Fakir, İslamda Fakirlik, Ayetlerde Fakir, Hakkında Bilgi

Fakir. Maddî ihtiyaç içinde bulunan kimse, yoksul.

Fakir kelimesi Arapça’da “delmek, kaz­mak, kırmak” mânalarına gelen fakr kö­künden sıfat olup asıl anlamı “omurga­sı (fekâr) kırılmış kimse’dir. Bu durum­daki insan gibi bir işe güç yetirememesi. başkasına muhtaç olması sebebiyle maddî bakımdan sıkıntı içinde bulunan kimseye de fakir denildiği ifade edilir.

Fakir kelimesi Kur’an’da çoğulu fuka­ra ile birlikte on iki yerde geçer. Bun­lardan iki âyette Allah’ın zengin, insanların ise fakir olduğu zikredilirken(Fâtır 35/15; Muhammed 47/38) insanların gerçekte kendi kendilerine yetmeyip Al­lah’a muhtaç oldukları vurgulanmak is­tenmiştir. Kelimenin bu anlamı tasavvuf­ta ayrı bir önem kazanmış ve fakr ta­savvuf literatürünün önemli kavramları arasında yer almıştır. Fakire yardım edilmesi, onun yedirilip korun­ması hususunun işlendiği diğer âyetler­de ise bu kelimeyle halk dilindeki yay­gın kullanımına da uygun olarak zengin olmayan, maddî sıkıntı ve ihtiyaç içinde bulunan kimselerin kastedildiği söyle­nebilir. Nitekim yurdunu terkedip gün­lerce aç susuz dolaşan Hz. Musa’nın ken­dini fakir olarak nitelendirmesinde(Kasas 28/24) veya Mekke’den Medine’­ye göç eden muhacirlerden fakirler ola­rak söz edilmesinde(Haşr 59/8) mad­dî ihtiyaç göz önünde bulundurulmuş­tur. Hadislerde de sıkça geçen fakir ke­limesinin aynı anlamı taşıdığı görülür. Ancak Kur’an’da zekât gelirle­rinin devlet eliyle harcanacağı yerleri be­lirten âyette(Tevbe 9/60) fakirlerin ve miskinlerin ayrı sınıflar olarak sayıl­ması bu iki kelimeyle ilgili dil ve tanım tartışmalarına yol açmıştır. Öte yandan zekâtın yanı sıra frtır sadakası, nafaka, vakıf, vasiyet cizye gibi kişilerin ekono­mik durumlarına göre hak ve sorumlu­luklarının belirlendiği konularda da fa­kirin tanımı ve fakirlik ölçüsünün belir­lenmesi önem kazanmıştır. Kelimenin etimolojik tahlili ve hukukî sonuçlarıyla ilgili olarak İslâm hukuk literatüründe bazı görüş ve tartışmaların yer alması da bu sebeplere dayanır.

Kur’ân-ı Kerîm’de(Tevbe 9/60) dev­letin zekât gelirlerinden pay alacak se­kiz grup arasında önce fakirler ve mis­kinler zikredilir. Bunlardan vergi memur­ları (âmiller) hariç geri kalan yedi sınıfın ortak özelliğinin ihtiyaç içinde bulunma­ları olduğu söylenebilir. Ebû Yûsuf ve bir grup fakih fakir ve miskinin tek bir sınıf teşkil ettiğini, aralarında yoksulluk yönünden derece farkı bulunmadığını ifade ederler. İslâm hukukçularının ço­ğunluğuna göre ise fakir ve miskin farklı gruplar ise de hangisinin daha yoksul olduğu tartışmalıdır. Tabiîn neslinden bazı âlimlerle Hanefî ve Mâlikî fakihleri, fakir ve miskinle ilgili olarak bazı âyet( Bk. Bakara 2/61, 273; İnsân 76/8; Beled 90/ 16) ve hadislerde yer alan ifade ve nitelendirmelerden hareketle miskini “hiçbir malı olmayan ve ihtiyacını dışa aksettiren kimse”, fa­kiri de “yeterli miktarda malı ve geliri bulunmamakla birlikte bu haliyle geçin­meye çalışan kimse” olarak tanımlarlar. Şafiî ve Hanbelîler’e göre ise fakir mis­kinden daha muhtaç ve yoksul durum­da olan kimsedir. İmam Şâfıî fakiri “ma­lı, meslek ve sanatı olmayan kimse”, mis­kini de “malı, meslek ve sanatı olmakla birlikte geçimini sağlayamayan kimse” diye tanımlar. Kaynaklar­da fakir ve miskinin tanım ve ayırımıyla ilgili olarak on kadar görüşten söz edi­lir.

Her ne kadar J. Schacht fakirle mis­kin arasında gerçekte bir fark bulunma­dığını, bu konuda zikredilen bazı farkla­rın zorlama olup fakihlerin bu iki sınıfı kendilerini de içine alacak şekilde ta­nımladıklarını ve böylece zekât gelirin­den pay almayı amaçladıklarını ileri sür-mekteyse de (£/ |İng.|, V, 1204) fakir ve miskinle ilgili olarak literatürde yer alan tartışmaları böyle basit ve şahsî bir ama­ca inhisar ettirmek doğru değildir. Fa­kihlerin bu konuda ileri sürdükleri fark­lı ölçü ve görüşler, toplumda gerçek ih­tiyaç sahiplerinin belirlenmesi ve ferdî beyanlardan ziyade objektif kriterlerin yerleşmesi yönündeki gayretlerinin ürü­nü olarak görülmelidir.

Kişinin zekât konusundaki hak ve yü­kümlülüğünü belirleyen fakirliğin ölçü­sü hususunda Haneffler ile diğer üç mez­hebe mensup fakihler arasında farklı görüşler vardır. Hanefîler, zekât vermek­ten muaf olabilmek ve zekât fonundan faydalanabilmek için mal ve gelirlerin nisab miktarının altında olması şartını ararlar; fakiri de “zekâta tâbi mallar­dan nisab miktarı malı olmayan kimse” şeklinde tanımlarlar. İslâm hukukçula­rının çoğunluğu ise bu konuda kişinin gelir gider dengesini göz önünde bulun­durur, mal ve gelirleri giderini karşıla­yamayan kimsenin serveti zekât verme nisabını bulsa bile fakir sayılacağını ile­ri sürerler. Buna karşılık serveti nisab miktarının altında olmakla birlikte ihti­yacını rahatlıkla karşılayabilen kimseye de zekât verilemeyeceğini belirtirler. Öte yandan Hanefîler, çalışabilecek durum da olan fakirin zekât almasının haram olmadığını, ancak hayatını çalışarak ka­zanmasının daha doğru olacağını kay­dederler.

Kur’an’da, kendilerini Allah yoluna adamış, bu sebeple yeryüzünde kazanç için dolaşamayan fakirlerden söz edile­rek(Bakara 2/273) ilim, cihad gibi ka­mu yararına yönelik faaliyetleri sebebiy­le geçimlerini yeterli derecede sağlaya­mayan kimselerin toplum veya devlet tarafından maddî bakımdan desteklen­mesi gereğine işaret edilmiştir. Bundan dolayı İslâm hukukçuları miskin ve faki­ri iki ayrı sınıf kabut edip çalışamaz du­rumdaki hasta, yaşlı ve sakatlardan, ye­terli geliri olmayanlara veya çalışsa bile ağır geçim yükü altında bulunanlara ka­dar maddî ihtiyaç içindeki bütün grup­ları sosyal adalet ve güvenlik şemsiyesi altında toplamak istemişlerdir. İlk dö­nemlerden itibaren İslâm devletinin fa­kir gayri jnüslim vatandaşlardan vergi almayıp onların ve aile fertlerinin geçi­mini devlet bütçesinden karşılaması bu anlayışın sonucudur.

Zekât hak ve muafıyetiyle ilgili olarak söz konusu edilen fakirlik ölçüsü, usul-fürû ve hısımlık nafakasını hakedişte veya cizye yükünden muaf olma, fakir lehine yapılan vakıf yahut vasiyetten fay­dalanma gibi konularda da büyük çapta uygulanır. Burada da zekât nisabı miktarınca mal ve gelire sahip bulunmama ölçüsünden çok gelirin gideri karşılaya­maması ve maddî ihtiyaç içinde olma öl­çüsü ağırlık taşır.

Fakir kelimesinin dil ve fıkıh ilimlerindeki anlamı daha teknik ve sınırlı bir önem taşımakla birlikte fakirin ve fa­kirliğin İslâm dininin fert ve toplumla. dünya ve âhiretle ilgili genel değerlen­dirmesi içindeki yeri daha genel bir önem arzeder. İslâm dini çalışmayı, iyi ve fay­dalı işler yapmayı emretmiş, dilenciliği hoş karşılamamış, zekâttan pay alarak veya başkalarının yardımıyla geçinmek yerine kişinin kendi elinin emeğiyle ge­çimini sağlamasını daha övgüye değer bulmuştur. Hz. Peygamber döneminden itibaren toplumda fakirlerin gözetilip korunması, fakirlikle mücadele edilip toplumda muhtaç kimsenin bırakılma­ması yönünde ciddi tedbirlerin alındığı bilinmektedir. Muhacirlerle ensar ara­sında kardeşlik kurulması (muâhât). kölelerin azat edilmesi, kamu yararına vakıf ve yatırımların teşvik edilmesi, ke­faret, zekât, fıtır sadakası, infak, nafa­ka gibi fakirleri koruyup gözetmeye yö­nelik dinî mükellefiyetler, gerektiğinde borçlu ve fakirlere devlet bütçesinden destek sağlanması bu tedbirler arasın­da sayılabilir.

İslâm dininde fakirlerin durumunu iyi­leştirmeye yönelik olarak çeşitli önlem­ler alınmış olmakla birlikte hiçbir zaman fakirlik bir horlama ve aşağılama sebe­bi görülmemiş, mülkün gerçek sahibi­nin Allah olduğu(Âl-i İmrân 3/26), dün­yada insanların ekonomik yönden farklı seviyelerde olup bazılarının fakirlik ve maddî sıkıntı içinde bulunmasının bir­takım amaç ve hikmetlere dayalı oldu­ğu(Bakara 2/155; Nahl 16/71; Zuhruf 43/32), insanların Allah katında­ki değerini belirlemede takvanın ölçü alınacağı(Hucurât 49/13) gibi husus­lar dikkate alınarak her toplumda var olan bu sosyal vakıa tabii karşılanmış, böylece konuya başka bir dinî ve ahlâkî boyut kazandırılmıştır. Sabreden ve ol­gunluk gösteren fakirlerin cennete ilk giren gruplar arasında yer alacağı, cen­net ehlinin çoğunluğunu fakirlerin teş­kil edeceği, gerçekte fakirliğin utanıla­cak bir şey değil insanın manevî hayatı için bazı avantajlar sağlayan bir merte­be sayıldığı, fakirlerin, miskinlerin ve zayıf kimselerin toplumun hayırlı bir ta­bakasını oluşturduğu yönünde Hz. Peygamber’e kadar uzanan rivayetler böyle bir amaca yöneliktir. Öte yandan Hz. Peygamber sabredip olgun­luk göstermeyen, yoksulluğunu bahane ederek taşkınlık yapan, kötülük işleyen. isyan eden fakirleri de şiddetle kınamış, fakirliğin kişiyi birtakım kötülüklere sü­rükleyebileceği, hatta nankörlüğe sev-kedip küfre bile düşürebileceği uyarı­sında bulunmuştur. İlk bakışta çeliş­kili gibi görünen fakirliğin lehinde ve aleyhindeki bu rivayetler aslında İslâm’ın benzer konulardaki tutumuyla da uyum­lu olarak haklar ve Ödevler, yetkiler ve sorumluluklar arasında denge bulundu­ğuna işaret etmeyi amaçlar. Her nime­tin, her mahrumiyet ve sıkıntının maddî sebeplerinin yanı sıra İslâm’ın yaratılış ve kullukla ilgili genel telakkisi açısın­dan da mâkul bir açıklaması yapılarak hem tevhid inancının hayatın her saf­hasını kuşatan bütünlüğü hem de ki­şilerin ruh sağlığı, yaratıcıya ve hayata bağlılıkları, kendilerine saygıları korun­muş olmaktadır. Bu bakımdan İslâm’ın fakirlikle mücadele ve fakirlerin koru­nup gözetilmesi konusunda gösterdiği gayretle yoksulluk karşısında sabır ve metanet gösterilmesini öğütlemesi ara­sında açık bir uyum görülür.

TDV İslam Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski