Cemaleddin Afgani Kimdir, Hayatı, Hakkında Bilgi

Seyyid Cemâlüddîn Muhammed b. Safder el-Efganî el-Hüseynî (1838-1897) İslâmî uyanışı etkileyen XIX. yüzyıl fikir ve siyaset adamlarından.

Amerika’dan İngiltere’ye kadar Batı-da, Mısır’dan Hindistan’a kadar Doğu’da yaptığı seyahatler, etkilediği şahıslar ve zümreler, karıştığı olaylar ve hareket­ler, geride bıraktığı eserler ve öğrenci­lerle XIX. yüzyıl İslâm dünyasının düşün­ce ve siyaset hayatında önemli yeri bu­lunan Efgânî’nin hayat hikâyesinde hâ­lâ aydınlatılması gereken noktalar mev­cuttur. Bu durum, kendisinin çok hare­ketli bir hayat yaşamış olmasından ve kaynaklarda yer alan bilgilerdeki çeliş­kilerden ileri gelmektedir. Dolayısıyla bu konudaki sağlıklı bilgiler yanında tartış­malı hususların da ayrıntılı bir şekilde verilmesinde zaruret vardır.

Kaynaklar, Efgânî’nin Şaban 1254’te doğduğunu görüş birliği halinde belirtirler. Nerede doğduğu hu­susu ise onun hem milliyeti hem de mezhebiyle ilgili bulunduğundan sonu gelmez tartışmalara konu olmuştur. Ef­gânî’nin Hemedan yakınlarındaki Ese-dâbâd’da dünyaya geldiğini, dolayısıyla İranlı ve Şiî olduğunu ileri sürenler, onun yeğeni olduğunu iddia eden Mirza Lut-fullah Han (o. 1920) isimli İranlı bir ki­şinin Şerh-i Hâl ü Âşâr-ı Seyyid Ce­mâlüddîn adlı eserine, Efgânî’nin İranlı bir dostuna bıraktığı evrakı ihtiva eden Mecmüca-i Esnâd ü Medârik-i Çap Ne-şode… adlı esere, onun İran’a verdiği öneme ve bu ülkeyle İlgili faaliyetlerine, Farsça’yı telaffuz şekline, doğduğu iddia edilen yerde bulunan ak­rabasına, babasının adının Safder olma­sına, başta felsefe ve mantık olmak üze­re tahsil ettiği ve okuttuğu ilimlere ve nihayet bazı belgelerde İranlı olduğunu bildiren kayıtların bulunmasına dayan­maktadırlar. Buna karşılık onun Afga­nistanlı olduğunu, Kabil yakınlarında bu­lunan Kuner kasabasının Esedâbâd kö­yünde doğduğunu iddia edenler de güç­lü deliller ileri sürerek karşı tarafın gö­rüşünü çürütmeye çalışmaktadırlar. Ef­gânî’nin İranlı olduğunu savunanlar ara­sında, bu konuda Özel araştırmalar yap­mış bulunan Nikki R. Keddie, Humâ Pâk-dâmen ve Elie Kedourie, A. Kudsîzâde gibi Doğulu ve Batılı araştırmacılarla Efganî muhalifleri ve Nâsırüddin Şah son­rası İran yönetiminin bazı sorumluları vardır. Efgânî’nin Afganistanlı ve Sünnî olduğunu yahut Şiî olmadığını ileri sü­renler arasında ise onu tutanlar, bir kı­sım talebe ve yakınları ile bazı Batlı araş­tırmacılar yer almaktadır. Muhammed Abduh. Emîr Şekîb Arslan, Abdülkâdir el-Mağribî, Efgânî’nin hatıratını yazan Muhammed el-Mahzûmî, Reşîd Rızâ, M. Ferîd Vecdî. Edîb İshak, Corcî Zeydân, Ab-durrahman er-Râfiî, Abbas Mahmûd el-Akkâd, Ahmed Emîn. Haydar Bammat Mahmûd Kasım, İranlı yazar ve araştır­macılardan Muhammed el-Kazvînî, Murtazâ el-Müderris el-Cihârdihî, İbrahim es-Safâî, Abbas el-Kummî’nin de arala­rında bulunduğu bu grup, Efgânî’nin ya­zılı ve sözlü ifadelerine (bu ifadelerde Af­ganistanlı olduğunu açıkça belirtmiştir], Afganistan tarihiyle ilgili bir kitap yaz­mış olmasına, bu ülkede bulunan akra­ba ve yakınlarına, bazı arşiv belgelerin­de bulunan ve onun Afganistanlı oldu­ğunu gösteren kayıtlara dayanmaktadır. Muhammed Abdülkâdir Ahmed Peşâver’de bulunduğu sırada Efgânî’nin doğ­duğu yere gitmiş, yakınlarını bulmuş, ba­basının adıyla anılan bir tepenin üstün­deki evlerinin izlerini tesbit etmiştir. Cihârdi-hî. karşı tarafın Efgânî ile Hemedanlı Seyyid Cemâleddin el-Vâiz’i birbirine karış­tırmış olabileceklerini ileri sürmüş, as­len Afganistanlı olup İrak’ta ikamet eden Gulâm Hüseyin el-Mûsevî de bir eserini tamamlamak maksadıyla Hemedan ya­kınlarındaki Esedâbâd’a gitmiş, orada bizzat yaptığı araştırma ve soruşturma­lar sonunda Efgânî’nin burada doğdu­ğuna dair hiçbir kesin delil bulunmadı­ğını tesbit etmiştir. Bu gruba göre, Efgânî’nin İran’­da doğduğunu ileri sürenlerin önemli dayanaklarından biri olan Mirza Lutfullah’ın kitabı uydurmadır, nitekim metin tenkidi de bu iddiayı doğrulamaktadır. Bu konuda delil olarak ortaya atılan di­ğer hususlar ise açık ve kesin deliller karşısında birtakım ihtimallerden iba­ret kalmaktadır. Daha kesin deliller or­taya çıkıncaya kadar Efgânî’nin Ahmet Ağaoğlu’na yaptığı şu açıklama tatmin edici kabul edilmelidir: “Benim babam ve annem aslen Merâgalı’dır, fakat son­ra Hemedan’a gelmişler, ben Hemedan’-da doğdum. Fakat ben daha süt emer­ken babamın işleri bozulduğu için Afga­nistan’a hicret mecburiyetinde bulunmu­şuz”. Bu rivayet aynı za­manda Efgânî’nin Azerî Türkü olduğu iddiasına da uygun düşmektedir. Onun seyyid unvanı ve Hüseynî nisbesi, soyunun Hz. Hüseyin’e dayandığı iddiasından kay­naklanmaktadır.

Efgânî on sekiz yaşına kadar Kabil’de kaldı; İlk öğrenimini âlim bir kişi olan babası Safder’den yaptı. Ülkenin meş­hur bilginlerinden dil, tarih, din, felsefe, matematik, tıp ve siyaset alanında ders­ler aldı. Daha sonra tahsilini geliştirmek üzere Hindistan’a gitti. Efganî’nin İranlı ve Şiî olduğunu ileri sürenlere göre ise ilk öğreniminden sonra babası onu Kaz-vin ve Tahran üzerinden Necef e götür­müş, burada meşhur Şiî müctehidi Şeyh Murtazâ el-Ensârî’den ders almış, Irak’­ta dört yıl kaldıktan sonra Hindistan’a geçmiştir. Burada iki yıla yakın bir süre kalan Efgânî Avrupa bilim ve edebiyatı ile tanışmış, eskiden beri zihninde taşı­dığı ıslahat düşüncesi Hindistan’da bi­raz daha netleşmiş ve güç kazanmıştır. Efgânî hac maksadıyla çıktığı yolculuk­ta birçok ülkeye uğradı, çeşitli tabaka­lardan insanlarla görüştü ve 1273 (1857) yılında Mekke’ye ulaşarak hac ibadetini ifa etti. Muhtemelen bu hac mevsimin­de zihninde Haremeyn merkezli bir İs­lâm birliği fikri filizlenmeye başlamıştır. Bir yıl süren hac seyahatinden sonra Af­ganistan’a dönen Efgânî, Dost Muham-med Han’ın iktidarında devlet hizmeti­ne girdi. Muhammed Han’ın 1279 (1863) yılında vefatı üzerine baş gösteren ikti­dar kavgasını Efgânî’nin de destekledi­ği Muhammed A’zam kazandı ve Efgâ-nî’yi de başvezir yaptı.

Muhammed A’zam’ın yönetimini sö­mürgeci emellerine uygun bulmayan İn­gilizler rakibi Şîr Ali’ye malî destek sağ­ladılar. Şîr Ali’nin iktidarı ele geçirmesi üzerine Muhammed A’zam İran’a iltica etti. Efgânî, ülkesinin hürriyet ve bağım­sızlığına zarar verdiğine inandığı İngiliz­lerin dikkatini çekmemek için Hindis­tan’a sıradan bir tacir gibi girmek iste­diyse de başarılı olamadı. Devlet görev­lileri onu göstermelik bir itibarla karşı­ladılar. Fakat Hindistan’a gelişi kısa za­manda duyuldu. Kendisine gösterilen büyük ilgiden rahatsız olan İngiliz yöne­timi ona ülkeyi derhal terketmesini bil­dirdi. Efgânî bunu da vesile yaparak Hin­distan halkına, “Ey müslümanlar! Siz in­san değil de sinek olsaydınız vızıltınız İn-gilizler’in kulaklarını sağır ederdi! Ey Hintliler! Sizler su kaplumbağası olsay­dınız İngiltere adasını yerinden söker denize batırırdınız!…” şeklinde uyarıcı ve cesaretlendirici sözler söyledi. 1870 yılının başlarında Mısır’a giden Efgânî burada kırk gün kadar kaldıktan son­ra Hicaz’a gitme fikrinden vazgeçerek -muhtemelen Sultan Abdülaziz’den al­dığı bir davet üzerine- İstanbul’a hare­ket etti. Henüz İstanbul’a varmadan şöh­reti yayıldığından burada itibar gördü; âlimler, yazarlar ve gençler onun sohbet­lerine katıldılar. Sadrazam Âlî Paşa ken­disini ziyaret etti; ayrıca Fuad Paşa. Saffet Paşa, Münif Efendi ve Hoca Tahsin Efendi ile münasebet kurdu. Meclis-i Kebîr-i Maârife ve Encümen-i Dâniş’e üye olduğu kaynaklarda zikredilirse de ikin­cisine üyeliğini ilgili belgeler teyit etme­mektedir. Kaynak­lar. Efgânî’nin bu gelişinde Yeni Osmanlılar’la da zaman zaman bir araya geldi­ğini kaydetmektedir. Ancak Yeni Osmanlılar’ın Âlî Paşa’nın ölümünden sonra İs­tanbul’a geldikleri dikkate alındığında kendilerinin değil taraftarlarının onunla görüşmüş olabileceğini kabul etmek ge­rekir. 20 Şubat 1870’te Dârülfünûn-ı Os-mânî. müdür Hoca Tahsin Efendi’nin Türkçe, Efgânî’nin Arapça, Aristikli Efen­di’nin Fransızca nutukları ve Şeyh Arif Efendi’nin duasıyla açıldı. Medreseli ule­mâ darülfünuna soğuk bakıyordu. Şey­hülislâm Hasan Fehmi Efendi de Meclis-i Maârifte ileri sürdüğü fikir ve teklifleri sebebiyle Efgânî’ye düşmanca duygular besliyordu. Tahsin Efendi’nin isteği üzerine o yılın ramazan ayında başlatılan halka açık konferanslar arasında Efgâ­nî’nin verdiği bir konferansta felsefe ve nübüvveti de sanatlar içinde sayması muhaliflere bekledikleri fırsatı vermiş oldu. Aslında Efgânî Türkçe’sinin yeter­sizliğini ileri sürerek konferans vermek istememiş, Tahsin Efendi’nin ısrarı üze­rine yazılı bir metin hazırlayarak Maarif Nâzın Saffet Paşa’ya, Münif Mehmed Efendi’ye, Şirvânîzâde Mehmed Rüşdü Paşa’ya göstermiş ve yazı onlar tarafın­dan beğenilmişti. Efgânî konferansında hayatı ve ihtiyaçları bakımından toplu­mu canlı bir bedene benzetmiş, bu ihti­yaçları karşılayan sanatları bedenin or­ganlarıyla, hikmet ve nübüvveti ise ruh ve canla karşılaştırmış, hikmetin mari­fetle elde edildiğini, hakîmin yanılabile-ceğini, bu sebeple dine aykırı sözlerine uymanın doğru olmadığını, peygamber­liğin ise Allah vergisi olduğunu ve onla­ra uymanın gerekli bulunduğunu söyle­mişti. Muhalifler, konferansta söylenen­lerden yalnızca “nübüvvet sanattır” kıs­mını almışlar. Hasan Fehmi Efendi bu yüzden Efganî’yi tekfir etmiş, ders ve­kili Halil Fevzi Efendi de şeyhülislâmı te­yit maksadıyla es-Süyûfü’I-kavâtı’ad­lı bir risale kaleme almıştı. Şeyhülislâm vaiz ve hatiplerle camilerdeki halkı tahrik edi­yor, buna karşı Efgânî’nin savunması ye­tersiz kalıyordu. Bu durumda Âlî Paşa Efgânî’nin ülkeden çıkarılmasına karar verdi. Fitneyi yatıştırmak için konferans­lara son verildi ve Hoca Tahsin Efendi de görevden alındı. O tarihte Adliye nâ­zın olup Saffet Paşa ve Efgânî ile bizzat görüşen, konferans metnini de okuyan Cevdet Paşa. daha sonra Abdülhamid’e sunduğu bir arîzada Efgânî’nin lehinde sözler söylemiş ve olayın bir yanlış anlamadan kaynaklandığını ifade etmiştir. İs­tanbul’dan ayrılışı sırasında kendisini uğurlamaya gelenlerden birinin şeyhülis­lâma ve dolayısıyla dine dokunan bir sö­zü üzerine Efgânî’nin, milletlerin dinsiz de devletsiz de ayakta duramayacağını, bu iki otoritenin esası hak ve gerekli ol­makla beraber dinin hurafelerle, devle­tin de yöneticilerin istibdadı ile bozula-bileceğini, bu durumda ıslahat gerekti­ğini, kanunun sultanın iradesiyle değil halkın hür iradesiyle oluşacağını ifade etmesi onun daha o tarihlerde din, dev­let ve millî irade konularındaki düşünce­sini yansıtması bakımından önemlidir.

Efgânî Mart 1871’de geçici bir süre için ve dinlenmek amacıyla Kahire’ye git­ti; ancak Başvezir Riyad Paşa’nın sıcak ilgisi, kendisine ayda 1000 kuruş maaş ve bir konak tahsis etmesi, etrafını sa­ran talebe ve hayranlarının ısrarı onu Mı­sır’da kalmaya mecbur etti. Efgânî, se­kiz yıl sürecek olan Mısır’daki ikameti sırasında cuma ziyaretleri dışında Ez-her’e gitmiyor, derslerini evinde veriyor ve Posta Kahvehanesi’nde sohbetler ya­pıyordu. Dersleri başlangıçta ilmî iken giderek buna siyaset de eklendi. Hidiv İsmail Paşa müstebid, zalim ve müsrif bir yönetici olduğu, devleti borca batır­dığı ve bu yüzden ülkenin bağımsızlığını tehlikeye soktuğu için Efgânî ona mu­halefet etti; hidivin oğlu Tevfik ile Meh-med Ali’nin oğlu Halim arasındaki reka­bette Tevfik’in tarafını tuttu. Mısır’da ve daha başka yerlerde mason locaları­nın faaliyetleri ve güçleri hakkında bilgi sahibi olduktan sonra kendi amacını ger­çekleştirmek üzere İskoç mason locası­na girdi. Bu locanın siyasete karışmak istememesi üzerine ortaya çıkan sürtüş­me sonunda locadan ihraç edildi. Efgâ­nî bu defa French Grand Orienfa bağlı millî bir loca kurdu. Bu locanın üyeleri kısa zamanda çoğaldı; önemli kişiler, bazı âlimler ve devlet adamları locaya girdiler. Efgânî’nin teklifi üzerine loca iş bölümüne dayalı şubeler kurdu, her şube bir bakanlığı denetleme görevini üstlendi. Yanlış görülen tasarruflar tenkit ediliyor, bu tenkitler toplantılarda ve basın yoluyla halka duyuruluyordu. Bu arada babasının yerine hidiv olan ve kendisi de locaya kayıtlı bulunan Tevfik Paşa, Efgânî’nin ve locasının faaliyetle­rinden rahatsız olduğundan onu görüş­meye davet etti; halkın cehaletini ileri sürerek bu gibi faaliyet ve ıslahatlar için henüz vaktin erken olduğunu söyledi. Ef­gânî ise bu görüşe katılmayarak halka imkân, hürriyet ve meclis yoluyia yöne­time katılma fırsatı verilmesi gerekti­ğini savundu. Tevfik Paşa görüşmeden memnun kalmamakla beraber duygu­sunu gizledi. Diğer taraftan Efgânî’nin faaliyetlerinden rahatsızlık duyan İngiliz hükümeti konsolosları aracılığıyla onun ülkeden çıkarılmasını hidive telkin etti. Bu gelişmeler üzerine hidiv hükümeti yayımladığı bir resmî tebliğde, Cemâleddîn-i Efgânî’nin genç­leri üye yaptığı gizli bir cemiyetin baş­kanı olduğunu ileri sürdü; halkın onun­la görüşmesini yasakladı ve ülkeden çı­karılmasını emretti. Böylece Efgânî’nin sekiz yıllık Mısır ikameti geride önemli izler, talebeler ve takipçiler bırakarak sona ermiş oldu.

Efgânî üçüncü defa Hindistan’a yönel­di, Haydarâbâd’da tabiatçılığa (neyçeriyye) reddiye konulu bir kitap yazdı. Efgânî, Seyyid Ahmed Han’ın zaman zaman di­nî konularla ilgili pozitivizmi andıran mo­dern açıklamalarının yayılmasından İs­lâm birliğinin zarar gördüğünü, bundan da İngilizler’in faydalandığını düşünü­yordu.

Hilâfet konusunda bir başka kitap da­ha yazdığı, fakat kitabın müsadere so­nucu kaybolduğu zikredilir. İngilizler, bir yandan Mısır’da patlak veren Urâbî Pa­şa isyanını bastırmak üzere 1882 yılının sonlarında oraya asker çıkarırken öte yandan Hindistan yönetimine baskı ya­parak, Mısır isyanının başanlı olmasını sağlamak üzere Hindistan halkını İngilizler’e karşı isyana çağırdığına dair hak­kında istihbarat aldıkları Efgânî’nin Kal-küta’ya getirilip gözetim altına alınma­sını sağladılar. Mısır’da İsyanın bastırıl­ması ve İngilizler’in orada hâkimiyeti ele almaları üzerine Efgânî Hindistan’dan sınır dışı edildi. Başka bir telakkiye gö­re ise Efgânî kendi isteğiyle İngiltere’­ye, oradan da Paris’e gitti.

Hindistan’a ikinci gelişiyle başlayıp son ayrılışı ile noktalanan hayatının bu ikinci döneminde Efgânî hedeflerini nisbeten dar bir sınır İçinde gerçekleştirme­ye çalışmıştır. Bu merhalede ilmî kişiliği siyasî kişiliğinin önündedir. Eğitim ve öğretimin kitleye yayılması, dinin çağın gereklerine göre yorumlanması ve etkili kılınması, halkın yönetime katılması, is­tibdada karşı mücadele ve yabancıların sömürge politikasına karşı direnme onun başlıca meşguliyet alanları olmuştur.

1883’te başlayıp vefat ettiği 1897 yı­lına kadar süren üçüncü dönem de Ce­mâleddîn-i Efgânî’nin düşünce ve faali­yet alanı, din ve siyaset meseleleriyle bü­tün İslâm ülkelerinin ortak problemleri­ni bir bütün olarak İçine almaktadır. Ef­gânî, önceki dönemlerde belli ülkeleri yabancı boyunduruğundan kurtarmak üzere millî şuuru uyandırmaya, vatan sevgisini güçlendirmeye çalışırken bu dönemde bütün İslâm ülkeleri arasında sağlam bağların kurulması, çok yönlü dayanışmanın sağlanması ve böylece bir­likte hürriyet ve bağımsızlığı elde ede­rek bir müslümanlar birliği idealinin ger­çekleşmesi için çaba göstermiştir. Efgâ­nî’nin Hindistan’dan ayrıldıktan sonra Amerika’ya gittiği, önce Amerikan va­tandaşlığına geçmek istediği, fakat bun­dan vazgeçerek birkaç ay sonra Lond­ra’ya gittiği şeklinde bir rivayet varsa da bunun doğruluğu şüphelidir. İngiltere’ye gi­den Efgânî burada fazla kalmadı, hemen Paris’e geçti. Daha önce kendi yönlen­dirmesiyle Mısırlı ve Hindistanlı taraftar­larınca kurulmuş bulunan el-Urvetü’l-vüskâ adlı cemiyetin “hür bir ülkede en şerefli dil ile (Kur’an dili)” çıkarmaya ka­rar verdiği bir gazetenin başına geçti. Cemiyetin adını taşıyan gazetenin baş­yazarlığını yapması için Mısır’dan tale­besi ve dostu olan Muhammed Abduh’u, o günlerde sürgünde bulunduğu Beyrut’­tan Paris’e davet etti. Efgânî ve Abduh’un bir esasa bağlayıp geliştirdikleri cemi­yetin amacı, kuracakları şubeler ve kay­dedecekleri üyelerin yardımıyla gazete­yi çıkarmak, dağıtmak, bu yoldan müslümanların uyanmasını, Doğu’nun ken­dine gelip sömürgecilerden kurtulması­nı, İslâm ülkelerinde çağın gerektirdiği ıslahatın yapılmasını sağlamaktı. Cemi­yet gizlidir ve üyeler cemiyete girerken gizlilik ilkesine uyacaklarına. te”vilsiz ve saptırmasız Kur’an ile amel edecekleri­ne, İslâm kardeşliğini ihya için çaba har­cayacaklarına yemin etmektedirler. Kı­sa zamanda birçok yerde şube açan cemiyet, üyelerinden topladığı nakdî yar­dımlarla masraflarını karşılayarak ga­zeteyi parasız olarak dağıtmıştır. Bu ce­miyetle gazetenin Batı’da ve Doğu’da önemli etkileri olmuş, kayda değer tep­kiler alınmıştır. Bu arada İngilizler Efgâ-nî’yi İngiltere’ye davet etmişler, Sudan’­da ortaya çıkan Mehdî hareketinin bas­tırılması, Ruslar’a karşı Türkiye. İran ve Afganistan’dan oluşan İslâm ülkeleriyle İngiltere arasında bir ittifak yapılması­nın temini gibi konulan görüşmüşlerdir. İkinci bir davete Efgânî Muhammed Abduh’u göndermiş ve bu defa daha ziya­de Mısır meselesinin çözümü üzerine gö­rüşmeler yapılmıştır. İngiltere, söz ko­nusu gazetenin İslâm ülkelerine girme­sinin kendi sömürge politikasına zarar vereceğini düşünerek Mısır. Hindistan ve hatta Osmanlı ülkesinde gazetenin yasaklanması için teşebbüslerde bulun­muştur. Mısır hükümeti bu yönde karar alarak gazeteyi yasaklamış ve bulunduranlar için ağır para cezası koymuştur. İlk sayısı 13 Mart 1883’te yayımlanan el-‘Urvetü’l-vüş-kâ, çeşitli baskılar ve engeller yüzünden ancak on sekiz sayı çıkarılabiliri iştir. Gazete kapanınca Mu­hammed Abduh Beyrut’a dönmüş, Efgâ­nî ise bir süre daha Paris’te Kalmıştır.

Gerek ei-‘Urveü’i-vüştâ’da gerek­se bazı Avrupa gazetelerinde çıkan ya­zıları ve gazetelere yansıyan Ernest Renan’la tartışması sebebiyle şöhreti ar­tan ve Paris’te saygı gören Efgânî prog­ramı gereği yeniden seyahate karar ver­di; bu sırada İran Şahı Nâsırüddin’den aldığı davet üzerine Arabistan’a yapa­cağı seyahatten vazgeçerek İran’a git­ti. Başlangıçta şah ve ileri gelen devlet adamları ona ilgi gösterdiler; şah ken­disini özel müşaviri yaptı ve Harbiye Ne­zâreti ile ilgilenmesini istedi. Ayrıca İran­lı aydınlar Efgânî’nin çevresinde topla­narak fikirlerinden faydalandılar. Efgâ­nî şahla görüşmelerinde ve özel sohbet­lerinde ülkede, değişiklik istediği ve özel­likle halkın yönetime katılmasını telkin ettiği için şaha ters düştü. Kendisine bir komplo hazırlanacağını hissetti ve ülke­den ayrılmak için izin istedi. Efgânî’nin bu defa hedefi Rusya idi.

1886-1889 yılları arasında Rusya’da kalan Efgânî’nin buradaki faaliyetleri ay­rıntılı olarak bilinmemektedir. Genel çer­çevede Ruslar’ı Osmanlı Devleti, Afganis­tan ve İran’ın da yardımlarıyla Hindis­tan’a sefer ederek orada İngiliz idaresine son vermeye teşvik etmiş, Ruslar’ın hâkimiyeti altında bulunan 30 milyon müslümanın haklarını savunmuş, başta mushaf olmak üzere bazı dinî kitapların basılması İçin çardan izin almıştır. Bu faaliyetler çan da rahatsız ettiğinden il­gililere Efgânî’nin ülkeden ayrılmasını telkin etmelerini istedi, o da Rusya’dan aynlarak Paris fuarını görmek üzere yo­la çıktı. Münih’e vardığında İran Şahı Nâsırüddin ile karşılaştı, şah onu başvezir yapmak üzere İran’a davet etti. Şahın ıs­rarı üzerine bu daveti kabul ederek ikin­ci defa İran’a gitti. Efgânî yönetime kar­şı tenkitlerini ve ıslahat tekliflerini sür­dürünce yine şahın gözünden düştü. Do­kunulmaz bir yer olan Şah Abdülazîm Türbesi’ne sığındı, burada ders ve tel­kinlerine devam etti. Şah mekânın do­kunulmazlığını çiğneyerek bir bölük as­ker vasıtasıyla Efgânî’yi çetin kış şartla­rında buradan aldırdı ve Basra yakının­da sınır dışı etti. Efgânî bu tarihten İti­baren şah aleyhinde çok ağır sözler söy­lemiş, tahriklerde bulunmuş, bu yüzden de daha sonra şahın öldürülmesinden sorumlu tutulmuştur.

Osmanlı ülkesine dahil bulunan Bas­ra’ya gelen Efgânî burada bir yandan tedavi görmüş, öte yandan İran ulemâsıyla temas kurarak şahın yabancılara verdiği imtiyazlara karşı direnmelerini istemiş, bu gayretin tütün imtiyazının kaldırılmasında önemli tesiri olmuştur. 1891’de Basra’dan tekrar Londra’ya gi­den Efgânî Londra’da yazılar yazdı, çe­şitti İngiliz gazetelerinde ve çıkmasında etkili olduğu Ziyâü’l-hâfikayn adlı haf­talık dergide İran şahı aleyhine yazılar kaleme aldı, ayrıca ileri gelen Şîa ulemâ­sına mektuplar göndererek şahın hal’e-dilmesini istedi. Şah çeşitli yollardan onun gönlünü almaya çalıştıysa da bu­na muvaffak olamadı. Bunun üzerine II. Abdülhamid’e başvurarak Efgânî’yi İs­tanbul’a celbedip göz altında tutmasını talep etti. Ancak sultanın onu İstanbul’a davet etmesini bu isteğe bağlamak isa­betli bir yaklaşım değildir. Efgânî 1870li yıllardan itibaren Suttan Abdülhamid’e yaklaşmak için vesileler aramış, onun dü­şünce ve politikasına uygun bir tavır içi­ne girmiş, 1880’den önce kendisine mek­tup yazarak İslâm birliği davasını ger­çekleştirmek üzere yardım vaadinde bulunmuştur. Sultan Abdülhamtd de Efgânî’nin şöhret, tesir ve kabiliyetlerini göz önü­ne alarak ondan istifade edebileceğini düşünmüştür. Nihayet Efgânî, Londra Sefiri Rüstem Paşa aracılığı ile İstanbul’a davet edildi; birincisinde mazeret beyan ettiyse de ikinci davete icabet ederek İs­tanbul’a geldi. İstanbul’da iyi karşılan­dı; sultan tarafından kendisine Teşviki­ye’de bir ev, araba, at verildi ve yüksek bir maaş bağlandı. Ayrıca saraydan bir kızla evlendirilmek istendi, fakat kendi­si bunu kabul etmedi. Efgânî kısa za­manda yeni bir çevre edindi; âlimler, edipler, siyasîlerin meclisine devam et­ti; bilhassa ramazan gecelerinde sahu­ra kadar süren sohbetlere katıldı. Bu arada Abdülhamid’in isteği üzerine İs­lâm birliği ve Şiî- Sünnî yakınlaşmasının yollan konusunda bir rapor hazırladı (da­ha önce de bu konularda ilgililere mektup­lar yazmıştı). Bu amaçla kurulan bir ce­miyetten faydalanarak Şiî-Sünnî yakın­laşmasını ve ittihâd-ı İslâm’ı teşvik eden mektuplar yazdı ve yazdırdı. 600ü bu­lan bu mektuplara 200 kadar cevap gel­miştir. Ancak Hindistan ve Afganistan’a yönelik bu nevi faaliyetlerden İngilizler’in rahatsız olarak sultana baskı yapmala-n. Efgânî’nin Jön Türkler’le teması, jur­naller. İran şahının öldürülmesinde onun da parmağının bulunduğu ithamı, Ab­dülhamid’in Şiîlik’le itham edilme kor­kusu gibi âmiller bu çalışmaları olum­suz etkiledi; giderek sultan onunla iliş­kisini azalttı; sıkı bir göz hapsi uygulan­dı ve ülkeden ayrılma isteği geri çevril­di. Bununla birlikte şahın katlinden son­ra İran’ın, kendi tebaasından olduğunu ileri sürerek onu ısrarla istemesine olum­lu cevap verilmemiş, İran tebaasından olması iddiası yerinde görülmemiş ve kendisine misafir muamelesi yapılmış­tır. Hâtıralara göre Sul­tan Abdülhamid Efgânî ile iş birliğine devam edememiş olsa da hayatının so­nuna kadar onu korumuş, takdir etmiş ve kendisini “ictihad sahibi büyük âiim” olarak değerlendirmiştir. Efgânî yakalandığı kanserden kurtula­mayarak 9 Mart 1897’de İstanbul’da ve­fat etti ve Maçka’da Şeyhler Mezarlığı’-na defnedildi. Şimdiki içi boş kabri, 1926 yılında Charles Cron adlı bir Amerikalı tarafından yaptırılmıştır. 1944 yılında Afganistan hükümetinin isteği üzerine kemikleri nisbet edildiği yere (Afganis­tan) nakledilmiştir.

Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski