Fazlullah Hurufi/Esterabadi Kimdir, Hayatı, Eserleri, Hakkında Bilgi

Fazlullah b. Seyyid Bahâiddîn el-Esterâbâdî (ö. 796/1394) Hurufîlik fırkasının kurucusu.

740’ta (1340) Hazar denizinin güney­doğusundaki Esterâbâd şehrinde doğ­du. Hayatı hakkında bilgi veren en eski kaynaklardan Makrîzî’nin ed-Dürerü’î-‘uküdi’l- feride adlı eserinden naklen Sehâvîonun künyesini Fazlullah Ebü’l-Fazl el-Esterâbâdî el-Acemî şeklinde kaydet­tikten sonra adının Abdurrahman oldu­ğunu, ancak Seyyid Fazlullah-ı Helâlhor diye tanındığını ve 804’te (1401-1402) öl­dürüldüğünü söyler. Aynı müellif başka bir yerde on­dan Tebrizli diye bahsederek künyesini Fazlullah b. Ebû Muhammed et-Tebrizî şeklinde verir ve bid’atçı olduğunu bil­dirir. İbn Hacer el-Askalânî de muhtemelen Sehâvî’den aldığı bu ikinci rivayeti tekrarlar. Kâtib Çelebi Fazlullah’ın Esterâ­bâd halkından olduğunu belirtirken Bağdatlı İsmail Pa­şa onun nisbesini Esterâbâdî, Tebrîzî ola­rak iki şekilde verir. Rızâ Kulı Hidâyet’e göre Fazlullah aslen Meşhedlidir. Muhammed Ali Mü­derris ve Mu­hammed Ali Terbİyet de onun Meşhedli oldu­ğunu söylemişlerdir. Halbuki Fazlullah’ın Nevmnâme”sinde kendinin Esterâbâdlı olduğunu açıkça bildirdiği kaydedilmek­tedir. Halifesi Ali el-A”lâ da Tevhîd-nâme adlı eserinde aynı bilgiyi tekrar ettiğine göre yukarıda adı geçen müel­liflerin verdiği farklı bilgi doğru olmasa gerektir. Halifelerinden Mîr Şerif onun seyyid olduğunu söyleyerek şeceresini verir. Bu­na göre babasının adı Bahâeddin Ha­san olup soyu yedinci imam Mûsâ el-Kâzım’ın oğlu Seyyid Ca’fer’e ulaşır. Ba­zı araştırmacılar, dedesi Muhammed el-Yemânî’nin nisbesinden hareketle, Yemen’in III. (IX.) yüzyılın sonlarından iti­baren Bâtınîliğin önemli merkezlerin­den biri olduğuna ve dolayısıyla aile­nin Bâtınîlik’le ilgisi olabileceğine dikkat çekmişlerdir. Ancak babasının, tarih bo­yunca Sünnî olma niteliğini koruyan ve bunun için “Dârülmü’minîn” diye anılan Esterâbâd’da kâdılkudâtlık görevinde bu­lunması bu ihtimali zayıflatmaktadır.

Fazlullah’ın hayatının ilk dönemi ve öğrenim durumu hakkında Hurüfî kay­naklarında yeterli bilgi yoktur. Halifele­rinden Seyyid İshak-ı Esterâbâdînin ver­diği bilgiye göre on sekiz yaşında iken bir dervişten dinlediği Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin, “Bekaya sahip olduğun halde ölümden ne endişe ediyorsun / Hudânın nuruna sahipken neden mağa­rada gizleniyorsun” anlamındaki beyti­nin gerçek mânasını hocası Kemâleddin’e sormuş, hocası da bunun ancak ibadet, riyazet, aşk ve cezbeyle anlaşılabileceği­ni söylemişti. Seyyid İshak, Fazlullah’ın 756’da (1355) gördüğü bir rüya ile ken­disine rüya yorumu bilgisinin Hz. Pey­gamber tarafından verildiğini ileri sü­rer. Bu durumda Fazlullah’ın tasavvufî hayatla ilgisi Seyyid İshak’ın söylediği gibi on sekiz yaşında değil daha Önce başlamış olmalıdır. Fazlullah bunun üze­rine dünya nimetlerinden vazgeçip ken­dini ibadete verdi. Üzerindeki pahalı el­biseleri çıkarıp çobanlar gibi keçeden elbiseler giydi. Bir süre dağlarda yaşa­dı. Daha sonra yaya olarak seyahate çıkmaya karar verip zahmetli bir yolculuk­tan sonra İsfahan’a ulaştı ve dört ay sü­reyle buradaki bir kervansarayda kaldı. Gördüğü bir rüya üzerine hac niyetiyle yola çıktı; önce Tebriz’e gitti. Burada Ce-lâyirli Sultan ı- Üveysin onun sohbetle­rine devam ettiği. Fazlullah’ın ona bir derviş külahı verdiği. Vezir Zekeriyyâ ve Sâhibisadr Şeyh Hoca’nın onun dostları arasına katıldığı rivayet edilir. Tebriz’de Esterâbâdlı bir kızla evlendi. Daha son­ra Hârizm’e (760/1359), buradan da İs­fahan’ın güneyinde bulunan Semîrem’e giderek orada itikâfa çekildi. Bir süre ibadetle meşgul olduktan sonra tekrar yola koyulan Fazlullah rivayete göre, “Ey FazI, gez ve gör!” diye bir ses duymuş, ardından birden bire karşısında sekizin­ci imam Ali er-Rızâ’nın belirdiğini gör­müştür. Bu olay onun Şîa’ya olan ilgisi­ni arttırdı. Mekke’ye gitmeyi düşünür­ken bundan vazgeçip Meşhed’e gitme­ye karar verdi ve burada bir süre iba­detle meşgul olduktan sonra Mekke’ye gitti. Hac dönüşü Hârizm’e uğradı. Hâ-rizm’de iken bir gece tasavvufta istediği yere gelemediğini düşünerek o gece de fütuhat olmazsa tasavvufî hayattan vaz­geçmeye karar verir. Rüyasında kendisini Esterâbâd’da ki evinin bahçesinde görür ve burada beklediği fütuhat gerçekleşir.

Abdülbaki Gölpınarlı, bir Seyyid Nesîmî divanının içinde bulunan (İÜ Ktp., FY, nr. 448, vr. 114b-115b), Fazlullah’a ait ol­duğunu söylediği on altı beyitlik mesne­viden hareketle Fazlullah’ın “merd-i ma’-nâ, kutb-i âlem” gibi ifadelerle övülen Şeyh Hasan adlı bir bâtınî sûfîye intisap ettiğini, Fazlullah’] Hurufîliğe yönlendi­renin de bu kişi olduğunu ileri sürmüş­tür. Ancak Hurûfî kaynaklarında böyle bir bilgiye rastlanmamaktadır. Fazlullah daha sonra Hârizm’den ayrılıp önce Ho­rasan’a, oradan da İsfahan’a geçti; Tok-cı mahallesi mescidinde ikamet etmeye başladı (772/1370-71). Burada rüyaları yorumlamasıyla tanınan Fazlullah devri­nin ünlü âlimlerini çevresinde toplama­yı başardı. Âlimler, vezirler, kadılar ve yöneticiler de dahil olmak üzere bütün halk rüyalarını tabir ettirmek için ona gelmeye başladı. Halifesi Seyyid İshak, 774 yılı Ramazan ayında(Mart 1373) Faz­lullah’a şer’î hükümleri te’vil etme bilgi ve yetkisinin verildiğini kaydeder. 775′-te tekrar hacca giden Fazlullah muhte­melen Tebriz yoluyla İran’a döndü. 776 (1374-75) yılında Tebriz’de bir rüya gör­düğünü ileri sürdü. Bu rüyaya göre Hz. Âdem, Hz. îsâ ve Hz. Muhammed Allah’ın halifeleri, kendisi ise mehdîve mesîhtir; peygamberlerin ve velîlerin sonuncusu­dur. Böylece nübüvvetle velayet kendi­sinde zuhur etmiş ve ulûhiyyet devri başlamıştır. Bu rüyayı açıkladıktan son­ra Tebriz ulemâsı tarafından tekfir edi­len Fazlullah bunun üzerine İsfahan’a gi­derek bir mağarada inzivaya çekildi (778/ 1376). Vefat etmek üzere olan bir dervi­şini ziyarete gittiği bir gün derviş ona artık zuhur etme zamanının geldiğini, Tebriz’de iken gördüğü rüyanın buna delil olduğunu söyledi. Kendisini mehdî olarak tanıyan ve tanıtan Fazlullah’ın çev­resinde Fahreddin, Celâl-i Burûcirdî, Faz-lullah-ı Horasânî, Abdullah-ı İsfahânî, Nâyinli ve Reştli iki kişi ve Hurûff müel­liflerinden Mîr Şeriften ibaret yedi kişi toplandı. Bunlar Fazlullah’a ilk inanan­lardır. Daha sonra Tebriz’den ayrılıp Gî-lân ve Damgan’a giden Fazlullah son zamanlarını Bâküye’de geçirdi. Damgan’da gördüğü bir rüya üzerine Timur’u “âyîn-i cedîd” dediği görüşlerine davet etti. An­cak fikirleri şeriata aykırı görüldüğün­den Timur tarafından tutuklanması em­redildi. Semerkant’ta ulemâ ve fukahâ ile bir toplantı yapan Timur verilen fet­va uyarınca onun idamına hükmetti. Ti­mur’un oğlu Mîrân Şah tarafından ya­kalanan Fazlullah Alıncak Kalesi’nde hap­sedildi; yapılan muhakemesi sonunda Şirvan Emfri Şeyh İbrahim’in kadısı Ba-yezid’in fetvası ile 796’da (1394) Alıncak Kalesi’nde boynu vurularak idam edildi. Ayaklarına ip bağlanarak cesedi çarşı ve pazarda dolaştırıldıktan sonra men­supları tarafından defnedildi. Bazı Hu-rüfî eserleri. Fazlullah’ın cezasının biz­zat Mîrân Şah’ın eliyle uygulandığını ve kullanılan kılıcın Fazlullah’ın müridleri tarafından altınla kaplandığını, tazimle öpüldüğünü kaydederler. Yine bundan dolayı aynı kaynaklarda Mîrân Şah’ın ismi “Mâr Şâh” veya “Mârân Şâh-ı Pelîd” diye yazılır.

Ahncak’a gömülen Fazlullah’ın kabri, idam edilmesinden altı yıl sonra başha-lifesi Ali el-A’lâ ile Seyyid Mûsâ ve ar­kadaşları tarafından yaptırılmıştır. Me­zarın yanında hazırlanan iki kabirden birine Seyyid Musa’nın gömülmek istedi­ği rivayet edilir. Alıncak Fazlullah’ın idam edildiği yer olması sebebiyle Hurûffler’ce “Maktelgâh” diye anılmış ve Hurûfîler’in kâbesi olarak kabul edilmiştir.

Fazlullah’ın idam edilmesine ve mü­ridleri hakkında sıkı bir takibata geçil­mesine rağmen halifeleri sayesinde bu fırka taraftar kazanarak gittikçe güçlen­miş; böylece Hurufîlik doğuda Hindis­tan’a kadar yayılmış, batıda ise Fazlul­lah’ın başhalifesi Ali el-A’lâ’nın gayret­leriyle Anadolu’ya geçerek güçlü tesirini asırlar boyunca Anadolu ve Rumeli top­raklarında diğer tarikatlara sızarak gös­termiştir. Türk edebiyatının ünlü siması Seyyid Nesîmî de Fazlullah’ın Anadolu’­daki halifelerindendir.

Rüya yoluyla gerçeği bulduğuna ina­nan Fazlullah âyet ve hadisleri kendi ge­liştirdiği te’villerle açıklayarak fırkasını kurmuş, mensupları onu Allah’ın zuhu­ru olarak görmüş ve eseri Cûvidûnnâ-me’yi ilâhî kitap saymışlardır. Fazlullah, Bâtınîler’in te’vil metotlarıyla harflerin değerini ve sayılarla olan münasebetini belirleyerek dinî emir ve mükellefiyetle­ri Arap ve Fars alfabelerindeki harflere İrca etmiştir. Kur’an dili olan Arapça’da yirmi sekiz, Farsça’da otuz iki harf vardır. Farsça’daki dört fazla harfin yerine Arapça’da lâmelif bulunmak­tadır. Bu harf okunduğu gibi yazılırsa dört harf eder. İnsanın yüzün­de iki kaş. dört kirpik ve saçtan ibaret yedi siyah hat mevcuttur. İnsan bu yedi hatla doğduğu için bunlara “hutüt-ı üm-miyye” (anne hattan) denir. Bunlar “hal” ve “mahal” yani hatlar ve yerleri bakı­mından hesaplanınca on dört sayısına ulaşılır. Erkekte ergenlik çağında beli­ren yedi hat daha vardır. Bu hatlar yü­zün sağ ve sol yanlarında iki bıyık, iki sakal, iki burun hattı, bir de dudak al­tındaki hattan oluşur ve bunlara da “hu-tût-ı ebiyye” (baba hatları) denir. Bu hat­lar da hal ve mahal itibariyle toplanınca on dört sayısı elde edilir. Böylece anne ve baba hatlarının toplamı yirmi sekize ulaşır, bu sayı İse Kur’an’ın yirmi sekiz harfine tekabül eder. Saç ve dudak al­tındaki hatların ortadan ikiye ayrılması ile elde edilen dört hat yirmi sekize ek­lenince anne ve baba hatlarının toplam sayısı hal ve mahal itibariyle otuz ikiye ulaşmış olur ki bu sayı Câvidânnâme’-nin yazıldığı otuz iki harfe karşılıktır.

Fatiha sûresi Kur’an’ın özüdür ve ye­di âyettir; yedi de adı vardır. Bu süre yüzdeki yedi anne hattına karşılıktır ve Fatiha okunduktan sonra elin yüze sü­rülmesi buna işarettir. “Âmin” denirse süre sekiz âyet olur. Sünnet uyarınca saç da ortadan ikiye ayrılırsa baba hatları sekiz olur. Fatiha sûresinde Arapça’daki yedi harf bulunmadığı gibi kadının yü­zünde de baba hatları yoktur. Bu sebep­le Fâtiha’ya “ümmü’l-kitâb” denilmiştir. Kur’an’ın sırrı yirmi dokuz sûrenin ba­şında bulunan hurûf-ı mukattaa’da-dır. Bunların tamamı on dört harften ibarettir. Bu harfler söylendiği gibi ya­zılırsa sayı on yediye çıkar. Bu on yedi harfe “muhkemât” denir. İnsan günde farz olarak on yedi rek’at namaz kılar. Muhkemât buna işarettir. On yedi har­fin dışındaki on bir harfe “müteşâbihâf denir. Seferi birinin kıldığı on bir rek’at namaz da müteşâbihât sayısıncadır. Bun­ların toplamı yirmi sekiz eder. Fazlullah böylece bütün dinî hükümleri yirmi se­kiz ve otuz iki sayısına tatbik edip bu harflerin insanda da olduğunu kabul eder. Fazlullah’a göre ilâhî feyze ancak rüya yoluyla ulaşılabilir. “Beni gören Hakk’ı görmüş olur” anlamındaki hadis ilâhî feyiz kapısının açık olduğunu gös­termektedir. Fazlullah kendisinin ilâhî feyzi rüya ile keşfetmeye başladığını, hiç­bir resule vahiy ve ilham yoluyla açıklan­mayan hakikat ve esrarın kendisine rü­ya yoluyla aşikâr olduğunu iddia eder. Rüya tabirlerindeki kabiliyeti daha yir­mi beş yaşında iken onu üne kavuştur­muş, kırk yaşına gelmeden Kur’ân-ı Ke-rîm’deki hurûf-ı mukattaanın sırlarını çözdüğünü ileri sürmüş, daha sonra bu harflerin özelliklerini göz önünde bulun­durarak Hurüffler’ce Kur’an’ın bir çe­şit tefsiri sayılan Câvidânnâme adlı eserini kaleme almıştır. Kur’an’ın ger­çek mânasının ancak kendisi tarafından anlaşıldığına inandığı için kendisinden ” diye bahset­miştir. Fazlullah, “Bu Allah’ın fazlıdır”(Mâide 5/54); “Bu rabbimin fazlındandır”(Neml 27/40) mealindeki âyetlerde olduğu gibi Kur’an’-da geçen bütün “fazI” kelimelerinden kendisinin kastedildiğini, insan yüzün­de de “fazI” isminin okunduğu­nu ileri sürmüştür.

Fazlullah-ı Hurûfi, bâtınî inançların kök saldığı İran’da fikirlerini bu bâtınî me­totlarla kurmuş; fikren bağlı bulundu­ğu, bâtınî şeyhlerinden olan ve Serbedâ-rîler’le Horasan’da isyan ve ihtilâllere ka­rışan Şeyh Hasan-ı Cürî ile (ö 743/1342-43) onun halifelerinin tesiri altında kök­leşmiş akîdelere dayanarak inançlarını yaymaya çalışmıştır. Fazlullah’ın asıl mak­sadının İslâm kültür ve medeniyetinin İran’daki etkisini kırmak olduğu, Bâtınî düşüncelere de bunun için başvurduğu öne sürülmektedir. Nitekim bu temel fi­kir, artık Arap devrinin bittiğini, Acem devrinin başladığını belirten, böylece Acem kültürünün tekrar canlanmasını isteme konusunda daha istekli olan ve Fazlullah’tan ayrılarak Hurufîliğin bir şu­besi durumundaki Noktaviyye’yi kuran Mahmûd-i Merdûd”da (Matrûd) (ö. 831/ 1427) daha açık bir şekilde kendini gös­terir.

Eserleri

Fazlullah-ı Hurûfî, kurduğu fırkanın prensiplerini ortaya koyan eser­lerini Farsça’nın Esterâbâd lehçesiyle yazmıştır. Bunların içinde sadece Vaşi- yefrıdme’si yayımlanmıştır.

1- Câvidân nâme. Hurufîliğin ana kaynağıdır. Hu-‘î rûfiliğe dair telif edilen diğer bütün eserler Câvidönnâme’yi esas almış olup Hur rûffliğin bütün prensipleri bu esere dayanmaktadır. Henüz tenkitli neşri yapılmamış olan eserin dünyanın çeşitli küi tophanelerinde birçok yazma nüshası bu­lunmaktadır.

2- Dîvân. Fazlullah’ın gazel, kıta, rubâî, müsta­kil beyit ve tercilerinden meydana ge­len bu eserin bilinen en iyi yazma nüs­haları Millet Kütüphanesi ndedir.

3- Muhabbetnâme. Bu mensur eserde sûret-i rahman üzerine yaratılan insanların seçkinleri sayılan ulemânın, zâhidlerin, hukemâ ve şühedânın son menzillerinin kıyamet olduğu, bunların bu aşk âleminde gezin­dikleri esnadaki görüş ve düşünceleri anlatılır. Muhabbetnâme’nin eksiksiz bir nüshası Millet Kütüphanesi’nde kayıtlıdır. Eser Abdülmecid Firişteoğlu tarafından Hi-dâyetnâme adıyla Türkçe’ye çevrilmiş­tir.

4- Vasiyetname. Fazlullah’ın, kurduğu Hurufîlik fırkasının akîde ve inançlarının zaptedilerek dostlarına ulaştırılması hu­susundaki arzusu ve vasiyetinden ibaret­tir. Bilinen en iyi yazma nüshaları Millet Kütüphanesi’nde, bir nüshası da İstanbul Üni­versitesi Kütüphanesi’nde (FY, nr. 1291) bulunmaktadır. Eseri ilk olarak Abdülbaki Gölpınarlı yayımlamış, daha sonra da İran’da Hüseyin Âlyârî tarafından neşredilmiş­tir.

5- Nevmnâme. Fazlullah’ın rüyalarına dairdir. Müellif, rüya yoluyla kendisine gös­terildiğini ileri sürdüğü bazı gerçekler ve sırlarla bunların tabirlerini bu eserde bir araya getirmiştir. Nevmnâme’de ay­rıca Fazlullah’ın gerek rüyasında gerek­se seyahatleri esnasında gördüğü yer­lerin adları, rüyaların tarihleri ve çağda­şı olan kişilerin, dostlarının, devrin ileri gelenlerinin isimleri verilmektedir. Ese­rin Millet Kütüphanesi’nde iki, Konya Mevlânâ Müzesi Kütüphanesi’nde bir nüshası mevcuttur.

6- ‘Arşnâme. Hurufîli­ğe dair eserlerde adı, remzinin ifade ettiği cAişnâme-i İlâhî şeklinde geçen bu kitap Fazlullah’ın Cûvidânnâ-me’den sonra en önemli eseridir. Mes­nevi tarzında yazılan 1120 beyitlik cArş-nâme bir bakıma Câuidânnâme’deki fi­kirlerin nazma dökülmüş şeklidir. Eserin Millet Kütüphanesi’nde üç yazma nüs­hası bulunmaktadır. Son zamanlarda İran’­da neşredilen kapsamlı bir katalogda Fazlullah-ı HurûfTnin çeşitli kütüphanelerdeki eserleri hakkında geniş bilgi ve­rilmektedir.

TDV İslâm Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski