Firavun Kimdir, Hayatı, Hikayesi, Hakkında Bilgi

Firavun. Eski Mısır krallarının unvanı.        

Firavun kelimesi, Eski Mısır dilinde “bü­yük ev” anlamındaki per’aodan (per’aâ) gelmektedir. Akkadca”ya pir’u, İbrânîce’-ye par’o (far’o) şeklinde geçen kelime Tevrat’ın Yunanca tercümesinde faraö olarak karşılanmıştır; günümüz Batı dil­lerinde ise pharaoh (İng., pharaon Fr.ı ve pharo (Alm) şeklinde kullanılmakta­dır. Rr’avn (çoğulu ferâine) kelimesinin Arapça’ya İbrânîce’den veya Süryânîce-den geçtiği ileri sürülmektedir.

Mısır’daki eski imparatorluk dönemin­den (yaklaşık m.ö. 2400] itibaren rastla­nan bu kelime aslında krallık sarayını ve orada oturanları ifade ediyordu. sülâle dönemi ortalarına kadar firavun Mısır kralının lakabı ola­rak değil “saray” anlamında kullanılmış­tır. Per’ao kelimesinin “kral” anlamında kullanılışına ise milâttan ön­ce 1370’lere doğru yazılan metinlerde rastlanmaktadır. XXII. sülâleden önce, kralın adı zikredilmeksizin kullanılan bu kelime söz konusu sülâle dönemi (m.ö. 950-730) metinlerinde kralın adının ba­şında bir unvan olarak yer alır.

Eski Mısır İnancında firavun hem kral hem de tanrının oğlu ve dolayısıyla tan­rıdır. Eski Mısır mitolojisine göre yeryü­zünün ilk kralı yer tanrısı Geb (Jeb) idi. Ondan sonra oğlu Oziris Mısır ülkesini idare etmiş. Oziris’in öldürülmesi üzerine krallık onun oğlu olan gök tanrısı Ho-rus’a geçmiştir. Başlangıçta firavunlar, Mısır’ın hükümdarı olan Delta bölgesi tanrısı Oziris’ten geldiklerine İnanmak­ta iken daha sonra Horus firavunların kendisinden geldikleri tanrı niteliğini ka­zanmış ve firavunlar Horus’un yeryüzün­deki temsilcileri sayılmıştır. III. binli yılla­rın başlangıcında Güney Kralı Menes Delta’yı da idaresi altına almış ve Menes’ten başlamak üzere firavunlar Tanrı Horus’un tecessüm etmiş şekli olarak kabul edil­miştir. Bu İnanca göre, ölen her firavun Tanrı Oziris’le özdeşleşmekte ve yeni bir hayata başlamakta, halefi olan firavun ise Horus’un himayesine girmektedir.

V. hanedan dönemine kadar (m.ö. 2600-2500) Horus’un oğlu olarak Mısır’ı yöne­ten firavunlar bu hanedan döneminde Tanrı Re’nin ön plana çıkmasıyla birlik­te Re’nin oğlu ve yeryüzündeki temsilci­si olarak ilân edilmişlerdir. O zamana kadar firavunların Horus’tan geldikleri kabul edilirken buna bir de “Re’nin oğ­lu” unvanı eklenmiştir. Yine bu dönem­de, ölen firavunların ölüler diyarının tan­rısı Oziris’in yanında kalacağı inancı terkedilmiş, tanrı Re’nin, oğlu firavunu ölü­ler diyarından kurtardığı kabul edilmiş­tir. Buna göre ölen firavunlar Duafa (yer aitı dünyası) indikten ve orada geçici bir süre kaldıktan sonra Re tarafından kur­tarılmakta, güneş diskiyle kaynaşarak ölümsüzlüğe erişen firavun, Re’nin gece ve gündüz devam eden yolculuğuna ka­tılmaktadır. VI. hanedan döneminde fi­ravunun Öldükten sonra Tanrı Re’ye ka­vuştuğu ve tanrının gemisinde gökte do­laştığı kabul edilmiştir.

Orta imparatorluk döneminde (m.ö. 2080-1785) XII. hanedanla birlikte ön pla­na çıkan Tanrı Amon Re ile özdeşleştirilmiş ve Amon-Re şeklini almıştır. V. ha­nedandan itibaren firavunların Tanrı Re’-den geldikleri, onun oğlu oldukları ka­bul edildiği gibi bundan böyle Amon-Re’nin firavunların kutsal babası oldu­ğu öne sürülmüştür. XVIII. hanedan dö­neminde firavunların Tanrı Amon’un yer­yüzündeki “ka”sı (ikinci ben) olduğu, onun izniyle yönetime geldiği, bütün işlerinde firavunları yönlendiren yüce tanrı ve fi­ravunların gerçek babası olduğu kabul edilmiştir.

Yeni imparatorluk dönemine ait me­tin ve tasvirler ise Amon-Re’nin, tahtın meşru vârisini meydana getirmek üze­re kraliçe ile birleşmek için firavun şek­lini aldığını ayrıntılı bir şekilde göstermektedir. Bundan dolayı doğan çocu­ğun damarlarında ulûhiyyet kanının do­laştığına inanılıyor ve bu kanın saflığını korumak için firavunun kendi kız kar­deşiyle evliliği oldukça sık uygulanıyor­du. Firavunların kız kardeşleriyle evlen­melerinin bir başka sebebi de Tanrı Geb (yer) ile Tanrıça Nout’un (gök) çocukları olan Osiris ve İsis’in mitolojik evlilikleri­ni taklit etmekti.

Eski Mısır inancında firavun, yeryü­zündeki düzenin muhafaza ve devamın­dan sorumlu olduğu gibi dinî hayatın da en önemli ve yetkili kişisiydi. Ülkenin bü­tün mâbedlerinde ibadet onun adına ya­pılıyordu. Bütün Mısır onundu ve idarî, adlî, askeri ve dinî yetkiler onun elindey­di. Gerektiğinde yetkilerinin bir kısmını vezirlere bırakıyordu. İnanışa göre fira­vun Öldüğünde babası Tanrı Re’ye yük­seliyor, güneş kayığında ona refakat ediyordu. Daha tahta çıkışıyla yapımına baş­lanan krallık mezarı ise duruma göre ol­dukça büyük boyutlara ulaşabiliyordu.

Ahd-i Atîk’te, ilki Hz. İbrahim’in eşi Sâre ile birlikte Mısır’a gidişi sebebiyle olmak üzere otuz dokuz yerde sadece firavun unvanı zikredilmek­te, iki yerde de firavun unvanı kralın adıyla birlikte yer almaktadır ki bun­lar XXVI. sülâleye mensup Firavun Neko (m.ö. 609-593 (11. Krallar, 23/29; Yeremya, 46/21)) ve Firavun Hofra’dır (m.ö. 588-569 (Yeremya, 44/30)). Mısır krallarından dördü ise firavun unvanı olmaksızın sa­dece isimleriyle zikredilmektedir.

1- Şişak. Mısır dilinde “Şeşonk” diye adlan­dırılan bu firavun XXII. sülâlenin ilk fi­ravunudur ve milâttan önce 945-924 yıl­ları arasında hüküm sürmüştür. Hz. Sü­leyman’a karşı çıkan Yeroboam ona sı­ğınmış, o da Filistin’i işgal etmiştir.

2- Ha­beş Zerah. Yahuda (Yuda) Kralı Asâ’ya karşı savaşmış ve yenilmiştir. Zerahın, XXII. sülâle fira­vunlarından Şişak’ın halefi Osorkon 1 (m.ö. 924-895) olduğu ileri sürülmekte­dir.

3- İsrail Kralı Hoşea’nın çağdaşı olan Mısır kralı veya Mısır ordusu baş­kumandanıdır. Eski Mı­sır dilinde “Sib’e” olarak zikredilir.

4- Tirhaka. Eski Mısır dilinde “Taharka” ola­rak geçer. Habeş sülâlesi de denilen XXV, sülâlenin üçüncü ve son kralıdır.

Ahd-i Atîk’te firavun unvanı ilk defa, Hz. İbrahim’in karşılaştığı Mısır kralı için kullanılmaktadır. Ken’ân diyarında kıtlık olunca Hz. İbrahim eşi Sâre ile birlikte Mısır’a gider. Firavun Hz. İbrahim’in eşi Sâre’ye göz koyar ve onu sarayına aldırır; fakat başına felâketler gelince Sâre’yi tekrar Hz. İbrahim’e tes­lim eder. Hz. İbrahim’in Mısır’a ne zaman gittiği ve mu­hatap olduğu firavunun Mısır kralların­dan hangisi olduğu bilinmemektedir.

Hz. Yûsuf’un yaşadığı dönemdeki fi­ravuna gelince, eğer İsrâiloğullarf nın Hz. Mûsâ önderliğinde Mısır’dan çıkışları mi­lâttan önce 1225’te tahta geçen Menephtah’ın (Memeptah) saltanatının ilk yıllarında olmuşsa, Ahd-i Atîk’e göre İs-râiloğullan Mısır’da 430 yıl kaldıklarına göre (Çıkış, 12/40) onların Mısır’a gelişi milâttan önce 1655 yıllarında olmalıdır ki o dönemde Mısır’a Hiksoslar hâkimdi. Bu takdirde Hz. Yûsuf Hik-soslar’a mensup bir kralın saltanatında Mısır’a gelmiş ve orada kraldan sonra­ki en önemli mevkiye yükselmiştir. Ancak gerek Hz. Yûsuf’u Mı­sır’da yüksek mevkiye getiren, gerekse İsrâiloğullan’na baskı uygulayan ve Mı­sır’dan çıkışları sırasında iş başında olan firavunları isim veya dönem açısından tayin etmek güçtür.

Milâttan önce 1570’te iş başına geçen XVIII. sülâle ile birlikte Hiksoslar döne­mi sona erer ve yeni imparatorluk dö­nemi başlar. “Mısır üzerine Yûsuf’u bil­meyen yeni bir kral” çıkınca (Çıkış, 1/8) İsrâiloğulları baskı, zulüm ve sıkıntıla­ra mâruz kalırlar. Firavun İçin Pitom ve Ramses ambar şehirleri inşa edilir. Bu iki şehrin II. Ramses tarafından yaptırıldığı ileri sürülmektedir. Eğer bu bilgi doğru ise o takdirde İsrâiloğul-ları’na baskı uygulayan ve Hz. Mûsâ dün­yaya geldiğinde tahtta bulunan Mısır Kralı II. Ramses’tir. Ancak İsrâiloğullan’na karşı baskının II. Ramses’in babası I. Seti döneminde başladığı da kabul edil­mektedir. Ahd-i Atîk bu firavunun, İs-râiloğulları’na baskı uygulaması yanın­da erkek çocuklarının öldürülüp kız ço­cuklarının sağ bırakılmasını, daha sonra da erkek çocuklarının ırmağa atılmasını emrettiğini bildirir (Çıkış, 1/15-22). Bu firavun tarafından sarayda büyütülen Hz. Müsâ kırk yıl sarayda yaşar. Medyen’deki kırk yıllık ika­metinden sonra geri döndüğünde önceki kral ölmüş, ye­ni bir kral tahta geçmiştir (Çıkış, 2/23). Ahd-i Atîk, Hz. Musa’nın mücadele etti­ği firavun ile daha önce İsrâiloğulları’na zulmeden firavunun farklı kişiler oldu­ğunu belirtmektedir. Bu firavunun II. Ramses’in oğlu Menephtah olması muh­temeldir. Ancak İsrâiloğullan’nın Hz. Mû­sâ önderliğinde Mısır’dan çıkışlarıyla il­gili farklı tarihler verilmektedir. Hz. Mû­sâ, İsrail’in Allah’ı (Yehova) adına İsrâiloğullan’nı salıvermesini istediğinde fira­vun, “Yehova kimdir ki İsrail’i salıvermek için onun sözünü dinleyeyim? Yehova’yi tanımam ve İsrail’i de salıvermem” (Çı­kış, 5/2) diyerek Musa’nın isteğini red­deder; Tanrı onun yüreğini katılaştırdığı için İsrâiloğullan’nı bırakmaz. Ancak bu tutumu yüzünden çeşitli musibetler zuhur edince onları serbest bırakmak zorunda kalır; fakat daha sonra İsrâilo­ğullan’nın peşine düşer ve denizde or­dusuyla birlikte boğulur.

Ahd-i Atîk’te Hz. Davud’un çağdaşı ve Hz. Süleyman’ın ka­yınpederi (1. Krallar, 3/1) olan firavunlar­dan da bahsedilmektedir.

Kur’ân-ı Kerîm’de firavun kelimesi sa­dece Hz. Mûsâ dönemindeki Mısır kra­lını ifade etmekte olup Yûsuf devrinde­ki kral için “rab” ve “melik” kelimeleri kullanılmaktadır(Yûsuf 12/41-43, 50). Kur’an’da yetmiş dört yerde geçen Fi­ravun Hz. Musa’nın karşısında yer alan, büyüklük taslayan, böbürlenen, ilâhlık iddiasında bulunacak kadar kendini be­ğenen, Musa’nın tanrısına ulaşmak için kuleler yaptıracak kadar taşkınlık gös­teren, halkını küçümseyip zayıfları ezen, gerçeklere sırt çeviren bir kral olarak tasvir edilmektedir. Çeşitli âyetlerin, Firavun’u fert olarak ele almaktan çok onu erkânıyla birlikte zikretmesi dikkat çekicidir. Birçok âyette Firavun’un aile­si (âl-i Fir’avn). avenesi (mele’), kavmi ve askerleriyle (cünûd) birlikte anılması onun tek bir kişi olmaktan ziyade bir sembol olarak takdim edildiğini göster­mektedir. Mûsâ insanlık tarihinde hak, adalet ve sağ duyuyu temsil eden nü­büvvet zincirinin bir halkasını oluştu­rurken Firavun, Kârûn, Hâmân ve taraf­tarları bunun karşısında yer alan bir zih­niyeti temsil etmektedirler. Bu anlayı­şın daha önceki temsilcileri Nûh, Âd, Se-mûd ve Lût kavimleri, Eykeliler, Res as­habı ve Tübba” milletidir(Bk. Al-i İmrân 3/11; Enfâl 8/52-54; Furkân 25/ 38; Sâd 38/12-13; Kâf 50/12). Hz. Musâ’nın tebliği sadece Flravun’a değil onun etrafında bulunan kişilere de yönelik ol­muştur. Kur’an, bunların zaman zaman Firavun’u Mûsâ ve ashabına karşı kışkırt­tıklarını haber vermekte(A’râf 7/127), bunların kötü akıbetlerini örnek olarak göstermektedir.(Enfâl 8/52, 54)

Allah’ın elçisini dinlememesi, ona kar­şı gelmesi sebebiyle Firavun ve ailesi yıl­larca kıtlık ve ürün azlığıyla imtihan edil­miş(A’râf 7/130), üzerlerine tufan, çekirge, haşerat kurbağalar ve kan gön­derilmiştir(A’râf 7/133). Firavun ve kavminin yaptıkları ve yükselttikleri şey­ler yıkılmış(A’râf 7/137), Firavun ve beraberindekiler denizde boğulmuştur(Bakara 2/50; A’râf 7/136; En­fâl 8/54). Firavun boğulmak üzere iken iman etmiş, fakat imanı kabul edilme­miştir(Yûnus 10/90). Onun cesedi da­ha sonra gelenlere bir ibret olmak üze­re saklanmıştır(Yûnus 10/92). Mısır’da firavunların cesetleri mumyalanmak su­retiyle muhafaza edilmekte İdi. Âyetten denizde boğulan bu Firavun’un cesedi­nin mumyalanmadan, bir mucize eseri korunmuş olduğu anlaşılmaktadır. Nite­kim Cebelein mevkiinde, mumyalanma­dığı halde hiç bozulmamış bir ceset bu­lunmuştur. British Museum’da muhafa­za edilen bu cesedin en az 3000 yıllık ol­duğu tesbit edilmiştir. Hz. Musa’yı evlâtlık olarak alan Flravun’un karısı ise iman etmiştir.(Kasas 28/9; et-Tahrîm66/11)

Hadislerde Flravun’dan, eşi Âsiye’nin üstün bir kadın oluşu ve ayrıca Medine yahudilerinin, âşûrâ gününü Mûsâ ile İsrâiloğullan’nın Firavun’dan kurtulduk­ları gün olarak kabul etmeleri sebebiyle bahsedilmektedir.

Tarih, tefsir ve kısas-ı enbiyâ kitapla­rında özellikle Hz. Mûsâ dönemi firavu-nuyla ilgili pek çok rivayet yer almakta­dır. Bu rivayetlere göre firavun Amâlika krallarının unvanıdır. Hz. Yûsuf zamanında yaşayan firavunun adı Reyyân b. Velîd’dir. Bu firavun Yûsuf vasıtasıyla iman etmiştir. Reyyân’dan sonra yerine Kâbus b. Mus’ab geç­miş, fakat iman etmemiştir; Hz. Yûsuf onun saltanatı döneminde vefat etmiş­tir. Kabûs’un yerine geçen Ebü’l-Abbas b. Velîd firavunlar içinde en zalimi ve kat yüreklisidir. Hz. Musa’nın mücade­le ettiği firavun da budur. Rivayete göre bu firavun rüyasında, Beytülmakdis’ten çı­kan bir ateşin Mısırlıları ve evlerini yaktığını görmüş, müneccim ve rüya tabir-cilerinin yorumlan üzerine İsrâiloğulları’nın yeni doğan erkek çocuklarının öl­dürülmesini emretmiştir. Mûsâ ile Fira­vun arasındaki mücadelenin ayrıntılarıy­la anlatıldığı bu rivayetlere göre, Mûsâ önderliğindeki İsrâiloğulları denizi aştık­tan sonra Cebrail bir kısrak üzerinde Fi­ravun ordusunun önünden denizdeki yo­la girer; Firavun ve ordusu da onu ta­kip eder. Firavun boğulmak üzere iken. “Gerçekten İsrâiloğullan’nın inandığın­dan başka tann olmadığına inandım, ben de müslümanlardanım” diyerek tövbe eder(Yûnus 10/90); ancak tövbesi ka­bul edilmez.

Flravun’un son nefesinde iman edişi­nin geçerli olup olmadığı hususunda ile­ri sürülen görüşleri üç grup halinde özet­lemek mümkündür. Birinci gruba göre Firavun’un imanı geçerlidir. Bu görüşü benimseyenler içinde Bâkıllânî ve Devvânî gibi bazı kelâm âlimleri varsa da asıl savunucusu Muhyiddin İbnü’l-Arabî ve onun ekolünü devam ettiren Kâşânî, Dâvûd-i Kayseri, Yâkub Han, Abdullah el-Bosnevî, Abdülganî en-Nablusî, Abdülmecid Sivâsî, Ahmet Avni Konuk gibi süfımeşrep âlim ve sarihler olmuştur. İbnü’l-Arabfnin eserlerinde bu hususta birbirine zıt ifadelere rastlanmaktadır. Meselâ el-Fütûhâtü’I-Mekkiyye’de Fi­ravun ve Nemrûd ebedî cehennemlik­ler içinde sayılırken (I, 301-302) yine ay­nı eserde (II, 410) ve Fuşûşü’l-hikem’-de onun hâlis bir imanla inandığı, “tâhir ve mutahhar” olarak ruhunun kab-zedildiği İleri sürülmektedir. Bu görüşü desteklemek üzere Celâleddin ed-Devvânî, Ak­şehirli Hasan Fehmi Efendi ve İbnü’1-Vefâ Muslihuddin Mustafa tarafından müs­takil risaleler yazılmıştır. Bunların için­de Devvânî’nin Risale îî îmâni Fir’avn adlı eseri meşhurdur. Türkiye kütüpha­nelerinde birçok yazma nüshası bulunan risale, Yûnus sûresinin 90. âyetinin tefsiri niteliğin­dedir. Müellif burada, İbnü’I-Arabî’nin söz konusu görüşü sebebiyle küfre düş­tüğünü ileri süren iddialarla karşılaştı­ğını, çok saygı duyduğu şeyhe dil uza­tanları red için bu risaleyi yazdığını kay­deder. Devvânî eserinde İslâm ulemâsı­nın Firavun’un imanı konusunda ihtilâ­fa düştüğünü, ancak onun imanının ge­çerli sayıldığım söyleyenlerin haklı oldu­ğunu kaydeder ve bu kanaatini aklî ve naklf delillerle İspat etmeye çalışır. Nak-lî delil olarak, Allah’ın rahmetinden ümit kesilemeyeceğini, O’nun tövbeleri kabul edici olduğunu, Firavun’un küfrüne açık­ça delâlet eden âyet bulunmadığını, ak­sine ikrarını ifade eden âyetin mevcut olduğunu(Yûnus 10/90) ve Hz. Peygamber’in, “lâ ilahe illallah” diyen herkesin cennete gireceğini müjdelediği hadisini göstermektedir. Fi­ravun’un imanı konusunda asıl delil ge­tirmesi gerekenlerin küfrünü İleri sü­renler olduğunu belirten Devvânî, dince makbul sayılmayan imanın {yeis imanı) kıyametin kopması anındaki iman oldu­ğunu söylemekte, şeyhine karşı çıkan­ların Allah’ın rahmetini daraltmaya ça­lıştıklarını ve ondan ümit kesmeye se­bep olduklarını ifade etmektedir.

İkinci görüş sahipleri, yeis halindeki imanı geçerli saymayan ve Flravun’un boğulması esnasındaki ikrarını da bu şekilde mütalaa eden âlimlerdir. Ali el-Kârî, Devvânî’nin söylediğinin aksine bu konunun ihtilaflı meselelerden olmadı­ğını, çünkü İbnü’l-Arabî dışında bütün ulemânın onun küfrü üzerinde ittifak ettiğini kaydetmektedir. Bu görüşü savunanların başında Ebû Mansûr el-Mâtürîdî (vr. 3313}. Kurtubî (VIII, 378), Fahreddin er-Râzî (XVII, 154-155), Abdülvehhâb eş-Şa’rânî (I, 13) gibi âlimler gelmektedir. Bu konuda İznikli Kutbüddinzâde Muhammed. Ebüssuüd Efendi[188], İbn Ke­mal, Sıbt el-Mersafî, Muhammed b. Muhammed el-Gumrî ve Ali el-Kârî ta­rafından müstakil risaleler yazılmıştır. Bunlardan Sıbt el-Mersafî ile Ali el-Kâ-rî’nin risaleleri Celâleddin ed-Dewânî’-nin konuyla ilgili risalesine reddiye ola­rak kaleme alınmıştır. Bu risaleler için­de en meşhuru, Ali el-Kârî’nin Ferrü’l-Wn nün müdde’î îmânı Fir’avn adlı eseri olup İstanbul (1294/1877) ve Kahire’de (1383/1964) basılmıştır. Müellif bu risalede, kendi ifadesine göre “Ki­tap, Sünnet ve ümmetin icmâına mu­halif görüşleri savunan” Celâleddin ed-Devvânî’nin ileri sürdüğü aklî ve naklî delilleri reddetmekte ve Firavun’un küfür üzere öldüğünü kanıtlamaya çalış­maktadır.

Üçüncü görüş sahipleri, Firavun’un imanı konusunda kesin bir hüküm ver­meyip onun mümin veya kâfir olarak Öl­düğüne açıkça delâlet eden bir nassın bulunmadığını ileri sürenlerdir. Bu âlim­lerin başında Fuşûş sarihlerinden Sof­yalı Bâlî Efendi gelmektedir. Bâlî Efen­di, İbnü’l-Arabî’nin el-Fütûhât’ta yer alan, “Ebedî cehennemlikler dört züm­redir; bunlardan biri Allah’a karşı kibir­lenen, nefsinde tanrılık iddia eden Fi­ravun ve Nemrûd gibilerdir” (I, 301-302) sözlerini ve Fusûş’ta onun durumunu Allah’a havale eden ifadeyi (ve’l-emru tî-hi ilailah) delil göstererek bu konuda İbnü’l-Arabî’nin ke­sin bir şey söylemediğini ileri sürmekte, ona atfedilen, “Firavun tâhir ve mutahhar olarak ölmüştür” sözünün iftira ve yaygın bir hata olduğunu, bunun şeyhin ruhaniyetinden feyiz alamamış sarihle­rin kelâmından kaynaklandığını belirt­mektedir. Son dönem Füsûs şarihlerinden Ahmet Avni Konuk ise Bâlî Efendi’nin bu iddiasına karşı çıka­rak onun beş madde halinde açıkladığı delilleri cevaplandırmakta ve Firavun’un imanının geçerli olduğunu vurgulamak­tadır. Ancak başta Kur’ân-ı Ke­rîm olmak üzere elde mevcut delillerden, ayrıca ana prensipler ve çeşitli âlimler tarafından ileri sürülen fikirlerden çıka­rılabilecek sön hüküm Firavun’un ima­nının sahih olmadığı yönündedir.

TDV İslâm Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski