Erbain Nedir, Ne Demek, Çıkarmak, Süreci, Tasavvufta Erbain

Erbain. Sâlikin kırk gün süreyle özel bir mekânda inzivaya çekilip kendisini ibadete vermesi anlamında tasavvuf terimi.

Genellikle Doğu kültürlerinde kırk sa­yısına büyük önem verilmiştir. Kurân-ı Kerîm’de Hz. Musa’nın Tûr dağındaki mîkğtını kırk gecede tamamladığı ifade edilmektedir(Bakara 2/51). Bir hadis­te, kırk gün kendini samimiyetle ibade­te veren bir kimsenin kalp menbaından fışkıran hikmetlerin dilinden döküleceği rivayet edilir. Başka bir hadiste Hz. Âdem’in çamurunun kırk gün yoğrulduğu bildirilmiştir. Bu tür bir geleneğin etkisiyle tasavvufta kırk gün süren halvet uygulamasıyla kırk ma­kam, kırk abdal veya kırklar gibi bazı tasavvufî kavramlar ortaya çıkmıştır.

Mutasavvıflar ve tarikat mensupları gereksiz olarak halk arasında bulunma­yı (muhâlata, ihtilât, hıitat) sakıncalı gör­düklerinden daima yalnızlığı (vahdet, uz­let, inziva) tercih ederler. Ancak ilk zâhidler ve sûfîler arasında, özel bir mekân­da halvete girip burada belirli bir sü­re kalmak gibi bir uygulamaya nadiren rastlanır. Kaynaklarda, Sehl b. Abdullah et-Tüsterî ve İbn Hafif gibi sûfîlerin er-baînden bahsettikleri ve bunu çevrele­rinde toplanan dostlarına tavsiye ettik­leri kaydedilmekle beraber bunun uygulanma şekli hakkında bilgi yoktur. Hat­ta Abdülkâdir-i Geylânî ve Ahmed er-Rifâî gibi tarikat kurucusu mutasavvıf­lar döneminde bile bu anlamda erbain mevcut değildir. Ancak tasavvufun ilk dönemlerinden başlayarak şiddetli riya­zetlere, çetin nefs mücahedelerine ve çi­leli bir hayat yaşamaya büyük önem ve­ren mutasavvıflar her zaman mevcut olmuştur. “Erbaine girmek, erbaîn çı­karmak” gibi ifadelerle anlatılan düzen­li halvet uygulaması ise muhtemelen IV. (X.) yüzyıldan sonra ortaya çıkmış ve sü­lük yöntemi olarak esma zikrini esas alan tarikatlar aracılığıyla yayılmıştır. Ebû Nasr es-Serrâc, Kelâbâzî, Ebû Tâ-lib el-Mekkî, Kuşeyrî, Hücvîrîve Gazzâlî gibi tasavvufî hayat hakkında ayrıntılı bilgi veren mutasavvıf yazarların eser­lerinde erbaîn konusuna yer vermeme­leri de bu geleneğin daha sonraki dönemlerde yaygınlaştığını gösterir. Er­baîn konusu ilk olarak Şehâbeddin es-Sühreverdî’nin (ö. 632/1234) ‘Avûrifü’l-macdri/’inde geniş bir şekilde anlatıl­mıştır. Erbaîn uygulaması özellikle Kâ-diriyye. Sühreverdiyye, Çİştiyye, Kübre-viyye ve Halvetiyye mensupları arasında görülür.

Sühreverdî erbaîne girmenin gerek­liliğini anlatırken aslında sûfîlerin kırk günün Özel bir önemi ve etkisinin bulunduğuna inanmadıklarını, bununla bir­likte dünyanın çeşitli zorluklan karşısın­da iyi bir dinî hayat yaşayamadıkların­dan kırk günle sınırladıkları zaman dili­mi içinde özel bir mekânda halvete çe­kilerek şeyhin gözetim ve denetimi altın­da mümkün olduğu Ölçüde bir dinî ha­yat yaşamak için çabaladıklarını, başa­rılı olurlarsa ömür boyu bu yaşama biçi­minin kendilerine faydalı olacağına ve bu süre içinde elde ettikleri feyz ve be­reketin geriye kalan zamana da yayıla­cağına inandıklarını söyler.

Erbaîne girmeye ve erbaîn çıkarmaya Önem veren esma tarikatları tekke ve hankahlann çevrelerinde, bazan da bu­radaki mescidlerde “halvethâne” veya “çilehâne” adı verilen, genellikle ancak bir kişinin namaz kılarken ayakta dura­bileceği yükseklikte ve bağdaş kurup oturabileceği genişlikte dar ve karanlık odacıklar (hücre) yaparlar. Kapı kapatı­lır, içeriye ses ve ışık girmez. Erbaîne gi­ren çilekeş (mürîd-i tâlib, sâlik) burada duyu organlarının dış dünya ile ilgisini kesmeye çabalar ve bütün dikkatini iç âlemine yöneltir, düşüncesini kalbi üzerinde yoğunlaştınr.

Erbaîne girmenin âdabına uyulmazsa istenen sonuç elde edilemez. Necmeddîn-i Dâye, erbaîne giren bir dervişi ku­luçkaya oturan tavuğa benzeterek yu­murtadan civcivin çıkması nasıl bazı şart­lara bağlı ise erbaînin arzulanan sonucu vermesi için de belli şartlar gerektiğini söyler. Erbaîne şeyhin lüzum görmesi halinde onun gö­zetim ve denetiminde girilir. Erbaîne gir­meden hazırlık yapılır. Çilekeşin, üzerin­deki elbiselerin ve oturacağı yerin temiz olmasına, boy abdesti almasına ve er­baîn süresince abdestli olmasına dikkat etmesi şarttır. Ayrıca erbaîne girmeden önce “az yeme, az uyuma, az konuşma” esaslarına uyup kendini halvet hayatına hazırlaması, halvete girince de dünya kelâmı söylememesi, yemeyi en aza in­dirmesi ve mümkün olduğu kadar az uyuması gerekir.

Halvete giren çilekeş şeyhinin kendi­si için uygun gördüğü esma ile meşgul olur. Kur’ân-ı Kerîm okur; düşüncesini tamamen zikirle meşgul eder, Erbaîn-de iken kul ile Allah arasında bulunan perdelerden her gün bir perde açılır. Kırk günde kırk perdenin açılması bu süre­de katedilen mesafenin önemini göste­rir. Kalpte zikir süreklilik kazanınca sâli­kin Allah ile münasebeti giderek fikir ve nihayet temaşa seviyesine yükselir. Bu durumda dille zikir söz konusu olmadan zikir temaşadan ibaret olur ki erbaîne girmenin gayesi de budur. Bu seviyeye ulaşan sâlik bazan keşf ve keramet hali yaşayabilir. Buna “fütûhât-ı erbaîn” (erbaîndeki feyiz ve bereketler) adı verilir. Ancak erbaîne giren kimsenin keramet ve keşf sahibi olması şart değildir, bu durumun onda görülmemesi bir eksik­lik sayılmaz. Zira erbaîne girmenin ga­yesi ilâhî tecellileri ve cemâli temaşa et­mek ve istikamet sahibi olmaktır. Er­baîne giren kişi eğer samimi olmaz ve şahsî bir çıkar için halvete girerse bu durum onun mülhid ve zındık olmasına da sebep olabilir. Onun için Hz. Peygam-ber’in sünnetine tam olarak tâbi olmak çilekeş için temel görev kabul edilmiştir.

Erbaîn esnasında sâlikin kalbine do­ğan İlâhî hikmetler ve sırlar onun dilin­den dökülür. Bu sırada sâlik bazı hakikatleri hayal elbisesine bürünmüş ola­rak görür, bunları yorumlayıp gerçeğe ulaşır. Bazan onlan çıplak olarak kav­rar. Bu hakikatler ona keşf ve ilham yo­luyla malum olur; onları görerek veya işiterek beller; ses de bazan iç. bazan dış âlemden gelir.

Esma yoluyla sülûkü esas alan tari­kat mensupları arasında çok sayıda er-baîn çıkaranlar vardır. Sohbeti halvete, hizmeti uzlete tercih eden Melâmîler’le Mevleviler ve Nakşibendîler tarikatların­da erbaîn çıkarmaya yer vermemişlerdir. Melâmîlikte sülük sohbet iledir. Mevle-vilik’te dergâhta hizmet çile yerine ge­çer. “Halvet der encümen” ilkesini esas alan Nakşibendîler’e göre ise ihvana hiz­met ederken ve halkın içinde bulunur­ken de Hak’la beraber olmak mümkün­dür. Ancak halvethânelerde ve çilehâne-lerde özel olarak inzivaya çekilmeye taraftar olmayan mutasavvıflar ve tarikat ehlinin bile gereğinden fazla halk ara­sında bulunmayı hoş karşılamadıklarını ve halveti tercih ettiklerini söylemek ge­rekir.

İbnü’l-Cevzî ve İbn Teymiyye gibi Selefî âlimler, bu uygulamanın Hıristiyan­lık’ta ve Hint dinlerinde bulunduğunu söyleyerek arbaîne girmenin bid’at oldu­ğunu ileri sürmüşlerdir. Ca’ferî Şiîler de genellikle erbaîne karşıdırlar Şems-i Tebrîzî ve Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî’nin erbaîni bid’at saydıkları bilinmektedir. Evhadüddîn-i Kirmanı de kişi yetmiş iki defa erbaîn çıkarmış olsa dahi sadece bununla manevî bir ilerleme elde ede­meyeceğini belirtir.

TDV İslam Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski