Ebû Saîd Fazlullâh b. Ebi’l-Hayr Ahmed b. Muhammed el-Meyhenî (ö. 440/1049) Tekke âdabını tesbit eden ve düzenlediği semâ meclislerinde okuduğu âşıkane rubailerle tanınan Horasanlı mutasavvıf.
1 Muharrem 3S7 tarihinde Horasan’da Serahs ile Ebîverd arasında bulunan Havran bölgesinde Meyhe-ne (Mehne) kasabasında doğdu. Babası Ebü’l-Hayr Ahmed sûfîlerin dostu olan ve semâ meclislerine devam eden bir attardı. Çocukluğunu Meyhene’de geçiren Ebû Saîd babasıyla birlikte gittiği semâ meclislerinde tasavvufu tanıdı. Mutasavvıf şair Ebü’l-Kâsım Bişr-İ Yâsîn’in derslerine devam edip dil ve edebiyat ilimlerinde ondan faydalandı, şiir ve tasavvuf anlayışından da etkilendi. Ondan Öğrendiği şiirleri çeşitli sohbet meclislerinde okudu ve bu şiirler onun için ilham kaynağı oldu. Bir rivayete göre 30.000 beyit ezberlemişti.
Ebû Saîd fıkıh, tefsir ve hadis bilgisini ilerletmek için Merv’e gitti. Burada Şafiî fıkıh âlimi Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed el-Hazrî’nin vefatından sonra beş yıl Ebû Bekir Abdullah b. Ahmed el-Kaffâl el-Mer-vezrnin derslerine devam etti. Daha sonra Serahs’a giderek Ebû Ali Zahir b. Ahmed’den tefsir, fıkıh usulü ve hadis dersleri aldı. Burada dönemin ünlü sûfîlerin-den Lokmân-ı Serahsî ile tanıştı. Lokman onu Ebû Nasr es-Serrâc’m müridlerin-den Şeyh Ebü’1-Fazl Muhammed b. Hasan es-Serahsî ile tanıştırdı. Ebü’l-Hayr, kendisine zikir telkin eden bu şeyhten ciddi surette etkilendi, tavsiyesine uyup Meyhene’ye döndü. Yedi yıl riyazet hayatı yaşadı, tahammül edilmesi zor çileler çıkardıktan sonra tekrar Serahs’a döndü. Şeyh Ebü’1-Fazl burada onu daha da çetin çilelere tâbi tutup bir süre sonra Meyhene’ye gönderdi. Ebû Saîd Meyhene’de cami ve tuvaletlerin temiz-liğiyle uğraşıyor, her namaz öncesi guslediyor, sürekli susuyor, yama üstüne yama yapıldığı için ağırlaşan bir çuha giyiyor, yirmi otuz gün kalmak üzere sahralara çıkıyor, buralarda inzivaya çekiliyor, derin düşüncelere dalıyordu. Ne kadar şiddetli riyazetlere ve çetin çilelere girdiğini anlatmak için. Bâbil Kuyu-su’nda baş aşağı asılarak çile çıkardıkları rivayet edilen Hârût ve Mârût gibi bazan bir ağaca kendini ayaklarından asarak, bazan da bir kuyuya baş aşağı sarkarak çile çıkardığı (çil!e-i ma’kûse), Kur’an okuduğu ve bu durumda namaz kıldığı (salât-ı maklûbe) rivayet edilir. Daha sonra tekrar Serahs’a giden Ebû Saîd bu çileli hayata Ebü’I – Fazl’ın yanında da devam etti. Ardından şeyhin tavsiyesine uyup Nîşâbur’a gitti. Burada İmâmü’-Haremeyn el-Cüveynî, Ebü’l-Kâsım el-Kuşeyrî gibi âlim ve mutasavvıflarla tanıştı. Daha önce Serahs’ta Ebü’l-Fazl’-dan hırka giyip giymediği bilinmeyen Ebû Saîd, Nîşâbur’da ünlü sûfî Ebû Abdur-rahman es-Sülemfden hırka giydi.
Bazı rivayetlere göre irşad faaliyetine başlamadan Meyhene’ye dönerek burada çileli hayatına devam etti. Ebîverd ile Serahs arasında yedi yıl inzivaya çekildi, bu süre içinde ot ve yaprak yiyerek yaşadı. Bu arada şeyhi Ebü’1-Fazl vefat ettiğinden Âmül’e gidip Ebü’l-Abbas Ahmed b. Muhammed el-Kassâb’a İntisap etti; ikinci hırkayı da ondan giydi. Bu zatın vefat üzerine Meyhene’ye döndü. Geceleri uyumuyor, namaz kılıyor, zikirle meşgul oluyor, gündüzleri hep oruç tutuyor, hiç dinlenmiyor, daima kıbleye yönelmiş bir halde bulunmaya çalışıyor, haramlardan sakınıyor, güzel şeylere bakmıyor, sürekli teslimiyet gösteriyor, en azla yetiniyor, vaktini mescidde ve tekkede geçiriyor, kötü yerler olduğuna inandığı için çarşı pazara uğramıyor ve kimsenin kusurunu görmüyordu. Bu çeşit on sekiz esası başarıyla uyguladığı için nefsinden fâni olduğuna kanaat getirdikten sonra halkı irşada başladı. Nîşâbur ve Meyhene’deki tekkesinde çevresinde çok sayıda mürid toplandı.
Ebû Saîd tekkede bazan sabahlara kadar semâ ve raks ediyor, nara atıyor, âşıkane şiirler ve ilâhiler okuyup coşuyor, sohbetine katılanları galeyana getiriyordu. Sık sık düzenlenen davetlerde ve ziyafet sofralarında coşkulu semâlar yapılıyordu. Üzerinde para taşımamayı, servet edinmemeyi ve hiçbir şey biriktirme-meyi âdet edinen Ebû Saîd’in semâ meclislerini hizmetçisi Hasan-ı Müeddeb düzenliyordu. Bu meclislerde yapılan masraflar emîr ve zenginlerin bağışlarıyla, bazan da borç para ile karşılanırdı. Ebü Saîd. ölümünden kısa süre önce Gazne’-deki Vezir Nizâmülmülk’ten borçlannı ödemesini rica etmiş ve bu dileği yerine getirilmişti.
Ebû Saîd’in tasavvuf silsilesi Ebü”l-Fazl. Ebû Nasr es-Serrâc ve Ebû Muhammed Mürtaiş vasıtasıyla Cüneyd-i Bağdadîye ulaşır. Fakat Ebû Saîd. Bâyezîd-i Bistâmî ve Hallâc-ı Mansûr tarzı bir tasavvuf anlayışına sahipti. Onlar gibi şathi-ye’ler söylemiş, vecde geldiği zaman gönlünden geçenleri serbestçe ifade etmekten çekinmemiştir. Semâ meclisle-rindeki hali de daha sonra bu geleneği devam ettiren Mevlânâ’nın haline benzer. Bu meclislerde, sohbet toplantılarında ve vaazlarda söylediği sözler ve okuduğu âşıkane şiirlerle çevresindekileri derinden etkileyen Ebû Saîd’in şöhret ve nüfuzu o kadar çok yayıldı ki yere attığı karpuz kabuğu bile teberrüken alınıyor ve yirmi dinara müşteri bulabiliyordu. Komşularından birçoğu onun manevî tesirinde kalarak içkiyi ve benzeri kötü alışkanlıkları bırakmışlardı. Çağdaşı İbn Hazm’ın anlattığına göre ünü Endülüs’e kadar ulaşmıştı.
Tekke âdabının ilk defa Ebû Saîd tarafından tesbit edildiği kabul edilir. Onun tasavvufta kendine has bir yol açtığını, tekke inşa ettiğini, günde iki defa sofra kurduğunu söyleyen Kazvînî. bütün ta-savvuff âdabın Ebû Saîd’e nisbet edildiğini söyler. Yine ta-savvuff fikir ve hisleri çoğu Farsça olan şiirlerle, özellikle rubailerle ilk defa o ifade etmiş, Senâî, Ferîdüddîn-i Attâr ve Mevlânâ bu yolda onun peşinden gitmişlerdir. Ebû Saîd’in tekke âdabı ve şiir anlayışı daha sonraki sûfî!erin önemli bir kısmı üzerinde geniş Ölçüde tesirli olmuştur. Tasavvuf tarihinde yedi sultandan biri olarak ün yapan Ebû Saîd’in (diğerleri İmam Ali Rızâ, Bâyezîd-i Bistâmî, İbrahim b. Edhem, Cüneyd-i Bağdadî, Mahmûd-ı Gaznevî, Selçuklu Hükümdarı Sencer’dir) dost ve hayranları kadar düşman ve muhalifleri de vardır. Onu bazıları sıddîk. bazıları da zındık olarak görür. Rindce yaşaması, Mevlânâ ve Yûnus Emre gibi bütün dinlere bir gözle bakılmasını telkin etmesi, bazı rivayetlere göre, “Mescid ve medreseler yerle bir olmadıkça, küfürle iman arasındaki fark kalkmadıkça dervişlerin görevleri tamamlanmış olmayacaktır” demesi zındık oluşuna delil sayılmıştır. Ebü Saîd ayrıca gençlerle semâ yapmak, Kur’an ve hadis yerine şiir ve ilâhi okumakla da suçlanmıştır. Kerrâmîler, Şiîler ve Hanefîler onun aleyhinde bulunmuşlar, hatta kendisini Gazneli Sultan Mahmûd’a şikâyet etmişler, sultan da Nîşâbur âlimlerinden bu iddiaların doğru olup olmadığını araştırmalarını istemişti. Ebû Saîd onları ikna ederek muhaliflerini etkisiz hale getirmiş, hasımları ona hak vermek zorunda kalmışlar, bu olaydan sonra hiç kimse Nîşâbur’da sûfîler aleyhinde bulunmaya cesaret edememişti. Kuşeyrî de başlangıçta ondan şüphelenmiş, fakat daha sonra kendisini yakından tanıyınca itirazdan vazgeçmişti. Buna rağmen er-iîisâe’sinde çağındaki büyük sofilerin isimlerini kaydettiği halde Ebû Saîd’in adını anmamıştır. Çağdaşı Hüc-vîrî Ebû Saîd’in büyük bir sûfî olduğunu belirtmiş ve önemine dikkat çekmiştir. Sübkî ise İbn Hazm ve Zehebî’nin onu kötülemelerine itibar edilmemesini söyleyerek Ebû Saîd’i yolu doğru, inancı sağlam bir âlim ve süfî olarak tanıtır.
Bazı kaynaklarda İbn Sînâ ile mektuplaştığı, hatta kendisiyle görüştüğü, baş başa yaptıkları uzun bir görüşmeden sonra İbn Sînâ’nın, “Benim bildiklerimi o görüyor”; Ebû Saîd’in de. “Benim gördüklerimi o biliyor” dedikleri, böylece hakikate akılla da keşf ile de ulaşılabileceğini belirttikleri rivayet edilir. Ebû Saîd, çetin bir riyazet ve aşırı ibadetten sonra, her ikisini de terketme-si dışında, diğer davranışları ile Mevlâ-nâ’ya çok benzemektedir. Nitekim o da Mevlânâ gibi semâı çok sevmekte ve bu amaçla sık sık toplantılar tertip ettirmekteydi.
Ebû Saîd 4 Şaban 440 Cuma gecesi doğduğu yer olan Meyhe-ne’de seksen iki yaşında vefat etti. Saîd-İ Nefîsî, biri İran’da Türbet-i Haydar’ın 12 km. güneyinde, diğeri bugün Türkmenistan’ın Merv şehrinin güneybatısında olmak üzere Meyhene adlı iki yer bulunduğunu ve Ebû Saîd’in kabrinin burada hâlâ varlığını koruduğunu, Türbet-i Haydan civarındaki Mihene köyünde de onun adına bir türbenin yapılmış olduğunu söyler. Şeyhin Nîşâbur’-daki tekkesi 549’da (1154) Oğuziar’ın Horasan’ı almalarına kadar varlığını korudu. Ebû Tâhir Saîd (ö. 479/1086), Ebü’l-Vefâ Muzaffer, Ebü’l-A’lâ Nasır (ö. 491/ 1098), Ebû Ali Mutahhar ve Ebü’l-Bekâ” Mufaddal (ö. 492/1099) adlannda beş oğlu olan Ebû Saîd’in soyundan bir bölümü Horasan’ın Oğuzlar tarafından ele geçirilişi sırasında öldürüldü, kılıçtan kurtulan diğerleri de çeşitli yerlere dağıldılar. Daha sonra bunların içinden birçok şeyh ve âlim yetişti. Ebü Saîd’in görüşlerini yayması için Şirvan’a gönderdiği Ebû Nasr-ı Şirvânî adlı müridi burada bir tekke kurarak ir-şad faaliyetine devam etmiştir. Bir başka müridi olan Ebû Amr-ı Beşkânî de {ö. 472/ İ080) şeyhinin görüşlerini Nesâ yakınındaki Beşkân’da yaymıştır.
Eserleri
Sağlığında müridleri tarafından sözlerinin tesbit edilmesini bile istemeyen Ebû Saîd’in sonradan ayrıntılı bir şekilde hal tercümesini yazan torunları, onun “Havra” adlı bir rubâîsi dışında başka eserinin olmadığını kaydederler. Buna rağmen kütüphanelerde yetmişi aşkın rubaisini ihtiva eden el yazmaları vardır. Bunların büyük bir bölümü Saîd-i Neffsî tarafından Sühanân-ı Manzûm-i Ebû Sa’îd-i Ebü’l-Hayr adıyla basılmıştır. Ancak bu rubailer Ebû Saîd’in değil çoğu kendisinden sonra yaşamış olan Ab-dullah-ı Ensârî, Senâî, Attâr, Ömer Hayyâm, Fahreddîn-i lrâkl gibi şairlerin şiirleridir. Aynca Aynülkudât el-Hemedâ-nFnin Ebû Saîd’e atfettiği Meşâbîh adlı eser de onun değildir. Ebû Saîd’in “Havra” adlı rubâîsi Muhammed el-Mağribî, Şah Ni’metullah Velî ve adı bilinmeyen diğer bir kişinin şerhleriyle birlikte basılmıştır. Bunlardan başka Abdullah b. Mahmûd eş-Şâşî tarafından yapılan bir şerh daha vardır. Bu rubâîdışında Ebû Saîd’in, sûfîlerin Tann’ya doğru manevî yolculuklarında uğradıkları kırk konaktan söz eden Çihil Makam adlı bir risalesi vardır. Bu risale de Ali Hemedânî’ye atfedilmek istenmiştir. Ancak İstanbul kütüphanelerinde mevcut yazma nüshalarındaki ifadeler bu risalenin Ebû Saıd’e ait olduğunu göstermektedir. Nüshalar arasındaki büyük farklar da Ebû Saîd’in söylediklerinin ayn kişiler tarafından tesbit edilmesinden doğmuş olmalıdır. Çihil Makâm’a ait bu metinleri Tahsin Yazıcı yayımlamıştır. Risale aynca, M. Dâmâdî tarafından Makâmât-ı Erba’în adıyla neşredilmiştir.
Ebû Saîd-i Ebü’l-Hayr’ın hal tercümesine dair torunları tarafından iki rnenâ-kıbnâme yazılmıştır. Bunlardan İlki, Muhammed b. Ebû Ravh Lutfullah b. Ebû Saîd b. Ebû Tâhir b. Ebü’l-Hayr’ın (ö. 541/1147) Hâlât ü Sühanân-ı Şeyh Ebû Saîd adlı eseri olup İlk defa V. Jukovski tarafından Petersburg’da (1899), ikinci defa İrec Efşâr tarafından Tahran’da (1331 hş.) basılmıştır. İkincisi Muhammed b. Münevver b. Ebû Saîd’in (ö, 574-588/ 1178-1192 arası) Esrârü’t-tevhîd fî ma-kâmâti’ş-Şeyh Ebî Sa’îd adlı menâkıb-nâmesidir. Bu eseri de önce Jukovski, daha sonra Ahmed-i Behmenyâr ve üçüncü olarak da Zebîhullah Safa neşretmiştir. İkinci eser Arapça ve Fransızca’ya da çevrilmiştir.
Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi