Enam Suresi Nedir, Neyi Anlatır, Kaç Ayettir, Kaçıncı Suredir, Hakkında Bilgi

En’am Suresi. Kur’ân-ı Kerîm’in altıncı sûresi.

Mekke devrinin sonlarında tamamı bir gecede nazil olmuştur. Ancak bazı âyet­lerinin (20, 21,91,92,93,98, 114, 145, 151, 152, 153) Medine devrinde nazil olduğu­na dair rivayetler de vardır. Âyet sayısı 165 olup fâsıla’sı ibaresinde yer alan harfleridir. Sûre ismi­ni 136, 138 ve 139. âyetlerde geçen ve “deve, sığır, koyun ve keçi” anlamına ge­len en’âm (tekili ne’am) kelimesinden alır. Allah’ın birliği ve Hz. Muhammed’in hak peygamber olduğuna dair kesin belge­ler, puta tapıcılığı red ve iptal eden de­lil ve hüccetler ihtiva etmesinden dola­yı(âyet 83, 149) Hüccet süresi adıyla da anılır.

En’âm sûresinde tevhid inancının, pey­gamberliğin, yaratılışın, yeniden dirilişin kesin delilleriyle şirk ve dalâlet ehlinin sapık görüşlerini, bâtıl inanışlarını red ve iptal eden belgeler bulunmakta, eti yenilen ve yenilmeyen hayvanlarla ilgili açıklayıcı bilgiler, helâl ve harama ait hü­kümler yer almaktadır.

Kur’ân-ı Kerîm’de “elhamdülillah” di­ye başlayan beş sûrenin ikincisi olan sû­rede, gökleri ve yeri yaratmanın yanın­da bütün varlıkları belirli ölçü ve sınırlar çerçevesinde ve muayyen bir zaman için­de yaşatanın, zulmetle nuru yaratanın da Allah olduğu bildirilir. Gerçeklere inan­mayan, ilâhî nimetlerin kadrini bilmeyen inkarcıların peygamberin bir melek ol­ması, vahiy yerine yazılı bir kitabın gel­mesi gerektiği yolundaki tutarsız itiraz­larını ve inanmamak için Öne sürdükle­ri bahanelerini cevaplayan âyetlerden sonra göklerde ve yerde Allah’tan baş­ka bir tanrının bulunmadığı kesin ifa­delerle açıklanır. İlk bakışta Mekke müş­riklerine cevap niteliğinde görünen, aslında küfür ve şirkin her çeşidini yok et­meyi hedefleyen bu âyetlerin ardından bir tek tanrıya tapmanın önemi dile ge­tirilir, bunun gerek kâinat nizamına ge­rekse insan ruhuna getirdiği sonuç üze­rinde durulur. Bundan önceki sûrelerde de tevhid inancı söz konusu edilmiş, an­cak bu sûrede mesele çok yönlü olarak ele alınmış, dinin temel ilkeleri ve özel­likle ulûhiyyet konularında yanlış görüş­ler ileri sürmenin, dolayısıyla Allah’a if­tira etmenin çirkinliği gözler önüne se­rilmiştir. İnsanı yaratılmış varlıklara tapmaktan, onlar önünde küçülmekten kurtarmak üzere Cenâb-ı Hakkın pey­gamberler göndermesi aslında öteki ni­metler gibi ilâhî bir rahmettir. “Allah rahmet etmeyi kendi zâtına farz kılmış­tır”.(âyet 12)

Tevhid inancını pekiştiren âyetlerin ar­dından, peygamberlere karşı giriştikleri mücadelede inkarcıların elinde kuru bir inattan başka herhangi bir belge bulunmadiğini bildiren âyetler yer alır. Bu tu­tumlarıyla onların yalnız gerçeklere kar­şı saygısızlık yapmakla kalmadıkları, ay­rıca kendi kendilerine de haksızlık ettik­leri, çünkü küfür ve şirkin insanı hüsra­na götüreceği açıklanır. İnkarcıların, da­ha önceki çağlarda peygamberlere kar­şı direnen kavimlerin kötü akıbetlerin­den ders almayı bilmedikleri dile getiri­lerek bazı çarpıcı örnekler verilir. İnkar­cıların gerçekte Hz. Peygamber’i değil Allah’ın âyetlerini yalanladıkları, halbuki Allah’ın kitabında hiçbir şeyin noksan bı­rakılmadığı, hakikat karşısında sağır, dil­siz ve kör gibi davranmanın ve diri ol­duğu halde ölü gibi yaşamanın çirkinli­ği açıklanır; inkarcıların kökünün kurutulacağı, onların yaptıkları taşkınlıkların cezasız kalmayacağı bildirilir ve mümin­lere mükâfatlar verileceği müjdelenir. Kâinatın yaratılıp yönetilmesinde hiçbir etkisi bulunmayan âciz putlara tapma­nın, doğru yolu gördükten sonra ona sırt çevirmenin kötülenmesinden sonra Hz. İbrahim’in yıldıza, aya ve güneşe tapmak­ta olan kavmini uyarma ve puta tapıcılıktan vazgeçirme çabaları anlatılır. Onun mümin ve Hanîf kişiliği gözler önüne se­rilerek özellikle İbrahim soyundan gel­mekle övünen Mekke müşriklerinin onun yolundan nasıl uzaklaşmış oldukları İfa­de edilir. Sadece İbrahim ve İsmail değil bütün peygamberler Allah’ın birliğine inanan ve insanları yalnızca O’na tapma­ya çağıran salth ve iyi kişiler olarak ta­nıtılır ve bu arada on sekiz peygambe­rin isimleri anılır. Vahye inanmayanların yaratıcıyı gereği-gibi tanıyarnayacaklan, Kur’an’ın daha önce gönderilmiş kitap­lar gibi bir kitap olduğu haber verildik­ten sonra Allah’ın her şeye gücü yetti­ğini gösteren kevnî olaylar üzerinde du­rulur. Göklerde ve yerdeki bütün güzel­likleri yaratan Allah’ın ne cin ne de baş­ka varlıklar cinsinden eşi benzeri olma­dığı, ona evlât isnat etmenin bilgisizlik­ten kaynaklandığı bildirilir.

Sûrenin 118. âyetinden itibaren dinin pratik bazı hükümlerine geçilir. Burada eti yenilen ve yenilmeyen hayvanlar hak­kında ayrıntılı bilgi verilerek insanların kendi zanlarınca haram ve helâl için ku­ral koymaya kalkmalarının çirkinliği, yan­lışı bile bile sürdürmenin anlamsızlığı dile getirilir ve bu iddia sahipleri iddia­larını ispatlamaya çağırılır; bu arada Al­lah’ın neleri haram kıldığı açıklanır. İlk yasağın da hiçbir şeyi Allah’a ortak koş­mamak olduğu bildirilerek anne ve ba­baya saygısızlık etmenin, geçim korkusuyla çocukların canına kıymanın, fuhuş yapmanın, adam öldürmenin, yetim ma­lı yemenin, eksik tartıp noksan ölçme­nin sakınılması gereken en büyük gü­nahlar olduğu zikredilir. Adaletten ay­rılmama ve Allah’a karşı ahdini yerine getirme tavsiyesinde bulunulur. Selâme­te çıkaracak doğru yolun ancak bu yol olduğu, bütün semavî dinlerde müşte­rek olan ve Tevrat’ta da “on emir” adıy­la yer almış bulunan bu temel ilkeler ha­tırlatılırken sûre âdeta özetlenmiş olur. Dinde kitaba uymanın önemine bu son bölümde bir defa daha dikkat çekilir (âyet 155). Sûre, bir kötülüğe o kötüiük kadar ceza. bir iyiliğe ise on katıyla mü­kâfat verileceği müjdelendikten sonra (âyet 160) Allah’ın bağışlayıcı ve merha­metli olduğunu bildiren bir hükümle son bulur.

En’âm süresi tevhid inancı açısından Bakara süresiyle, peygamberliğin ispatı bakımından Âl-i İmrân süresiyle, âhiret inancı açısından bir sonraki A’râf süre­siyle, ahlâk ilkeleri bakımından İsrâ ve Lokman süreleriyle, eti yenilen ve yenil­meyen hayvanlara ait yasaklar açısından da bir Önceki Mâide süresiyle yer yer konu ve muhteva benzerlikleri gösterir. İçinde iman ve ahlâk esaslarına geniş öl­çüde yer verilmiş olması ve baştan so­na şirk ehlinin gerekçelerini çürütme­ye yönelik çok yönlü ispatlar sergileme­si, bu sûrenin Mekke devrinin sonlarına doğru, muhtemelen İsrâ sûresinin ar­dından ve A’râf süresinden önce nazil olduğunu gösterir.

En’âm sûresinin fazileti hakkında nak­ledilen rivayetlere göre Hz. Peygamber, sûrenin tamamının kendisine bir defa­da nazil olduğunu ve kalabalık bir melek topluluğu.tarafından dünyaya uğurlandığını ifade etmiştir. Sûrenin fazileti hakkın­da başka rivayetler varsa da bunlar sa­hih kabul edilmemiştir. Ancak sûre bu rivayetler sebebiyle müslümanlar tara­fından çok okunmuş ve güzel hatla ya­zılmıştır. Nitekim En’âm sûresinin Yâ-sîn ve Mülk süreleriyle beraber, “en’âm-ı şerif” veya kısaca “en’âm” denilen bir mecmua halinde güzel hatla yazılma­sı hattatlar arasında bir gelenek haline gelmiştir. Bilhassa Osmanlı sanatkârları en’âm-ı şeriflerin yazılması, tezhip edil­mesi ve ciltlenmesi hususunda ince zevk ve hünerlerini göstermişler, bu alanda İslâm sanatlarının en güzel örneklerini vermişlerdir.

TDV İslam Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski