Devşirme Nedir, Devşirme Sistemi Hakkında Bilgi

Devşirme. Osmanlı Devleti’nde çeşitli hizmetlerde kullanılmak üzere Osmanlı tebaası bazı hıristiyan çocuklarının bir kanun dahilinde toplanması işi.

I. Murad döneminde kurulan Yeniçeri Ocağına asker temini için önce pençik kanunu gereğince gayri müslim genç sa­vaş esirlerinden faydalanılmış, fakat za­manla fetihlerin azalması, Ankara Savaşı’ndan sonra da bir süre durması yü­zünden devşirme yoluna başvurulmuş­tur. Daha önceki İslâm devletlerinde gö­rülmeyen bu usulün Çelebi Mehmed za­manında (1413-1421) uygulandığı, ancak oğlu II. Murad devrinde (1421-1451) ka­nunlaştığı anlaşılmaktadır.

Kapıkulu ocaklarının nefer ihtiyacı ye­niçeri ağası tarafından belirlenir ve Dîvân-ı Hümâyun’a arzedilirdi. Buradan çı­kacak karara göre sekiz-yirmi yaş ara­sındaki gençlerden durumları elverişli olanlar devşirilirdi. Devşirme işi ihtiyaca göre üç, beş veya yedi yılda bir yapılırdı. Bu işin birinci derece sorumlusu yeniçe­ri ağası idi; ondan sonra Acemi Ocağı ağası gelirdi. Devşirme başlangıçta bey­lerbeyi, sancak beyi ve mahallî kadılar gibi ilgili bölgenin mülkî âmirleri tarafın­dan yapılmıştır. Fakat zamanla bunların görevlerini kötüye kullanmaları üzerine Fâtih Sultan Mehmed döneminde dev­şirme işi bir esasa bağlanmış ve mer­kezden devşirme memurları gönderilmeye başlanmıştır. Bu memurlar başta turnacıbaşı olmak üzere saksoncubaşı, zağarcibaşı, haseki vb. Yeniçeri Ocağı’-nın yöksek rütbeli yayabaşılanndan olur, maiyetlerinde de bir kâtip bulunurdu. Devşirme memurunun elinde işini nasıl yapacağını bildiren talimatname niteli­ğinde bir padişah fermanı ile devşirme yapılacak yerle­rin kadılarına yazılmış yeniçeri ağasının imzasını taşıyan bir mektup bulunurdu. Devşirme işi suistimale çok müsait ol­duğundan görevini kötüye kullanan, ya­ni rüşvet karşılığında kanunun uygun görmediği kişileri veya birinin yerine bir başkasını devşiren memurlar şiddetle cezalandırılırdı. Nitekim Trabzon’da sahte padişah fer­manı İle devşirme yapmaya kalkışan iki kişi elleri kesilmek suretiyle cezalandı­rılmıştır. Devşirme ile görevli memurlar, padişah fermanı ve yeniçeri ağasının mektubu çerçeve­sinde işlerinde tamamen serbesttiler. Sancak beyi, kadı, timar sahibi vb. ma­hallî görevliler de devşirme memurunun işini kolaylaştırmakla yükümlü idiler.

Devşirme kanununda toplanacak ço­cukların nitelikleri belirtilmiştir. Buna gö­re hıristiyan çocuklarının asilleri, papaz oğulları, iki çocuktan sadece biri, birçok çocuğu bulunan ailenin en sağlıklı çocu­ğu seçilir, tek oğlu olanın çocuğu alın­mazdı. Annesiz babasız çocuklar, aç göz­lü oldukları bilinenler ve yüzü gözü açıl­mış olabileceği düşüncesiyle köy kethü­dasının oğlu da devşirilmezdi. Aynı şe­kilde sığırtmaç ve çoban çocukları ile kel, fodul, köse ve doğuştan sünnetlilerle şe­hir çocukları toplanmazdı. Evlenmiş ve sanat sahibi olmuş çocuklarla aşın de­recede uzun ve kısa boylular da devşi-rilmeyenler arasındaydı. Ancak uzun boy­lu çocuklardan endamı düzgün olanlar sadece saray için alınabilirdi. Fâtih Sul­tan Mehmed zamanında kendi istekle­riyle topluca müslüman olan Bosna hal­kının çocukları ise babalarının ricası üze­rine, bu davranış­larının mükâfatı olarak sadece saray ve özellikle Bostancı Ocağı için devşirilirdi. Nitekim Bosna-Hersek ve Kilis sancakları kadılarına 25 Ağustos 1S73 tarihinde gönderilen bir fermanda, bu bölgelerden oğlan devşir­mekle görevli Anadolu Ağası Ferhad’ın hem hıristiyan hem müslüman reayadan devşirme yapmasına engel olunması em­redilmiştir.

Devşirme kanunu bazı mükellefiyet­ler yüzünden her yerde uygulanmazdı. Başlangıçta daha ziyade Rumeli’de Üsküp. İştip, Köstendil, Prizren, Görice, Sa-makov. Prebol, Taşlıca, Ergirikasrı, Yan-ya, Pirlepe. İşkodra, Ohri, İpek, Dukakin, Novasin, Manastır, Mostar, İzvornik, Bö-ğürdelen, Horpeşte gibi yerlerde tatbik edilmiştir. XV. yüzyılın sonlarından itiba­ren Erzurum, Harput, Diyarbekir, Bursa ve İstanbul civan dışında Anadolu’da da uygulanmıştır. Devşirme yapılmayacak bölgeler halkının elinde devşirmeden mu­af olduklanna dair hükümler bulunur­du. Genellikle derbendcilerden, maden işçilerinden, mî­rî inşaat işçilerinden devşirme yapılmaz­dı. Devşirme için Arnavut, Boşnak, Rum, Bulgar, Sırp ve Hırvat çocukları tercih edi­lir, Türk, Kürt, Acem, Rus, yahudi, Gür­cü ve Çingene çocuklan devşirilmezdi. Ermeniler’den ise sadece saray için çok az devşirme yapılmıştır.

Devşirme memuru gittiği yerlerde del-lâllar vasıtasıyla devşirme için geldiğini İlân ettirir, sekiz-yirmi, Özellikle de on dört-on sekiz yaşlan arasındaki hıristi­yan çocuklarının kaza merkezinde top­lanmasını sağlardı. Hıristiyan çocukları, vaftiz defterleri yanlarında olduğu hal­de babalan ve papazlarıyla birlikte top­lantı yerine gelirlerdi. Vaftiz defterlerini inceleyen devşirme memuru çocuklan bizzat görerek kanuna ve talimata uyanlan ayırırdı. Genellikle her kazada kırk haneden bir oğlanın alınması âdet idiy­se de bu sayı daha ziyade ihtiyaca göre belirlenirdi. Devşirilen çocukların köyü, kazası, babasının, annesinin ve bağlı ol­duğu sipahinin veya ait olduğu vakıf ve­ya çiftlik sahibinin adı, doğum tarihi, göz rengine varıncaya kadar bütün eşkâli ve kendisini devlet merkezine götürecek memurun adı iki ayrı deftere yazılırdı. “Eşkâl defteri” denilen bu defterlerden birini devşirme memuru, diğerini ise dev­şirilen çocukları merkeze sevkeden ve kendisine “sürücü” denilen memur saklar, sürücü götürdüğü efradı bu defter­le birlikte teslim ederdi. Devşirilen ço­cuklara giydirilen kızıl abâ ile kırmızı kü­lahın bedeli, “hil’at-bahâ” veya “kul ak­çesi” adıyla devşirme yapılan bölge rea­yasından alınırdı. Başlangıçta çocuk ba­şına 90-100 akçe olan bu miktar daha sonra 300, hatta 600 akçeye kadar yük­selmiştir. Devşirme işiyle görevli kişile­rin belirli ücretleri de yine ilgili bölge hal­kından tahsil edilirdi.

Devşirilen çocuklar, “sürü” denilen 100-200 kişilik kafileler halinde sürücülerin idaresinde devlet merkezine gönderilir­di. Yolda kaçmamaları ve özellikle müs­lüman Bosnalı sünnetlilerin arasına ya­bancıların karışmaması için sıkı tedbir­ler alınırdı. Dev­şirme sürüsünün İçine karışmış yaban­cıya “saplama” denilirdi. Sürü içine ya­bancı birinin karıştığı tesbit edilirse sü­rücüler şiddetle cezalandınlırdı. Nitekim Kanunî Sultan Süleyman zamanında ye­niçeri ağalarından Pertev Mehmed Paşa şüphelendiği bir sürünün tamamını top­haneye vermiş, hiçbir neferi acemiliğe almamış, görevinde ihmali görülen dev­şirme memuru da kale dizdarlığı ile cezalandırılmıştır.

İstanbul’a götürülen devşirme oğlan­ları, Ağakapısı’nda yeniçeri ağası tara­fından kontrol edilir ve eşkâl defterine yazılırdı. Ardından sünnet edilen çocuk­lara müslüman-Türk adlan verilirdi. Dev­şirilen gençlerin üzerindeki cizye vergi­si düşerdi. Sürüden saray için ayrılacak olanları ya yeniçeri ağası arzeder veya saray ağası seçerdi. Bunlar önce Edirne, Galata veya İbrahim Paşa saraylarında eğitilir, aralarından kabiliyetli olanlar Top-kapı Sarayı’na alınır, diğerleri ise kapıku­lu süvari bölüklerine verilirdi. Gürbüzce olanlar Bostancı Ocağı İçin ayrılırdı.

Ağakapısı’nda yoklaması biten dev­şirme sürüsü, Anadolu ve Rumeli ağa­lan tarafından küçük bir ücret karşılı­ğında geçici bir süre için Anadolu ve Ru­meli’deki Türk köylülerinin yanına veri­lirdi. Rumeli’den devşirilen-ler Anadolu’ya, Anadolu’dan devşirilen-ler Rumeli’ye gönderilir, böylece yaşı bü­yük olanlann kaçması önlenmiş olurdu. Firar edenler ise hemen yakalanıp yer­lerine gönderilirdi. Anadolu’daki devşir­melerden Anadolu ağası, Rumeli’deki-lerden ise Rumeli ağası sorumluydu. Ket­hüdalar zaman zaman Türk köylüsünün yanında bulunan çocuklan teftiş eder­lerdi. “Türk’e verme” (Türk üzerine verme) denilen bu uygulama ile devşirme oğlan­ları bir yandan ziraatle uğraşarak üreti­me katkıda bulunur, bir yandan da Türk­çe’yi. Türk-İslâm âdet ve geleneklerini öğrenirlerdi. Zamanı gelince de yeniçeri ağasının arzı ve Dîvân-ı Hümâyun’da alı­nan kararla İstanbul’a getirilirlerdi. Bu­rada eşkâl defterine bakılarak kontrol­den geçirilen devşirme oğlanları daha sonra Acemi Ocağı’na kaydedilirdi. Bu kayıttan sonra “acemi oğlanı” adını alan devşirmelere önce 1, daha sonra da 2’şer akçe yevmiye verilirdi. Ancak XVII. yüzyıl­da Türk’e verme usulünden vazgeçildiği anlaşılmaktadır.

Devşirme kanununun ihlâli Yeniçeri Ocağı’nın bozulmasına sebep olmuştur. XVI. yüzyıl sonlarından itibaren yeniçeri oğullarının “kuloğlu” adıyla kabul edil­mesi, dışarıdan da “kul kardeşi” ve “ağa çırağı” adlan altında kanuna aykırı ola­rak Yeniçeri Ocağı’na alımlar yapılması, devşirme işlerinin gevşemesine yol aç­mıştır. Yine bu dönemde devşirme işine rüşvet karış­mıştır. XVII. yüzyılda, özellikle IV. Murad zamanında devşirme işi ıslah edilmeye çalışılmışsa da bu yüz­yıl ortalarından itibaren artık devşirme pek yapılmamıştır. XVIII. yüzyıl başların­da ise sadece saray için 1000 kadar oğ­lanın devşirildiği görülmektedir. Ahmed Cevad Paşa son devşirmenin 1751 yılın­da yapıldığını belirtmektedir.

XV. yüzyılın ilk yarısından XVII. yüzyıl sonlarına kadar yaklaşık iki buçuk asır kadar süren devşirme işlemi kanuna uy­gun olarak yapıldığında iyi sonuçlar ver­miştir. Nitekim 1584-1587 yılları ara­sında İstanbul’da bulunan Venedik elçi­si Lorenzo Bernado, “Sadece devlet ida­resinin değil koca imparatorluğun or­dularına kumanda yetkisinin de ellerine verildiği kişiler ne dük ne marki ne de konttur. Hepsi çobanlıktan gelme sıra­dan insanlardır. Bu sebeple biz Venedik-liler’in de padişahın yaptığını yapmamız­da isabet vardır. Padişah bu adamlardan en iyi kaptanları, sancak beylerini, bey-lerbeyileri yetiştirerek onlara şan ve iti­bar kazandırmıştır” diye­rek devşirme sisteminin başarılı bir uy­gulama olduğunu ifade etmiştir. Gerçek­ten küçük yaşlarda toplanıp sıkı bir eği­timden geçirilen devşirme oğlanları, ka­biliyet ve biraz da talihlerine göre en yüksek mevkilere kadar çıka biliyorlardı. Fâtih Sultan Mehmed tarafından Türk asıllı Çandarlı ailesine vurulan darbeden sonra birkaç istisna dışında hemen bü­tün veziriazamlar devşirmelerden tayin edilmiştir. Bunların arasından Mahmud, Gedik Ahmed, Makbul İbrahim, Sokullu Mehmed, Ferhad, Lala Mehmed, Kara Murad, Kemankeş Mustafa paşalar ve Köprülü ailesinden değerli sadrazamlar çıkmıştır.

Devşirme sisteminin İslâm hukukuna uygun olup olmadığı meselesine gelince, bu husus daha ziyade Batılı araştırmacılar tarafından tartışılmıştır. Bazı şar­kiyatçılar, zimmî çocuklarının zorla alın­masının onların hukukuna tecavüz oldu­ğunu ve İslâm hukukuna aykırı bulun­duğunu ileri sürerken bazıları bu uygulamayı da­ha önceki İslâm devletlerinde görülen gulâm sisteminin devamı kabul etmiş­lerdir. Wittek ise devşirmelerin daha ziyade Slav, Boş­nak ve Bulgarlar’dan toplandığını belir­terek bunların İslâmiyet’in ortaya çıkı­şından (VII. yüzyıldan) sonra Hıristiyan­lığı kabul eden kavimler olduğunu. Şâfıî mezhebine göre zimmî sayılamayacak­larını, dolayısıyla zimmîler gibi kendi din­lerini koruyarak İslâm ülkesinde yaşa­ma hakları bulunmadığından ailelerin­den alınıp devşirme olarak yetiştirilme­lerinin en azından Şafiî mezhebi açısın­dan İslâm hukukuna aykırı olmadığını ileri sürmektedir.

VVittek tarafından savunulan bu görü­şün Osmanlılar’ca dikkate alındığını söy­lemek güçtür. Zira Osmanlılar sadece Slav, Boşnak ve Bulgarlar’dan değil İs­lâm’ın zuhurundan önce hıristiyan olan, dolayısıyla Şâfîrye göre de Ehl-i kitap sayılan Rum ve Ermeniler’den de dev­şirme yapmışlardır. Devşirme uygulama­sını köle sistemiyle bağdaştırmak da zor­dur. Çünkü devşirmeler, hür oldukların­da tereddüt bulunmayan gayri müslim tebaanın çocuklarıdır. Bunlara “kul” veya “gılman” denilmesini, padişahın hassa askeri olmalarıyla izah etmek gerekir. Hatta bazı eserlerde Osmanlı tebaası olan herkes “padişahın mutî kulu” olarak nitelendirilmektedir. Dev­şirme uygulamasında hukuk bakımın­dan üzerinde durulacak iki mesele var­dır. Devşirmelerin rızâları dışında ailelerinden alınmaları ve müslümanlaştırıl-maları. İslâm devletiyle gayri müslim te­baa arasında yapılan zimmet akdiyle dev­let gayri müslimlerin can ve mal güven­liğini garanti altına almakta, zimmîler de bunun karşılığında İslâm devletinin genel düzenine uymayı ve cizye ödeme­yi kabul etmektedirler. Cizyenin kadın, çocuk, ihtiyar, hasta, rahip gibi kimse­lerin dışındaki şahıslardan, yani bilfiil muharip olabilecek kimselerden alındı­ğına bakılırsa bir anlamda harbe iştirak etmeme karşılığında tahsil edildiği söy­lenebilir. Ancak devletin ihtiyaç duydu­ğu zamanlarda zimmîlerden cizye almak­tan vazgeçip onların fiilen asker olarak hizmet etmelerini istemesini de meşru kabul etmek gerekir. Bu konuda İslâm devletinin ihtiyaca göre bir takdir hak­kının bulunduğu söylenebilir. Aksi bir çözüm, yani zimmîlerin rızâları dışında askere alınmasını reddetme, hâkim du­rumda olan devletin zimmîler karşısın­da âciz kalması sonucunu doğuracaktır. Buna göre Osmanlı Devleti’ndeki devşir­me uygulamasını zimmîlerden istenen mecburi askerlik hizmeti olarak yorum­lamak mümkündür. Devşirme olarak fi­ilen hizmet edenlerden cizye alınmaması da bu yorumu güçlendirmektedir. İmam Mâlik ve Ahmed b. Hanbele göre as­kerlik hizmeti müsiümanlara has ise de Ebü Hanîfe ve ŞâfFye göre İslâm ordu­sunda gayri müslimler de istihdam edi­lebilir. Hz. Peygamber devrinde ve daha sonraki dönemlerde benzer uygulama­lara rastlamak mümkündür.

İdrîs-i Bitlisi bu noktada daha farklı bir yorum yapmaktadır. Ona göre Os­manlı toprakları savaşla (anveten) alınmış olduğundan sakinleri köle sayılır. Dolayısıyla devşirme usulüyle bunlardan faydalanılması mümkündür. Ancak bu görüşün tutarlı olduğunu söylemek güç­tür. Zira Osmanlılar’ın savaş yoluyla al­dıkları topraklardaki insanları köle say­dıklarına dair hiçbir delil yoktur. Aksine bu insanların hür zimmîler olarak kabul edildiğini gösteren birçok delil vardır. Kendilerinden cizye alınması ve huku­kî tasarruflarında serbest bırakılmaları bunların başında getir. İdrîs-i Bitlisinden bu konuda alıntılar yapan Hoca Sâded-din Efendi, herhalde gayri müsiimlerin köle oldukları yorumuna katılmadığı için bu kısmı eserine almamıştır.

Devşirmelerin ailelerinden alındıktan sonra müslümanlaştırılıp sünnet edil­melerine gelince. Osmanlı hukukçuları bu uygulamayı Hz. Peygamber’İn, “Her doğan çocuk fıtrat üzerine doğar; daha sonra anne ve babası onu yahudileşti-rir. Nasrânîleştirir ve Mecûsîleştirir” mealindeki hadise dayandırmaktadırlar. İslâm âlimleri burada “fıtrat”ı “hak din” olarak anlamakta ve kelimenin Kur’an’da da bu anlamda geçtiğini söylemektedirler. Devşirmele­rin genellikle sekiz-on sekiz yaşları ara­sında toplandığı dikkate alınırsa bura­da hıristiyanların zorla din değiştirme­leri değil, henüz bir dinle yükümlü olma­mış (Ebû Hanîfe’ye göre erkeklerin bulû­ğunda üst sınır on sekiz yaştır) kimselerin

anne ve babalan tarafından hıristiyan-laştırılmadan önce hak dini benimse­melerini sağlama gayretinin söz konusu olduğu anlaşılır. Devşirme kurumu­nun Osmanlı Devleti için sağladığı fay­dalar, Osmanlı ulemâsınca VVittek’in de ifade ettiği gibi za­ruret ve örf kavramı içerisinde değer­lendirilmiş ve özellikle müslümanlaştarma konusunda yerleşmiş olan İslâmî anlayışın zorlanmasına itiraz edilme­miştir.

Yine bazı müsteşriklerin devşirme sis­temini doğrudan doğruya İslâmlaştırma ve Türkleştirme olarak değerlendirme­leri de tutarsız görün­mektedir. Zira bu sistem öncelikle as­kere olan ihtiyaçtan doğmuştur. Eğer amaç Türkleştirme olsaydı daha kuruluş yıllarında bu yola başvurulurdu. Ayrıca Osmanlılar doğrudan bir İslâmlaştırma politikası takip etselerdi sınırlan içinde­ki toplulukların hemen tamamının müslüman olması gerekirdi. Aksine Osman­lılar Ortodoksluğu ihya etmekle kendi tebaasının din ve vicdan hürriyetine say­gı göstermiş, gayri müslim halka zimmî muamelesi yapmıştır. Türkleştirme ve İslâmlaştırma iddiasını mesnetsiz bıra­kan bir başka delil de devşirme kanu­nunun XV. yüzyıl ortalan gibi oldukça geç bir dönemde tamamen zaruretler­den kaynaklanmış olmasıdır. Düzenli ola­rak XVI. yüzyılın son çeyreğine kadar (yaklaşık 150 yıl) uygulanan sistem za­manla gevşemiş, kapıkulu ocaklannın nefer ihtiyacı daha ziyade kuloğlu ve ağa çırağı denilen kimselerden karşılanmış­tır. Osmanlı Devleti’nin ömrüyle kıyas­landığında 150 yıl gibi fazla uzun olma­yan süre içinde ise devşirme her yıl de­ğil birkaç yılda bir veya askere ihtiyaç duyuldukça yapılmıştır. Devşirmelerin eğitildiği acemi ocaklarının mevcudu­nun hiçbir devirde 10.000 kişiyi geçme­diği göz önüne alınırsa İslâmlaştırma politikasının ne derece geri planda kal­dığı daha iyi anlaşılır. Osmanlılar’ın fet­hettikleri yerleri Türkleştirmek ve İslâm­laştırmak için iskân ve sürgün gibi da­ha değişik yöntemler uyguladıkları bilin­mektedir.

Diyanet İslam Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski