İmam Ebu Yusuf Kimdir, Hayatı, Eserleri, Hakkında Bilgi

Ebû Yûsuf Ya’kub b. İbrâhîm b. Habîbb. Sa’d el-Kûfî {ö. 182/798) Ebû Hanîfe’nin önde gelen talebesi, müctehid hukukçu ve ilk kâdılkudât.

113 (731) yılında Kûfe’de doğdu. Da­ha çok künyesiyle meşhur olmuştur. Ba­zı kaynaklarda mevcut seksen dokuz ya­şında vefat ettiği şeklindeki bilgiyi göz önünde bulunduran M. Zâhid Kevserî. doğum tarihinin 93 (711) olması gerek­tiği sonucunu çıkarmaktaysa da altmış dokuz yaşında vefat ettiğine dair taba-kat kitaplarında yer alan bilgiler karşı­sında bu değerlendirme zayıf kalmakta ve daha sonraki araştırmacılar tarafın­dan da kabul görmemektedir. Ebû Yû­suf’un büyük dedesi Sa’d b. Büceyr sa­habeden olup henüz küçük yaşta bulunduğu için Uhud Gazvesi’ne iştirak et­mekten alıkonulmuş, genç yaşta katıldı­ğı Hendek Gazvesi’nde ise büyük yarar­lıklar göstermiştir. Bu sebeple Hz. Pey-gamber’in onu çağırtıp hem kendisi hem de soyu için hayır duada bulunduğu riva­yet edilir. Ebû Yûsuf bu hadiseyi övünç­le hatırlar ve, “O anın bereketi şu an bi­le bizimle beraberdir” derdi. Sa’d b. Bü­ceyr daha sonra Küfe şehrine yerleşti. Hz. Ali’nin hilâfeti döneminde düşünce ve siyaset hayatında önemli roller üst­lenmiş olan Küfe aynı zamanda bir ilim merkezi haline geldi. Bu şehir bazı sa-hâbîve tabiîlerin üstün gayretleriyle olu­şan zengin bir ilmî miras ve geleneğe sahip bulunmaktaydı. Başta Ebû Hanîfe olmak üzere çeşitli âlimlerin de katkıla­rıyla Küfe Abbasîler döneminde gelişme göstermiş ve o bölgenin diğer ilim merkezlerinden Basra’yı bir hayli geride bı­rakmıştı. Ebû Yûsuf’un yetişmesinde şahsî kabiliyet ve arzusunun yanı sıra İlmî gelenek ve mirasa sahip böyle bir ortamda doğup büyümüş olmasının da önemli payı vardır.

Ebû Yûsuf çok çocuklu ve yoksul bir aileye mensuptu. Kaynaklar, çocukluk ve gençlik yıllarının büyük sıkıntılar için­de geçtiği, ailesi tarafından bir iş tut­maya zorlandığı, bütün bu olumsuzluk­lara rağmen tahsil hayatını sürdürdüğü konusunda ortak ifadelere sahiptir. Yi­ne kaynakların belirttiğine göre Ebü Yû­suf, evlendikten sonra da ailesinin na­fakasını temin etmek için zaman zaman Ebû Hanîfe’nin ders halkasından uzak kalmış, fakat hocası azmini ve zekâsını çok takdir ettiği bu öğrencisinin nafa­kasını üzerine alarak derslerine düzenli şekilde devam etmesini sağlamıştır. Bu rivayetten. Ebû Yûsuf’un henüz öğrenim hayatını tamamlamadan evlendiği anla­şılmaktadır. Muvaffak b. Ahmed el-Mek-kî, Bezzâzî, Takıyyüddin et-Temîmî, Zeynüddin İbn Nüceym, M. Zâhid Kevserî gibi müellifler tarafından nakledilen ve Ebü Hanîfe’nin Ebû Yûsuf’a yaptığı söy­lenen tavsiyeler arasında, öğrenim ha­yatını tamamlayıp iyi bir iş sahibi olma­dan evlenmeme, evliliğin ilim öğrenme­ye büyük bir engel teşkil ettiği hususla­rı da yer almaktadır. Bu bilgi İlk bakış­ta Ebû Yûsuf’un talebeliği sırasında ev­lendiğine dair yukarıdaki rivayetle çeli­şiyorsa da bu tür vasiyetnamelerin ge­nel hayat tecrübelerine dayanan tesbit-lere yer verdiği, bu sebeple aslında ge­lecek nesillere Öğütte bulunmayı hedeflediği de söylenebilir. Ebû Yûsuf Kûfe1-de çok sayıda âlimden ders aldı. En önemli hocası Ebû Hanîfe olmakla birlik­te İbn Ebû Leylâ, Ebû İshak eş-Şeybânî, Süleyman et-Temîmî, A’meş, Hişâm b. Urve, Muhammed b. Yesâr. Hasan b. Dînâr ve İsmail b. Ümeyye gibi âlimlerin de onun yetişmesinde önemli paylan var­dır. Hadis ilminde en büyük hocası ise Husayn b. Abdurrahman’dır.

Ebû Yûsuf, devrinin ilmî geleneğine uyarak belli temel dersleri aldıktan ve özellikle hadis tahsil ettikten sonra fıkıh öğrenimine yöneldi; bu amaçla İbn Ebû Leylâ’nın derslerine devam etmeye başladı. Dokuz yıl boyunca ondan yargı­lama hukuku (kaza) ve fıkıh okudu, ar­dından Ebû Hanîfe’nin ders halkasına katıldı. Bu ayrılışın sebebi olarak muh­telif hadiseler gösterilmekteyse de içle­rinde en mâkul olanı, çeşitli vesilelerle hakkında bilgi sahibi olduğu Ebû Ha­nîfe’nin fıkıh metodunun kendisine da­ha uygun gelmesidir. Hocasının vefatı­na kadar yaklaşık on yedi yıl onun ders­lerine devam eden Ebû Yûsuf, bu süre içinde Kûfe’ye gelen İbn İshak’tan bir ay kadar megâzî dersi alması gibi kı­sa süreli bazı kesintiler dışında Ebû Ha­nîfe’nin derslerine hiç ara vermemiştir. Bu sırada hadis öğrenimini de ihmal et­memiş, fırsat buldukça hadis meclisle­rine devam ederek buralarda dinlediği hadisleri Ebû Hanîfe’nin ders halkasın­da müzakereye açmış, bu sayede hadis-çilerin görüş ve temayüllerinin de tartı­şılıp değerlendirilmesine imkân hazırla­mıştır. Bu meclislerde birçok hadis üs­tadı yanında Haccâc b. Ertât ile de tanı­şan Ebû Yûsuf’un kuvvetli bir hafızaya sahip olması sebebiyle hadisçiler tara­fından da takdirle karşılandığı, fıkıh il­minde olduğu gibi hadis İlminde de de­rinleştiği ve ehl-İ re’y içinde hadisi alı­nabilen en güvenilir kişi olarak tanındı­ğı belirtilir.

Hocası Ebû Hanîfe’nin vefatından son­ra (150/767) kadılık görevine başlayın­caya kadar yaklaşık on beş yıl süre ile Ebü Yûsuf’un ne işle meşgul olduğu tam olarak bilinmemektedir. Hocasının yeri­ne bir diğer talebesi olan Züfer b. Hü-zeyl’in geçmesiyle hiç değilse bunun ve­fatına kadar (ö. 158/775) geçen süre için­de o halkada ders verme imkânını bu­lamadığı anlaşılmaktadır. Küfe Camii’n-de özel bir ders halkası açıp açmadığı, geçimini temin etmek için ne işle uğraş­tığı gibi hususlarda da bilgi bulunma­maktadır.

Ebû Yûsuf, geçim sıkıntısı sebebiyle Abbasî Halifesi Mehdî-Billâh zamanın­da (775-785) ailesiyle birlikte Bağdat’a yerleşti. Burada halife ile tanıştı ve ba­zı kaynaklarda kaydedildiğine göre 166 (782) yılında kadılık görevine getirildi. Daha sonra Cürcân’a vali tayin edilen ve­liaht Mûsâ el-Hâdî ile oraya giden Ebû Yûsuf’un yerine oğlu Yûsuf kadı olarak tayin edilmiş, bu süre içinde aralarında birçok kazâî yazışmalar olmuştur. Meh-dî’nin vefatı üzerine halife olarak Bağ­dat’a gelen Hâdî ile birlikte Ebû Yûsuf da Bağdat’a döndü ve kadılık görevine devam etti. Halife Hârûnürreşîd de onu görevinde bırakmış ve ilk defa onun za­manında (786-809) “kâdılkudâflık kuru­mu oluşturularak yargılama hukukun­da ve uygulamada birliğin sağlanması yönünde önemli bir adım atılmış, Ebû Yûsuf da İslâm yargı tarihinin ilk kâdıl-kudâtı unvanını almıştır. Hatta Abbasî hilâfetine bağlı bütün bölgelerdeki ka­dıları tayin ve azletme yetkisine sahip olduğu için “kâdî kudâti’d-dünyâ” diye anılmıştır. Makrîzfnin ifadesine göre Ebû Yûsuf’un bu makama gelmesinden son­ra İrak, Horasan, Şam ve Mısır bölgele­rinde onun onayı olmaksızın kadı tayin edilmemiştir. Hayatının sonuna kadar bu görevde kalan Ebû Yûsuf, yakın arkada­şı Bişr b. Velîd el-Kindrnin kaydettiğine göre S Rebîülevvel 182 ta­rihinde altmış dokuz yaşında Bağdat’ta vefat etti. Seksen dokuz yaşında vefat ettiği şeklindeki rivayetlerin zayıf bulun­ması yanında 172 (788) veya 181 (797) yılında, yahut rebîülâhir ayında vefat et­tiğine dair rivayetlerin de tabakat âlim­leri arasında pek kabul görmediği bilin­mektedir. Cenaze namazını bizzat kıldı­ran Hârûnürreşîd, namazdan sonra ce­nazenin önünde yürümüş ve onu kendi aile kabristanına defnettirmiştir. Kab­ri Bağdat’ın Kâzımiye bölgesinde, Kâzı-meyn Türbesi’ne bitişik olan ve kendi adıyla anılan caminin yanındadır.

Gerek çağdaşları gerekse daha son­raki dönemlere mensup âlimler Ebû Yû­suf’un ilminin yanı sıra şahsiyetinden, ahlâk ve karakterinden övgüyle söz eder­ler. Bezzâzî, Kasım b. Züreyk’ın Ebû Yû­suf’u yatağının üzerinde ufacık cüsse­siyle görünce hayret ederek, “Allah, ilmi bir kuşun kursağına koymayı dileseydi koyardı” dediğini rivayet etmekte, bundan da onun küçük yapılı bir kişi olduğu anlaşıl­maktadır. Ebü Yûsuf üstün bir zekâya, güçlü bir hafızaya ve intikal yeteneğine sahipti. Elli altmış hadisi bir defa dinle­mekle yanlışsız olarak ezberlediği riva­yet edilir. Ebû Hanîfe’nin talebelerinden Hasan b. Zİyâd el-Lü’lüî’nin anlattığına göre Ebü Yûsuf bir hac yolculuğu sıra­sında hastalanmış, kendisini ziyarete gelen Süfyân b. Uyeyne’den dinlediği kırk hadisi ileri yaşına, yolculuk yorgunluğu­na ve hastalığına rağmen ezberlemiş, sonra da etrafındakilere yazdırmıştır. Devlet adamlarıyla yakından görüşme­ye başladığı günlerde Hârûnürreşîd’in veziri Yahya b. Hâlid el-Bermekrnin Ebü Yûsuf’a, eyyâmü’l-Arab’ı bilmediği için sultanlarla sohbetin tam olarak hakkını veremediğini söylemesi üzerine bir ay eve kapanarak bu konuda çalışmış, ne­ticede edindiği bilgiler onu dinleyenleri hayrete düşürmüştür. A’meş’in öğren­cisi olduğu günlerde bir soruyu cevap­landırırken yaptığı açıklamalara hayret eden hocası bu cevabı nereden buldu­ğunu sormuş, o da, “Bize daha önce öğ­retmiş olduğunuz şu hadisten” diye ce­vap verince, “Ben bu hadisi sen daha ana rahmine düşmeden önce biliyordum, fakat yorumunu ancak şimdi öğrendim” demiştir.

Ebû Yûsuf fazilet sahibi bir kişi ola­rak tanınır. Yokluk ve sıkıntı içinde ge­çen günlerini hatırlayarak hayatı boyunca ihtiyaç sahiplerine yardım elini uzatmış, aynı zamanda velinimeti olan Ebû Hanî-fe’yi hayır dua ile anmaktan geri kalma­mıştır. Vefatından önce Mekke, Medine, Küfe ve Bağdat halkına yüzer bin dinar dağıtılmasını vasiyet ettiği söylenir.

Halife nezdinde ve saray çevresinde büyük bir itibara ve buna paralel olarak büyük bir servete sahip olan Ebû Yûsuf zaman zaman, yöneticilerin arzuları doğ­rultusunda fetvalar vererek bu noktaya yükselmekle itham edilmiştir. Takvası, ahlâkı, seciyesi ve karakteriyle ilgili ola­rak nakledilen bilgilerin yanı sıra KM-bü’1-Harâc’m mukaddimesinde Hârû-nürreşîd’e hitaben yazdığı şu satırlar onun bu ithamları hak etmediğini gös­termeye yeterlidir: “Bugünün işini yarı­na bırakma… Allah’ın sana verdiği gö­revde bir saat bile olsa hakkı yerine ge­tir. Kıyamet gününde yöneticilerin en mutlusu halkı en mutlu olandır. Sen doğ­ru yoldan ayrılma ki halkın da ayrılma­sın. Arzularına uymaktan ve öfkelenip intikam almaktan sakın…”

Ebû Yûsuf, ilmin ve ilim sahibinin üs­tün mevkiini insanlara göstermek düşüncesiyle en güzel yerde oturur, en gü­zel şekilde giyinir, en değerli takımlarla donatılmış atlara binerdi. Bu davranışı­nı yadırgayanlara da, “Bir terzi çocuğu­nun ilim sayesinde nerelere kadar yük­selebildiğinin herkes tarafından görül­mesini istiyorum” diye cevap verirdi. Aynı sebeple, yargı işine bakan fakihle-rin halk katında seçkin bir konumda gö­rülmeleri ve kendilerine gerekli saygı­nın gösterilmesi için onların siyah sa­rık ve cübbeden oluşan özel bir kıyafet giymelerini sağlamıştır. Hârûnürreşîd’e Ebû Yûsuf’a niçin bu kadar çok değer verildiği sorulduğun­da, “İlimdeki kemali, hafıza gücündeki üstünlüğü, mezhepteki istikameti ve dindeki muhafazakârlığı sebebiyle” ce­vabını vermiştir. Ebû Yûsuf bu meziyet­lerinden dolayı halifeye çok yakın olmuş, onunla yolculuk etmiş, 170-181 (786-797) yıllan arasında birkaç defa bera­ber hacca gitmişlerdir.

Ebû Yûsuf’un ders halkasına ve ilim meclislerine birçok talebe katılmıştır. Kendisinden fıkıh öğrenmek veya hadis rivayet etmek suretiyle ilim tahsil eden öğrencilerin en tanınmışları Ahmed b. Hanbel, Muhammed b. Hasan eş-Şey-bânî, Bişr b. Velîd el-Kindî, Bişr b. Gıyâs, Yahya b. Maîn, Hilâl b. Yahya er-Re’y. Ca’fer b. Yahya el-Bermekî. Hasan b. Zi-yâd el-Lü’lüî, Esed b. Furât ve Yahya b. Âdemdir.

Ebû Yûsuf, fıkıh ve hadis bilgisinin ya­nı sıra tefsir, siyer, megâzî ve eyyâmü’l-Arab sahalarında da döneminin seçkin âlimlerindendi. Çağdaşları onun bu alan­lardaki bilgisinden övgüyle söz ederler.

İctihad Usulü

Ebû Yûsuf’un ictihad usulünden söz etmeden önce onun ba­ğımsız (mutlak) bîr müctehid sayılıp sa­yılmayacağı konusundaki tartışmalara temas etmek gerekir. İbn Kayyim el-Cev-ziyye, İbn Kemal ve İbn Âbidîn gibi bazı âlimler Ebû Yûsuf’un mutlak müctehid olmayıp ancak mezhepte müctehid ol­duğunu ileri sürmüşler, Şemsüleimme es-Serahsî, İbn Hazm, Şehâbeddin el-Mercânî, son dönemde Ali el-Hafîf, Mu­hammed Ebû Zehre ve M. Zâhid Kevserî gibi âlimlerle müsteşriklerden J. Schacht ise onun mutlak müctehid olduğu görü­şünü savunmuşlardır. Nevevî, İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî’nin. “Müzenî’nin bütün tercihlerinin tahrîc grubuna gir­diğini ve Şafiî mezhebine râci olduğunu görüyorum. Ebû Yûsuf ve Muhammed ise böyle değildir, onlar Ebû Hanîfe’nin usulüne de muhalefet etmişlerdir” dediğini nakletmektedir. Ebû Yûsuf’un mutlak müctehid olduğu görüşünü benimseyen son dönem âlim­lerine göre, Ebû Yûsuf ve arkadaşları­nın Ebû Hanîfe’ye sadece fürû ile ilgili konularda muhalefet ettiklerini, usulle ilgili meselelerde daima ona bağlı kal­dıklarını söylemek doğru değildir. Çün­kü o dönemde usul ilmi henüz tam an­lamıyla oluşmuş ve olgunlaşmış değildi. Gerçi görüşler belirtilip fetvalar verilir­ken dikkat edilen bazı noktalar mevcut­tu; ancak bu noktaların tamamını Ebû Hanîfe’nin tesbit ettiğini, öğrencilerinin sadece o kuralları benimsemek ve uygu­lamakla yetindiklerini söylemek müm­kün değildir. Çünkü Hanefî fıkhının olu­şumunda Ebû Hanîfe’nin önderliği ve yön verici rolü bilinmekle beraber arkadaş­ları ve Öğrencilerinin, hatta çağdaşı Kûfeli fakihlerin de bu oluşumda belli oran­da paylarının bulunduğu inkâr edilemez. Kaldı ki söz konusu kuralların Ebû Hanî-fe tarafından konulduğu, Ebü Yûsuf ve arkadaşlarının bu kuralları benimsediği kabul edilse bile bu husus onun mutlak müctehid olmasına halel getirmez. Çün­kü Ebü Yûsuf ve arkadaşları, kabul et­tikleri her konuyu taklit yoluyla değil araştırma sonucu ulaştıkları ilmî kana­atleri sebebiyle benimsemişlerdir. Ebû Hanîfe ile uygunluk arzeden görüşleri de ona ters düşen görüşleri kadar tak­litten uzak olup delile dayanmaktadır. Ebû Yûsuf’un Ebû Hanîfe’den ders oku­muş olmasının, onun hocasından bağım­sız olarak ictihadda bulunmasına engel teşkil ettiğini ileri sürenlerin mantığına göre Ebû Hanîfe’nin de mutlak müctehid olduğunu söylemek imkânsız olur. Çünkü o da İbrahim en-Nehaî ve Hammâd b. Ebû Süleyman gibi hocalardan ders oku­muş, birçok konuda onlarla aynı görüşü paylaşmıştır.

Eğer ictihad, zamanın getirdiği me­selelerin şer’î hükmünü ortaya koymak için bütün gücün sarfedilmesi demekse ve bunun tek şartı da edebî ve dinî yö­nüyle Kurân-ı Kerîm’i, metin ve sened yönünden sünneti, ayrıca icmâ edilen hususları ve kıyas usulünü bilmekse Ebû Yûsuf bağımsız, mutlak bir müctehid-dir; aynı zamanda Kûfe’de Ebû Hanîfe başkanlığında faaliyet gösteren fıkıh he­yetinin de en seçkin üyesidir. Hemen he­men hiç ara vermeden on yedi yıl bu grup içinde en faal üye olarak yer alan Ebû Yûsuf’un olağan üstü sayılabilecek zekâ ve hafıza gücü ile ilme olan düş­künlüğü birlikte mütalaa edilince tabii olarak böyle bir sonuca ulaşılır. Bizzat Ebû Hanîfe tarafından “yeryüzündeki en âlim kişi” olarak nitelendirilmesi de bu görüşü desteklemektedir.

Ebû Yûsuf başta olmak üzere Ebû Ha­nîfe’nin Muhammed b. Hasan ve Züfer b. Hüzeyl gibi talebeleri, hem usulde hem de fürûda hocalarına veya birbirlerine muhalefet ettikleri ve aralarında serbest bir tartışma ortamı bulunduğu halde, görüşlerinin Ebû Ha­nîfe’nin görüşleriyle beraber tedvîn edil­mesi ve bunların hepsinin Hanefi mez­hebi olarak adlandırılıp benimsenmesi, bu ekolün fıkhî esaslarını Ebû Hanîfe’­nin kurduğu ve öğrencilerinin bu çerçe­vede ictihad ettiği anlamına gelmemeli­dir. 1105 (1693) yılında Mekke Şerifi Sa’d b. Zeyd tarafından sorulan bir soru üze­rine Abdülganî en-Nablusî’nin kaleme aldığı el-Cevâbü’ş-şerif H’1-hazreti’ş-şerîfe fî enne mezhebe Ebî Yûsuf ve Muhammed hüve mezhebü Ebî Hanî­fe adlı risalede Ebû Yûsuf ve Muham-med’in görüşlerinin Ebû Hanîfe’den kay­naklandığı, bu sebeple bütün görüşlerin Ebû Hanîfe’ye nisbetinin doğru olduğu tezi savunulmuş, İbn Âbidîn de bu gö­rüşe katılmıştır. İbn Kemal’in, Ebû Yû­suf’u mutlak müctehid saymayıp mez­hepte müctehid olarak kaydeden tasni­fi veya Ebû Hanîfe’nin hayatı ve görüş­leriyle İlgili olarak kaleme alınan menâ-kıb kitaplarında yer alan mübalağalı ifa­deler de bu yöndeki görüş ve kanaatler için uygun bir malzeme teşkil etmiştir. Ancak mezhebin sonradan Ebû Hanîfe’­ye nisbetle adlandırılmasının başka izah­ları da yapılmaktadır. Meselâ M. Zâhid Kevserrye göre Ebû Hanîfe ve arkadaşlarının hepsinin gö­rüşlerinin toplamına “Hanefî mezhebi” adı verilmesi genel kabule dayanan bir adlandırmadan başka bir şey değildir.

Ebû Yûsuf’un ictihadda bulunurken takip ettiği metodu kendisinin yazdığı bir usul kitabında bulma imkânı mevcut değildir. Her ne kadar bütün mez­hepler İçinde ilk fıkıh usulü kitabının Ebû Yûsuf tarafından telif edildiği çeşitli kay­naklarda belirtilmişse de bugüne kadar böyle bir esere rastlanmamıştır. Bu du­rumda onun ictihad usulünü ancak ver­miş olduğu fetvalardan ve bazı sözle­rinden çıkarmak mümkün olabilir. Kay­naklarda Ebû Yûsuf’un son günlerinde şu şekilde dua ettiği belirtilir: “Allahım! Sen biliyorsun ki önüme çıkan her hadi­senin hükmü için önce senin kitabına baktım ve orada bir çıkış yolu bulduysam aldım. Eğer bulamadıysam peygamberinin sünnetine baktım. Orada da bir çıkış yolu bulamadıysam ashabın sözle­rine baktım”. Bu ifadeden, re’y ekolünün seçkin bir imamı olarak kıyasa sıkça başvurduğu bilinen Ebû Yûsuf’un sahâbî kavlini kıyasa tercih ettiği anlaşılmaktadır. Serahsî de Kerhfden yaptığı nakilde bu gö­rüşü desteklemekte ve onun birçok me­selede kıyasa göre hükmün ne olduğu­nu belirttikten sonra o hükmü sahâbî kavlinden dolayı terkettiğini kaydetmek­tedir. Ebû Yûsuf’un ver­diği hükümler incelendiğinde bu delille­rin yanı sıra icmâ, kıyas, istihsan, şer’u men kablenâ, örf gibi diğer aslî ve fer’î delilleri de belli bir sıra ve metot içinde kullandığı söylenebilir.

Re’y ekolüne mensup fakihler içinde hadis ilminde en güçlü âlimlerden biri kabul edilen Ebû Yûsuf’un hadisten çok­ça faydalanması ve kıyasa sıkça başvur­ması tabiidir. Ancak uzun süre siyasî ve idarî mekanizma ile İç İçe olan yargı ku­rumunda görev yapmış olduğundan ba-zan istihsanı ön planda tuttuğu da gö­rülmektedir. Meselâ Ebû Hanîfe ve Mu-hammed’e göre Hz. Peygamber faiz ya­sağıyla ilgili olarak bir maddenin ölçek­le (keyfî) veya tartıyla (veznî) alınıp satıl­masını hükme bağlamışsa bu maddenin her zaman bu şekilde alınıp satılması gerekir. Bu konuda örfe itibar edilmez. Ebû Yûsuf ise örfün değişmesi halinde Ölçekle olanın tartıyla, tartıyla olanın ölçekle alınıp satılabileceği görüşündedir. Aynı şekilde Hz. Ömer’in haraç vergisi olarak belirle­diği miktara bağlı kalmamış, onu günü­nün şartlarına göre yeniden tesbit et­mekte sakınca görmemiştir. Bu örnekler Ebû Yûsuf’un, za­manın değişmesiyle hükümlerin de de­ğişebileceğini ifade eden küllî fıkıh ku­ralına göre hareket ettiğini göstermek­tedir. Güçlüğü ortadan kaldırmak ve iz­dihama sebebiyet vermemek için bir şe­hirde iki ayrı camide cuma namazı kılın­masına, taşınma imkânı bulunamayan ganimetlerin henüz dârülharpten çık­madan askerler arasında paylaştırılmasına ve ihtiyaçtan dolayı “müzâraa” ve “müsâkât” akidlerine cevaz vermiş ol­ması da zaruret prensibine dayanmak­tadır. Diğer taraftan cuma namazının bir şehirde iki yerde kılınmasının caiz oldu­ğunu belirttikten sonra daha fazla mescidde kılınmasının caiz olmadığını söyle­mesi de zaruretlerin kendi miktarınca takdir edilmesi gerektiği kuralına uygun düşmektedir. Hamile kadının bir çocuk doğurma ihtimali iki veya daha fazla ço­cuk doğurma ihtimalinden daha kuvvet­li olduğu için mirastan yalnızca bir ço­cukluk pay ayrılması, “Nâdir olana değil yaygın ola­na itibar edilir” kuralı ile açıklanabilir. Ebü Yûsuf’un, borçlanılan paranın değer kaybetmesi halinde bu paranın aynı mik­tarının (misi) değil değerinin ödenmesi gerektiğine fetva vermesi de bu arada zikredilebilir. Bütün bu örneklerden de anlaşılacağı üzere Ebû Yûsuf Kitap ve Sünnete bağlılığının yanı sıra hikmet-i teşrîiyyeyi iyi kavramış bir müctehiddir: bu şekilde yetişmesinde, hocası Ebû Ha-nîfe’nin hem bir müctehid-imam olma­sının hem de medresesini bir fıkıh ko­misyonu gibi görüp derslerini buna gö­re yapmasının büyük katkısı olmuştur.

Fıkıh İlmindeki Yeri

Uzun süre İbn Ebû Leylâ’nın, daha sonra da Ebû Hanîfe’nin talebesi olan Ebü Yûsuf en çok Ebû Hanîfe’nin etkisinde kalmıştır. Ancak ge­rek yetişmesini sağlayan ders halkala­rında takip edilen metot sebebiyle, ge­rekse kendi özel yetenekleri sayesinde hiçbir zaman mukallit olmamış, tercih ve görüşlerini açıkça ifade etmiş, zaman zaman Ebû Hanîfe’nin görüşüne muha­lefet ettiği de olmuştur. Hayatının daha sonraki dönemlerinde bu fikir ayrılıkla­rının oranında artış olduğu gözlenmek­tedir. Yalnız büyük bir feyze sahip ol­duğuna inandığı, kendisine son derece hürmet ve minnet duyduğu Ebû Hanîfe ile olan görüş ayrılıklarını özellikle açı­ğa vurma gayreti içinde olmadığı gibi bir meselede Ebû Hanîfe ile ittifak ha­linde olduğu sürece kalbinde bir ışığın parladığını belirtirdi. Ancak onun hoca­sına karşı duyduğu bu saygı ve bağlılık, fıkhî meseleleri kendi görüş ve insiyatifıyle değerlendirmesine engel teşkil etmemiştir. İlk dönemden itibaren Hanefî fıkıh literatüründe mezhebin öncüleri arasındaki görüş ve yaklaşım farklılık­larına geniş ölçüde yer verilir. Bu arada Ebû Yûsuf’un İmam Muhammed’le bir­likte veya tek başına Ebû Hanîfe’nin gö­rüşüne katılmadığı yüzlerce meseleden söz edilir. Diğer fıkıh mezheplerinde mez­hep içindeki farklı görüşler genellikle sonraki dönem hukukçularınca geliştiril­mişken Hanefî mezhebinde bu husus. genelde Ebû Hanîfe ile talebeleri Ebû Yûsuf, İmam Muhammed ve Züfer ta­rafından oluşturulmuştur. Bundan do­layı Hanefî mezhebindeki doktriner görüş zenginliğinde Ebû Yûsuf’un şüphe­siz önemli payı vardır.

Bazı konularda Ebû Yûsuf’tan iki de­ğişik fetva nakledilmesi, onun Özellikle kadı olduktan sonra bir kısım fetvalarını değiştirdiği izlenimini uyandırmaktadır. Öte yandan sözü edilen görüş değişiklik­lerine dikkat çeken müsteşrik Schacht’ın, bu değişikliklerin her zaman daha mü­kemmele doğru seyretmediğini söyleme­sini {El2 |ing.|, 1, 165) anlamak kolay de­ğildir. Çünkü mükemmel kavramı izafî­dir ve bir görüşün iyi ve mükemmel olduğu hükmü, ancak mevcut şartların ve uygulama alanının ayrıntılı şekilde bi­linmesi halinde yapılacak bir değerlen­dirme ile verilebilir. Ebû Yûsuf’un, olay­ları Ebû Hânîfe’ye göre daha farklı bir açıdan değerlendirmesini sağlayan bazı sebepler vardır. Meselâ çok sayıda ha­dis âlimiyle görüşmesi, onlardan hadis alması ve Ebû Hanîfe zamanında tevsik edilmeyen birçok hadisin onun zamanın­da tevsik edilmesi gibi sebepler bu ara­da zikredilebilir. Ebû Yûsuf hadis öğ­renimine fıkıhtan önce başlamış, hem hafızasının hem de intikal yeteneğinin güçlü oluşu sayesinde hadisleri kolay ez­berlediği gibi onların anlam ve delâlet­lerini de kavramakta zorluk çekmemiş­tir. Bu sebeple re’y ekolüne mensup fa­kihler içinde hadise en çok bağlı olan imamın Ebû Yûsuf olduğu ifade edilmiştir. Ay­rıca Hârûnürreşîd ile birlikte seyahat et­mesi, bu seyahatleri esnasında Medi­ne’ye uğrayarak Mâlik b. Enes ile görüş­mesi, ondan hadis alıp bazı fıkhî konula­rı kendisiyle tartışması da Ebû Yûsuf’un bir kısım görüşlerini değiştirmesinde et­kili olmuştur. Hatta bu görüşmeler sa­yesinde fıkıhta Irak ekolü ile Hicaz eko­lünün bakış açıları birbirine yaklaşmış­tır. Ebü’l-Müeyyed el-Hârizmî. Câmi’u’l-mesânîd adlı eserinde Şafiî’nin Ebû Yûsuf’a nebîzle ilgili bir soru sorduğunu, İmâmü’i-Haremeyn el-Cüveynî de Şâfıî ile Ebû Yûsuf’un hem Mekke’de hem de Medine’de Hârûnürreşîd’İn huzurun­da münazarada bulunduklarını kaydet­mektedir. Ancak bu husus M. Zâhid Kevserî tarafından kesinlikle reddedilmek­te, bu rivayetlerin tarihî gerçeklere ters düştüğü ve mezhep taassubundan kay­naklandığı ayrıntılı biçimde anlatılmakta­dır. Bazı önem­li gelişmeler ve ciddi isnatlar söz konu­su görüşmeye dayandırıldığı için Kevserî’nin bu konu üzerinde hassasiyetle durduğu dikkati çekmektedir.

Ebü Yûsuf’un, bazı konularda Ebû Ha-nîfe’den farklı düşünmesinin diğer bir sebebi de önce kadı, daha sonra kâdıl-kudât sıfatıyla yargı görevinde bulun­muş olmasıdır. Bu görev Ebû Yûsuf’a önemli ölçüde tecrübe kazandırmış, na­zarî hükümleri uygulama veya bunların uygulanabilirliğini gözleme imkânı sağ­lamış, sonuçta da özellikle kazâî fıkhın onda bir meleke haline gelmesini sağ­lamıştır. Meselâ hâkimin davalı isteme­se bile davacıya yemin teklif etmesini, sözleşmeleri ve diğer tasarrufları koru­mak İçin sefihin ancak hâkim kararıyla hacr altına alınmasını caiz görmesini ve eşin, seyahate çıkacak olan kocasından alacağı nafakaya karşılık kefil istemesi­ne izin vermesini, Ebû Yûsuf’un görevi sırasında edindiği tecrübelerin bir sonu­cu olarak görmek mümkündür. Bu se­beple, başta yargılama hukuku olmak üzere fıkhın çeşitli dallarında Ebû Yû­suf’un, sonraki dönem Hanefî fakihle-rince benimsenip mezhep içinde “müf-tâ bih” görüş olarak adlandırılan birçok tercih ve fetvası mevcuttur. Öte yandan Ebû Yûsuf, kâdılkudâtlık mevkiinde bu­lunması dolayısıyla, kadıların tayin işlerinde birinci derecede söz sahibi olduğu ve bu sırada daha çok Hanefî mezhebi­ne mensup kadılara görev verdiği için bu mezhebe karşı ilgi ve iltifatın artma­sını sağlamış, Hanefî mezhebinin yayı-lıp genişlemesinde onun gayretlerinin önemli payı olmuştur.

Ebû Yûsuf, o dönemde revaçta olan akaid ve kelâm konularında zaman za­man tartışmalara katılmış, döneminin tartışmalı kelâmî meseleleri hakkında daha çok selefi bir tavır sergilemiştir. Meselâ Kur’an’ın mahlûk olduğu görü­şünü benimseyenleri sert bir dille ten­kit etmiş, böyle kimselerle konuşup se­lamlaşmanın bile doğru olmadığını söy­lemiştir. Ebû Yûsuf’un, Allah’ın helâlle­rinin ve haramlarının olduğu gibi kabul edilmesini ve müteşâbih âyetlere inanı­lıp başka kavimlerle ilgili kıssalardan İb­ret alınmasını tavsiye etmesinden bu konulardaki tartışmaları hoş görmediği anlaşılmaktadır. Ebû Yûsuf, Hz. Peygam­ber ve ashabının iman konularını hiç tar­tışmadıklarını, sadece amelî hayatla ilgi­li meseleleri konuştuklarını ifade eder, itikadî konularda kavgacı ve tartışmacı bir tavır benimseyenlerden yüz çevirme­nin Allah emri olduğunu söylerdi.

Eserleri

Hanefî mezhebinde eser telif eden ilk fakih olan Ebû Yûsuf’un başlı­ca eserleri şunlardır:

1- Kitâbü’I-Harâc. İslâm fıkıh tarihinde malî hukuk sahasında yazılan en önemli eserlerden bi­ri olup bu alanda günümüze kadar ula­şan ilk telif olduğunda şüphe yoktur. Genel olarak devletin ekonomik siyaseti­nin portresini çizmek gayesiyle telif edi­len eserde dinî ve sosyal konularla ilgili bilgiler de yer almakta, bu sebeple bazı araştırmacılar tarafından içinde fıkıh, hadis, muhasebe, hukuk, sosyoloji, ede­biyat, coğrafya vb. konuların bulunduğu bir hazine olarak değerlendirilmektedir. Birçok defa basılan eser Türkçe’ye ve bazı Batı dillerine de tercüme edilmiştir.

2- İhtilûfü Ebî Ha­nîfe ve İbn Ebî Leylâ. Ebû Yûsuf bu ese­rinde hocaları Ebû Hanîfe ile İbn Ebû Leylâ’nın ihtilâf ettiği konulan zikretmek­tedir. Kitabı Ebû Yûsuf’tan Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî rivayet etmiştir. Se-rahsî. İmam Muhammed’in esere bazı ilâvelerde bulunduğunu söylemişse de son dönem âlimlerinden Muhammed Ebû Zehre ve Ebû Yûsuf üzerine çalışan Mahmûd Matlûb, ilâve yapıldığını gösteren herhangi bir işarete rastlamadıklarını ifade etmişlerdir. Çok sayıda fıkıh ba­bını ihtiva eden eser Ebü’1-Vefa el-Ef-gânî tarafından neşredilmiştir. Ayrıca İmam Şafiî’nin el-Üm adlı eserinin sonunda Hazâ ma’htelefe iîhi Ebû Hanîfe ve İbn Ebî Leylâ can Ebî Yûsuf adıyla da mevcuttur (VII, 87-150).

3- Kitâbü’r-Red caîe s -Siyeri 7 -Evzâ’î. Ebû Hanîfe, İmam Muhammed’e imlâ yoluyla devletler hukuku (siyer) konu­sunda bir kitap yazdırmıştır. İmam Mu­hammed’e nisbet edilen ve es-Sİyerü’ş-şağîr adıyla anılan bu eserdeki görüşler Evzâî tarafından kaleme alınan Kitâbü Siyeri’î-Evzâcî adlı eserde tenkit edil­miş, Ebü Yûsuf da Evzârye cevap vermek amacıyla söz konusu eseri telif etmiş­tir. Ebü’1-Vefâ el-Efgânî’nin neşretti­ği eser, ayrıca el-Ümm’ün içinde Kitâbü Siyeril-Evzâcî başlığıy­la mevcuttur (VII, 303-336).

4- Kitâbü’l-Âşâr. Oğlu Yûsuf’un babası yoluyla Ebû Hanîfe’den rivayet ettiği bazı hadisleri ve fıkhî görüşleri ihtiva etmekte olup Ebû Hanîfe’nin müsnedi mahiyetindedir. Abdest, gusül, cünüplük, iddet, av ve alış­veriş gibi konuları içine alan eser Ebü’l-Vefâ el-Efgânî tarafından neşredilmiş­tir. Kitâbü’l-Âşâr, naşirin de önsözde belirttiği gibi tam değildir; ancak eksik kısmın son taraftan çok az bir bölüm olduğu tahmin edilmektedir. Kaynaklarda Ebû Yûsuf’a nisbet edi­len eserler de şunlardır:

1- Edebü’l-kâ-dî. Kâtib Çelebi ile diğer bazı müellifler tarafından zikredilen eserin bir nüshası Tunus Millî Kütüphanesi’nde kayıtlıdır. Üzerinde Ebû Yûsuf’a ait olduğuna dair bir ibare bulunan ve Fuat Sezgin tara­fından da ona nisbet edilen eserin. Mahmûd Matlûb tarafından yapılan incele­meden sonra Ebû Yûsuf’a nisbetin doğ­ru olmadığı kanaatine varılmıştır. Zira kitapta Hassâf (ö. 261/875), Tahâvî (ö. 321/933), Kerhî (ö. 340/951), Ebû Bekir el-Cessâs (ö. 370/ 981) ve Serahsî (ö. 483/1090) gibi âlim­lerin görüşlerine de yer verilmiştir.

2- el-Mehâric. M. Zâhid Kevserî, müsteşrik J. Schacht tarafından Muhammed b. Ha-san’a nisbet edilerek basılan Kitâbü’l-Mehâric’in Ebû Yûsuf’a ait olduğunu söylemekteyse de bu görüşünü teyit ede­cek bir delil bulunmamaktadır. Bunlardan başka ei-Meb-sût, Kitâbü’1-Cevâmf, Kitâbü’r-Red caid Mâlik b. Enes, Kitâbü İhtilâfi’1-em-şâr, Kitâbü’l-Emâlî, Kitâbü’n-Nevâdir, Müsnedü’1-İmâm Ebî Yûsuf adlı eser­ler de Ebü Yûsuf’a nisbet edilmektedir. Ebû Hanîfe hakkında yazılan eserler­de ve umumi tabakat kaynaklarında Ebû Yûsuf’un biyografisine, fıkıh ilmindeki yeri ve görüşlerine önemli Ölçüde yer ve­rilmesinin yanı sıra bu konuda müstakil eserler de kaleme alınmıştır. Bunların başlıcalan şunlardır: Zehebî, Menâkıbü Ebî Yûsuf; Ebü’l-Bere-kât Muharrem b. Muhammed ez-Zeylaî, Menâkıbü Ebî Hanîfe ve şâhibeyh Ebî Yûsuf ve Muhammed b. Hasan; M. Zâhid Kevserî. Hüsnü’t-tekâ-dî fî sîreti’1-İmâm Ebî Yûsuf el-Kâdî[406]; Hâdî el-Ahdar Dervîş, Ebû Yûsuf el-Ködî hayâtühû ve kitâbühü’l-Haiâc; Mahmûd Matlûb, Ebû Yûsuf: Hayâtühû ve âşâruhû ve ârâ’ühü’l-hkhiyye; Ahmed İbrahim Ebû Yûsuf. Ebû Yûsuf kâ-di’1-kudât.

Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski