Edebiyât-ı Cedide. Türk edebiyatında 1896.1901 yılları arasında faaliyet gösteren edebî topluluk.
Çevresinde toplandıkları dergiden dolayı bu gruba “Servet-i Fünûn edebi topluluğu” da denilmektedir. 1859’da Şinâsi ile başlayan yeni edebî faaliyetler, devri içinde “Şinâsi mekteb-i edebi” veya “edebiyât-ı cedide” adlarıyla anılmıştır. 1896’ya kadar pek de yaygın olarak kullanılmayan bu isimler, belirli bir gruplaşmayı değil sadece divan edebiyatına tepki olarak yenileşmeyi belirtiyordu. Daha sonra Servet-i Fünûn dergisi etrafında toplanan şair ve yazarlar, yeni bir edebî akımı başlattıklarını ifade edecek şekilde kendilerinden ve yayınlarından “edebiyât-ı cedide” diye bahsettiler. Önceki yenilikleri benimseyenlerce bu hareket bir süre “yeni edebiyat-ı cedîdeciler” şeklinde hafife alındıysa da daha sonra kabul gördü. Bugün Servet-İ Fünûn edebiyat ile Edebiyât-ı Cedide adları, 1896-1901 yılları arasında özellikle şiir, roman ve hikâye alanında verilmiş olan eserler ve yazarlar hakkında kullanılmaktadır.
Edebiyât-ı Cedide hareketinin tarihi. Servet-i Fünûn dergisinin 1896 başlarında Tevfik Fikret ve arkadaşlarının idaresine geçmesi ve 1901’de geçici olarak kapanması arasındaki yayın hayatının tarihiyle paralellik gösterir.
Bu hareket Cedîde Türk edebiyatı tarihinde eski – yeni, yerli – Avrupai edebiyat çatışmalarının doğurduğu önemli merhalelerden biridir. 1895 yılı sonlarında Hasan Âsaf adlı genç bir şairin bir beytinde geçen “abes” – “muktebes” kelimelerinin kafiye olup olamayacağı konusunda başlayan tartışma bu yeni edebiyat topluluğunun kurulmasına vesile olmuştur. Divan şiiri geleneğinde mukayyed kafiyenin şartlarından olan hurufat benzerliğinin bu kelimelerde bulunmadığı şeklinde yapılan itirazlara karşılık Recaizade Mahmut Ekrem ve taraftarları kafiyenin göz için değil kulak için olduğunu ileri sürerler.
Tartışmanın merkezi olan Malûmat dergisi bu konuda muhafazakâr bir tavır takındığından Ekrem Bey kendileri için yeni bir yayın organı olarak Servet-i Fünûn’u bulur. Birkaç yıldan beri Servet adlı bir gazetenin ilâvesi olarak çıkan Servet-i Fünûn, Recaizade Ekrem‘in Mekteb-i Mülkiyye’den talebesi olan Ahmed İhsan’ın gayretleriyle bir süre sonra seviyeli bir edebiyat dergisi haline gelir. Recâizâde’nin aracılığıyla 7 Şubat 1896 tarihli 256. sayısından itibaren Tevfik Fikret derginin sanat ve edebiyat yöneticiliğine getirilir. Bu tarih, Edebiyât-ı Cedîde’nin itibarî kuruluş tarihi kabul edilir. Aynı edebiyat anlayışına sahip olan ve o zamana kadar değişik dergilerde yazan şair ve yazarlar bu tarihten sonra yavaş yavaş Servet-i Fünûn dergisinde toplanırlar. Esasen Ahmed İhsan, Tevfik Fikret. İsmail Safa, Hüseyin Cahit, Halit Ziya, Mehmed Rauf, Cenab Şahabeddin gibi gençler hocalık-öğrencilik, okuyuculuk-yazarlık ve mektuplaşma gibi ilişkilerle Recâizâde’nin etrafında bir edebiyat ağı örmüş bulunuyorlardı.
Edebiyât-ı Cedîde’nin edebiyat görüşlerini yansıtan belirli bir beyannâmesi yoktur. Mensuplarının dağınık birtakım teorik yazılarından, romanlarındaki kahramanlarının -özellikle Halit Ziya’nın Mâi ve Siyah “ta Ahmed Cemil’e söylettiği-ifade ve davranışlarından, edebî ürünlerinin ortak özelliklerinden, nihayet daha sonraları kaleme alınan hâtıralarından dil, edebiyat, genel olarak sanat ve hayat hakkındaki görüş ve düşüncelerini öğrenmek mümkün olabilmektedir. Mehmet Kaplan, Edebiyât-ı Cedîdeciler’i bir araya getiren sebepleri tahlil ederken aynı zamanda onların ortak özelliklerine de işaret etmiştir. Bunların başında, yazarları yalnız ferdî meseleler üzerinde durmaya sevkeden âmil olarak devrin siyasî durumunu dikkate almak gerekir. 1877’den itibaren Osmanlı-Rus Savaşı (93 Harbi) ve mağlûbiyeti, Meclis-i Meb’û-san’ın kapatılışı, zamanla sansüre ve jurnallere dayanan bir rejimin oluşması, yazarları da siyaset ve toplum meselelerinde susmaya zorlamıştır. Bu durum edebiyatta içe kapanma, kendi ıstıraplarını dile getirme şeklinde tezahür etti. Siyasî ve sosyal problemler yerine estetik değerlerde gelişme ve derinleşme görüldü. Bu tavır Abdülhak Hâmid ve Recâizâde Mahmud Ekrem neslinin de özelliklerindendir. Edebiyât-ı Cedîde bir bakıma bunların devamı sayılabilir. Nitekim Recâizâde tam anlamıyla Edebiyât-ı Cedîde’nin içinde bulunmasa da onun kurucusu ve destekleyicisi olmuştur.
Edebiyât-ı Cedîde mensuplarını bir araya getiren sebepler arasında, bunların orta sınıf esnaf ve memur çocukları olmaları, disiplinli, programlı ve yabancı dil öğreten okullarda eğitim görmeleri gibi benzer sosyal ve kültürel çevrelerde yetişmiş bulunmaları da zikredilir. Nihayet bu sebeplere birçoğunun psikolojik olarak içe kapanık, hissî hatta marazı yaratılışlı şahsiyetler olduklarını da eklemek gerekir. Bunlardan bazıları her ne kadar hâtıralarında, nisbeten serbest bir siyasî ortamda daha farklı eserler meydana getirebileceklerini ifade etmişlerse de II. Meşrutiyetten sonra eser verenlerinin çoğu Edebiyât-ı Cedîde’nin hemen aynı Özelliklerini devam ettirmiştir.
Bu edebiyata mensup olanların estetik değerlere önem vermeleri, en çok edebî dilin teşekkül ve gelişmesinde kendini gösterir. Şiirde olduğu gibi nesirde de uzun vokalli, ahenkli kelimeleri, Farsça terkipleri, vasf-ı terkibileri bol bir dil benimsemişler, bu yüzden Tanzimat’ın başlangıcından beri tedricî bir sadeleşmeye doğru giden yazı dilini yeniden ağırlaştırmakla suçlanmışlardır. Eski sözlüklerde mevcut olan “tîrâje, şegaf, ib-tikâ, pûşîde, tekattur” gibi kelimelerle Arapça ve Farsça’da bile bulunmayan “tebeşbüş. mükevkeb, müşemmes, muk-mir, nevîn” gibi kelimeleri etimoloji kurallarını zorlayarak kullanmışlardır. Şiir ve romanlarında ki kadın ve erkek kahramanların adları da Seza, Süha, Behlül, Lâmia, Bihter, Peyker, Pervîn gibi müzikal değeri olan, fakat pek kullanılmamış isimlerdir. Biri mücerret, diğeri müşahhas kelimelerden yapılmış, zihinde yeni imajlar uyandıran Farsça terkipler de bu dilin özelliklerindendir: “Leyâl-i gi-rîzân, inkisâr-ı hayâl, teb-i ümrnîd, havf-ı siyah” gibi. Aşırı hassasiyet, heyecan ve teessür ifade eden ünlemler, yardımcı ve ara cümlelerle bazan bir sayfa uzayan, bazan çok kısa, bazan da devrik olan cümleler, çoğu Fransızca’nın tesiriyle ortaya çıkmış ifade şekilleridir.
Edebiyât-ı Cedîdeciler şiirde sadece aruzu hemen hiçbir arıza (imâle vb.) göstermeden kullanmışlardır. Divan nazım şekilleri ise tamamen terkedilmiş gibidir. Buna karşılık Fransız menşeli soneyi ve daha ziyade kural dışı nazım şekillerini denemişlerdir. Müstezad şeklinin her vezinde ve kuralsız kulla nılışlarıyla serbest şiire yol açması, yine bu devir şiirinin şekle ait önemli özelliklerindendir. Aynı mısralarda şuurlu olarak ünsüzlerin (alliterasyon) veya ünlülerin (asonans) arka arkaya kullanılmak suretiyle ahenk sağlanması, şiirde cümle yapısının beyitten ayrılarak değişik sayıda mısralara dağılması da (anjambman) Servet-i Fünûn şairlerinde başlar. Ancak şiirin muhtevasında derinlik yoktur. Genel olarak aşk ve tabiat konuları aşırı bir hassasiyetle işlenmiştir. Önceki nesilden Abdülhak Hâmid‘in metafizik temaları zorlayan şiiri yerine Recâizâde Mahmud Ekrem’in derinliksiz, sathî temalarını takip etmeyi tercih etmişlerdir. Yine Ekrem’in her şiirin vezinli ve kafiyeli olması gerekmediğini söylemesi “mensur şiir” adını verdikleri, fikirden çok duygu ve hayal yüklü kısa metin parçalarından ibaret yeni bir türün yayılmasına yol açmıştır.
Servet-i Fünûn roman ve hikâyesi Türk edebiyatında önemli bir hamle teşkil eder. Vak’adan çok ruh tahlillerine, edebî bir dil kullanmaya önem verme, şuurlu olarak roman tekniğine yönelme Ha-lit Ziya ve Mehmed Rauf’un romanlarıy-la başlamıştır. Psikolojik yapı olarak his-sî, bu sebeple de romantik olması gereken Edebiyat-ı Cedîdeciler, Fransız edebiyatından realist ve natüralist romancıları takip etmişlerdir. Bu durumda roman tekniği, dil ve tasvirlerde realist olan Servet-i Fünûn yazarları kahramanlarını çok defa romantik, gerçek hayatı tanımayan, hislerine mağlûp insanlardan seçmişlerdir. Bu tezat, hayatın gerçekleri karşısında hayal kırıklığına uğrayan iradesiz insanların romanlarını doğurmuştur. Bu romanlarda realist – natüralist mektebin gereği olarak çevre -insan ilişkileri, biyolojik veraset problemleri başarıyla işlenmiştir. Devrin diğer bir yeniliği de roman ve hikâye türlerinin birbirinden kesin olarak ayrılması ve küçük hikâye türünün yaygınlık kazan-masıdır. Edebiyat-ı Cedîdeciler’in gerçeklerden kaçıp hayale sığınmaları hayatlarında olduğu kadar eserlerinde de ortaya çıkar. Baskı rejiminin verdiği sıkıntıyla toplumdan uzaklaşmak için önce Yeni Zelanda’ya, daha sonra Manisa’da bir çiftliğe çekilip Robenson yaşayışına özendikleri bilinmektedir. Gerçekleşmeyen bu arzulan eserlerinde küçük ütopik tahayyüllerle kendini gösterir. Pek çok şiir ve romanın adları, hayal-hakikat tezadını veya hayata karşı kırıklığı ifade eder: Hayal İçinde, Hayât-ı Muhayyel, Hayât-ı Hakîkiyye Sahneleri, Mâi ve Siyah, Kırık Hayatlar, Ömr-i Muhayyel, Rübâb-i Şikeste gibi. Duygu bakımından böyle içe kapanık, mara-zî ve melankolik tavırlarına karşılık şiirde parnasyen, romanda realist mektebe bağlı olmaları tasvir ve tahlillerde onları gerçekçi olmaya sevketmiştir. Fotoğrafın yaygınlaştığı bu yıllarda [Servet-i Fünûn, Malûmat gibi pek çok dergi bol ve güzel fotoğraflarla doludur) edebiyatta tabiat ve çevre tasvirlerinin gerçekçiliğini, biraz da bu yeni aletin moda oluşuna bağlamak gerekir. Nihayet yazarların resim kültürü de (Tevfik Fikret’in ressamlığı da vardır) bu konuda dikkate alınmalıdır.
Devrin siyasî baskısı sebebiyle tiyatro edebiyatında büyük bir gelişme yoktur. Cenab Şahabeddin, Hüseyin Suat ve Halit Ziya’nın birkaç tiyatro denemesi ise kayda değer nitelikte değildir.
Bu dönemde edebî tenkit büyük gelişme gösterir. Daha önce Beşir Fuad’ın, tenkidi sübjektif ve tesadüfî olmaktan çıkarıp âdeta matematik ölçüleri olan bir ilim haline getirme yolundaki gayretleri, hemen bütün Serveti Fünûncular’ı bu alanda başarılı denemelere sevketmiştir. Kültür temelini yine Batı’dan. özellikle Fransız edebiyatından alan bu devir tenkidinin en önemli şahsiyeti Ahmed Şuayb’dır. Başta Cenab Şahabeddin ve Halit Ziya olmak üzere diğer Edebiyât-ı Cedide yazarlarının çoğunun da zengin tenkit yazıları vardır.
Ferdiyetçi bir edebiyatın taraftan olarak ortaya çıkan Edebiyât-ı Cedîdeci-ler’in hem ferdiyetçiliklerinin aşırılığından, hem de Tevfik Fikret’in hırçın ve çabuk gücenir karakterinden dolayı zamanla aralarında çözülme başlamıştır. 16 Ekim 1901 tarihli Servet-i Fünûn-da Hüseyin Cahit’in tercüme bir yazısından dolayı geçici olarak kapatılan dergi bir süre sonra yeniden yayımlanmaya başladıysa da topluluk dağılmış ve dergi Edebiyât-ı Cedîdeciler’in yayın organı olma karakterini kaybetmiştir.
Edebiyât-ı Cedîde’de isimleri ve eserleriyle ün yapmış başlıca şahsiyetler şunlardır: Şairler. Tevfik Fikret. Cenab Şahabeddin, Hüseyin Sîret (Özsever), Ali Ekrem (Bolayır), Ahmet Reşit (Rey), Süleyman Nazif, Süleyman Nesib, Faik Âli (Ozansoy). Celâl Sahir (Erozan). Hüseyin Suat (Yalçın). Roman ve hikâye yazarları. Halit Ziya (Uşaklıgil). Mehmed Rauf, Hüseyin Cahit (Yalçın). Ahmet Hikmet (Müftüoğlu) ve Saffeti Ziya.
Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi