olduğu böyle bir merasimi nakletmektedir. Bunun yanında bayram merasimlerinde çalınan, ayrıca emîrlere verilen ve yetki ifade eden davullardan da söz etmektedir. Makrîzî, Eyyûbî ve Memlûk hükümdarlarının sefere çıkışlarda, merasimlerde, savaş öncesinde davul çaldırdıklarına ve davulun bu devletlerde yüksek makam ve yetki sembolü olduğuna dair birçok bilgi vermektedir.
Davulun hükümranlık alâmeti olması geleneği, değişik bir şekilde bazı Afrika kabilelerinde de bulunmaktadır. Yukarı Nil bölgesinde, kabilenin resmî davulu reisin evinin önündeki veya köydeki kutsal kabul edilen ağacın altına asılır ve kabile fertleri tarafından ona büyük hürmet gösterilir. Bu âdet, III. yüzyılın başlarında Hun hükümdarlarının otağları önünde beş sancakla birlikte bir davul bulunması geleneğine oldukça benzemektedir. Davulun bütün dünya milletlerinin kültürlerinde, bazan birbirine yakınlık gösteren hasta tedavisi, kötü ruhların kovulması, neşe ve hüznün belirtilmesi, orduların coşturulması ve haberleşme gibi konularda özel bir yere sahip olduğu görülür. Eskiden tellâlların, önemli bir haberi insanların dikkatini çekmek açısından davul eşliğinde duyurmaları âdetti. İbn Cü-beyr. hilâlin görünmesinin Mekke’de emî-rin huzurunda çalınan davullarla ilân edilişi hakkında bilgi vermektedir.
Eski Türkler’de davulun def kadar küçük olanından “hakanî” denilen en büyük tiplerine kadar (köhürge-i hâssa, tüğ-i hâkânî) pek çok çeşitleri vardı ve büyük davullar için genel olarak tablhâne tabiri kullanılıyordu. Eskiden Harput ve Ur-fa civarında yaklaşık 1 m. çapında davulların yapıldığı bilinmektedir[499]. Küçük tipteki davulların en tanınmışı tabl-i bâzdır. Atın eğer kaşına asılan ve doğanla yapılan av sırasında av kuşlarını ürkütüp havaya kaldırmak için çalınan bu küçük davulun savaş sırasında da düşman atlarını ürkütmek maksadıyla kullanıldığı, Dede Korkut hikâyelerinde geçen “tavlumbaz urup atlan ürküttü” ifadesinden anlaşılmaktadır (s. 263).
Evliya Çelebi, IV. Murad’ın huzurundan geçen çalgıcıları sayarken “esnaf-1 meh-terân-ı kûsciyân, esnâf-ı davulciyân. ehl-i hevâ-yı kudüm u küs ve tabl-bâz u dün-belekciyân” gibi ifadelerle dönemindeki davul ve diğer vurmalı sazlar hakkında dolaylı olarak bilgi vermektedir. Davul ve kös. yüksek sesleri ve coşturucu güçleri dolayısıyla savaşta âdeta bir silâh gibi değer kazanmıştır. Osmanlı ordusu, mehter takımının vurduğu “kûs-i rih-let” denilen ritimle yola çıkar, savaşa başlamadan önce çalınan “tabl-ı saf” ile nizama girerdi. “Tabl-ı cengî” veya “kûs-i gaza” askere yön verir, davulların susması ise tuğ ve sancakların tehlikede olduğunu gösterirdi. Gün boyu süren savaşlarda o günkü çarpışmaların bittiği “tabl-ı âsâyiş”, kalenin fethedildigi veya zaferin kazanıldığı “tabl-ı beşaret” yahut “kûs-ı müjde” vuruşlarıyla duyurulurdu. Avrupalılar’ı Özellikle davul ve kös-leriyle korkutan mehter takımı. II. Viyana Kuşatması’ndan (1683) sonra “alla turca” denilen marş ritminde bir müzik türünün doğmasına sebep olmuş ve Haydn, Mozart, Beethoven gibi birçok ünlü besteci “Türk Marşı” adıyla çeşitli orkestra parçaları bestelemiştir. Bu müzik türünde ritmi, bugünkü marşlarda da görüldüğü gibi orkestra enstrümanları arasına o günlerde dahil edilen davul belirler. Senfonik müzikte davul tek tokmakla vurulduğunda top sesini, çift tokmakla ve tremolo tarzıyla (titremeli) vurulduğunda da gök gürültüsünü tam bir başarıyla taklit eder.
Savaşlarda davul çalma olayı çok eski bir gelenek olup bu çalgının heyecan ve cesaret veren sesinden orduyu savaşa teşvik için faydalanılmıştır. Dede Korkut hikâyelerinde “gümbür gümbür” ve “güpür güpür” davullar vurarak düşmanın üzerine yürümekten söz edilir. Cengiz yasasına göre hareket edildiği belirtilen Bâbürnâme’öe, bir öküzün ön ayak kemiğiyle işaret verilince tuğlara kımız serpildiği ve arkasından savaş davullarının çalındığı anlatılır (s. 155). Araplar” -da savaş sırasında orduyu hücuma teşvik için daha çok def çalınmakla beraber Vâkıdî’nin. Uhud Gazvesi’nde Ebû Süfyân’ın karısı Hind yönetimindeki müşrik kadınlarının ellerinde deflerle birlikte “el-ekbâr ya’nî et-tubûl” bulunduğu yolundaki ifadesi ilk nazarda davulun da kullanıldığını akla getirmektedir. Ancak burada tabiin çoğulu olan tubûl kelimesinin “ekbâr”ı açıklamak için yazılması ve özellikle bu çalgının kadınların ellerinde bulunduğunun söylenmesi, söz konusu tabiin davul değil büyük def olduğunu göstermektedir.
Davulun savaşlarda sağladığı bir diğer yarar da yere çakılan iki kazığın üstüne yatay vaziyette ve dengeli biçimde konularak derisinin üzerine serpiştirilen kum ve buğday gibi küçük şeylerin titremesinden düşmanın lağım kazıp kazmadığının anlaşılmasıydı Davul zaman bildirmede de kullanılmıştır. Evliya Celebi XVII. yüzyılda kervansaray, han, bekâr odaları, sur ve şehir kapılarının belirli saatlerde “derbend davulu “nun çalınmasıyla kapatıldığını yazmaktadır. Ramazanlarda sahur vaktinde halkın davulla kaldırılması ise halen sürdürülen bir gelenektir. Cirit, çevgân ve bugün de olduğu gibi yağlı güreş müsabakaları daima davul-zurna eşliğinde yapılmıştır.
Diyanet İslam Ansiklopedisi