Fuhuş Nedir, İslamda Fuhuş, Cezası, Hakkında Bilgi

İslâm Dönemi. İslâmî literatürde fu­huş, kelimenin sözlük anlamıyla da bağ­lantılı olarak “aşırı derecede çirkin söz ve davranış, büyük günah, edep ve ah­lâka aykırı olup dinen yasaklanan her türlü kötülük ve çirkinlik” anlamında kullanılır. Kur’ân-ı Kerîm’de bu kökten türeyen fahşâ, fahişe ve fevâhiş kelime­leri yirmi dört yerde geçmekte olup çoğunda yukarıdaki anlamlar, bir kıs­mında ise kinaye yoluyla zina, livâta. se­vicilik gibi her toplumda yüz kızartıcı suç ve çirkinlik olarak kabul edilen iffetsiz­likler kastedilir.(Bk. Nisâ 4/15, 19, 25; Neml 27/54; Ahzâb 33/30; Talâk 65/1)

Hadislerde fuhuş kelimesi ve fâhiş, mütefahhiş, fahişe, fevâhiş, fahhâş gibi türevleri sıkça kullanılmakta olup bunla­rın bir kısmında “bir söz ve davranışın mâkul ve mûtat ölçülerin dışına taşıp aşırılığa kaçması” anlamı, çoğunda ise “büyük günah, edepsizlik ve iffetsizlik” anlamları kastedilmiştir. Esasen her iki mânanın özünde aşırılık, İslâm filozofla­rının tabiriyle “itidalin iki aşın ucundan biri olan ifrat” anlamı mevcut olup bu­na göre fuhuş insanın ahlâkî davranış­larını meydana getiren bazı kuvvetler­deki ifratı ifade eder. Ancak fuhuş ve fahişe kelimeleri İslâmî kaynaklarda gi­derek insanın iffet ve haya sınırlarını aşan, dinen ve ahlaken yasaklanıp kına­nan cinsî suçlar ve davranış bozukluk­larını ifade eden birer terim halini al­mıştır.

Arapça’da fuhuş karşılığında bigâ, fa­hişe karşılığında bagi kelimeleri de kullanılmaktadır. Hz. Peygamber, vaktiyle bir fahişenin (bagi) çölde susuz kalan bir köpeğe su vermesi sayesinde günahla­rının bağışlandığını belirterek hay­vanlara merhamet etmenin sevabı ya­nında fuhşun büyük günah olduğunu da vurgulamıştır. Resûl-i Ekrem ayrıca fahişenin mehrini (zina karşılığında veya haram olan nikâh için verilen para) kazan­cın en kötüleri arasında sayar.

Câhiliye devrinde daha çok cariyeler fuhşa İtildiği için İslâmî kaynaklarda ba-gl kelimesi çoğunlukla onlar hakkında kullanılmıştır. Bu dönemde hür kadınla­rın zina etmeyeceği düşünülürdü. Kur’an’da, Hz. Peygamber’in kadınlarla yap­tığı biat şartlan arasında gösterilen zi­na etmeme(Bk.Mümtehine 60/12) şartını duyan Hind bint Utbe’nin, “Hür kadınlar zina eder mi!” diyerek şaşkınlı­ğını belirtmesi böyle bir telakkiden do­layıdır. Bununla birlikte “liân” âyetle­ri(Nûr 24/6, 7) ve bunların nüzul se­bebiyle ilgili rivayetlerle, Câhiliye geleneği uyarınca başkalarının nesebinden gösterilmelerine üzülen ve Hz. Peygamber’e babalarının kim olduğunu soran kimselerin mevcut olması, hür kadınlardan da zina edenle­rin bulunduğunu göstermektedir. Nite­kim bunlardan Abdullah b. Huzâfe’nin kendi nesebini soruşturduğunu duyan annesi oğluna. “Senin kadar hayırsız bir evlât görülmemiştir. Câhiliye günlerin­de yapılagelen şeyleri benim de yapmış olup Resûlullah’ın huzurunda bununla rezil olabileceğimden hiç korkmadın mı?” demiştir. Câhiliye döneminde erkekler ço­ğunlukla zinayı ayıp saymazlar, hatta bununla övünürlerdi. Nitekim bu husus İmruülkays’ın şiirlerinde açıkça görül­mektedir.

Câhiliye devrinde fahişelik yapan ca­riyeler öksürerek ilişki teklifinde bulun­dukları için kendilerine “katibe” de de­nirdi. Aralarında sahipleri tarafından pa­ra kazanmak amacıyla zorla bu işe İti­lenler de vardı. Kur’an’da, “…Dünya ha­yatının geçici menfaatlerini elde edecek­siniz diye namuslu kalmak İsteyen cari­yelerinizi fuhşa zorlamayın” mealindeki âyet(Nûr 24/33) bunlarla ilgilidir.

Aynı dönemde zina karşılığında sifâh, müsâfehe kelimeleri de kullanılmaktaydi. Kelime Kur’an’da İki yerde bu anlam­da geçmektedir(Nisâ 4/24; Mâide 5/5). Böyle bir ilişkiden doğan çocuğa da “İbnü’l-müsâfehe” denirdi.

Câhiliye devrinde dost hayatı yaşayan çiftler de vardı. Erkek kadının dostu ve arkadaşı (haden) olduğu için bu tür ka­dınlara “zevâtü’l-ahdân” veya “müttehı-zâtü ahdân” adı verilirdi. Kur’an’ın if­fetli yaşamaları, zina etmemeleri ve gizli dost tutmamaları şartıyla cariyelerle ev­lenmeye izin veren(Nisâ 4/25), açık ve gizli kötülükleri (fevâhiş) yasaklayan(En am 6/151; A’râf 7/ 33) âyetlerin­de dolaylı olarak bunlardan söz edilir. Bu dönemde metres hayat yaşayan evli ka­dınlar da vardı. “Dimd” denilen bu ka­dınlar kocalarından başka bir veya bir­kaç erkekle beraber olurlar, özellikle kıt­lık zamanlannda karınlarını doyurmak için bu tür ilişkide bulunurlardı.

İslâm öncesinde livâta, sevicilik, hay­vanlarla ilişki şeklindeki cinsî sapıklıkla­ra da rastlanmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm bunlardan bilhassa livâta üzerinde dur­makta ve bu çirkin ilişkiyi ilk defa baş­latan Lut kavminin(Neml 27/54; A’râf 7/80-84) bu yüzden helak olduğu­nu anlatarak bundan ibret alınmasını istemektedir.(Ankebût 29/28-35)

Câhiliye devrinde birçok yerleşim mer­kezinde ve ticaret kervanlarının uğrak yerlerinde “mahûr” (muhtemelen Farsça “mey-hör”dan |içki içeni) denilen işret ve zina âlemlerinin yapıldığı evler vardı. Bu­ralarda cariyeler içki sunar, rakseder ve gayri meşru ilişkide bulunurlardı. Bu tür ilişkilerde pezevenklik (kıyâde) yapan kim­seler de vardı. Bunlara “kavvâd” (Türk argosunda “kavaf) veya “kavvâde”, aile­sini kıskanmayan ve fuhşa itenlere de “deyyus” denirdi.

Bazı fahişeler evlerinin veya panayırlar­da kurdukları çadırların kapılarına bay­rak asarak ücret karşılığı ilişkide bulun­mak isteyenleri davet ederlerdi. Hz. Âişe, Câhiliye dönemindeki nikâh türlerinden söz ederken bunlar hakkında da bilgi vermektedir. Aynı rivayette, eşlerini kıskanmayan ve asil gördüğü bir kimseden çocuk sahibi ol­mak için onunla ilişkiye zorlayan ve eşi o kimseden hamile kalıncaya kadar bu­nu sürdüren erkeklerle (buna “nikâhul-istibdâ” denirdi) on kadar erkekle ilişki kuran kadının doğurduğu çocuğun ne­sebinin nasıl tayin edildiği hakkında da bilgi vardır. Kadın çocuğu doğurduktan sonra ilişki kurduğu erkekleri çağırır ve içlerinden birini çocuğun babası olarak belirlerdi. Doğan çocuk erkekse o kişi bunu kabullenmek zorundaydı. Kız ço­cuğu olması durumunda ise birtakım problemler ortaya çıkardı. Kız çocuğuna sahip olmanın utanç vesilesi sayılması ve doğan kız çocuklarının diri diri top­rağa gömülmesi âdeti de toplumda fuh­şun yaygın olması, kız çocuklarının ileri­de fuhşa sürüklenmesi ihtimalinin bu­lunması ile açıklanabilir.

İslâmiyet fuhşu en büyük günahlar­dan saymış ve buna karşı büyük bir mü­cadele başlatmıştır. Câhiliye döneminde evinin damına bayrak asarak fuhuş ya­pan Ümmü Mehzûl adındaki kadını sa­habeden birinin nikahlamak istemesi üzerine nazil olduğu rivayet edilen, “Zi­na eden kadını ancak zina eden veya müşrik olan bir erkek nikâhlar” mealin­deki âyette(Nûr 24/3) zinanın şirke yakın görülmesi dikkat çekicidir. Kur’ân-ı Kerîm, fuhuş yapan erkek ve kadınları “habîs” (murdar) olarak vasıflandırmak­ta ve bunların ancak kendi aralarında evlilik bağı kurabileceklerini belirtmek­tedir.(Nûr 24/26)

İslâm’ın amaçlarından biri de nesille­rin korunması, sağlıklı bir toplum yapı­sının oluşturulmasıdır. Bu bakımdan fu­huş ve fuhşa götüren bütün davranışlar zinaya yaklaştıran tutumlar olarak ha­ram kılınmış(İsrâ 17/32) mümin er­kek ve kadınların gözlerini haramdan sakınmaları(Nûr 24/30-31), kadınla­rın tahrik edici bir şekilde giyinip süs­lenmemeleri(Nûr 24/31) emredilmiş; mahrem olmayan kadın ve erkeklerin birbirlerine dokunmaktan, şehevî arzu­ları kabartan söz ve davranışlarda bu­lunmaktan sakınmaları İstenmiştir. Ay­rıca kadının erkeğin cinsî duygularını uyandıracak şekilde yürümesi de hoş görülmemiştir(Nûr 24/31). İlgili âyet­lerin üslûbundan, bu kuralların hürriyet­leri kısıtlama amacına değil toplum ah­lâkını koruma gayesine yönelik olduğu anlaşılmaktadır. Toplumda fuhşu önle­yebilmek için fertlerin eğitimi, ahlâkî ye­tişkinliği, fuhşu kolaylaştıran ve özendi­ren yolların kapatılması kadar bu yön­de gerekli içtimaî ve hukukî tedbirle­rin alınması da önemlidir. İslâm’da fer­din cinsî ihtiyaçlarının tabii bir ihtiyaç olarak görülüp evliliğin kolaylaştırılma­sı, evlilik yoluyla cinsel tatminin temel bir hak olarak karşılanması böyle bir anlam taşır. Aynı şekilde Kur’ân-ı Ke-rîm’de ve Hz. Peygamber’in uygulama­larında zina eden, livâta ve sevicilik gibi çirkin fiilleri işleyen kimseler hakkın­da öngörülen tedbirlerin ve cezaî müey­yidelerin de amacı müslüman toplum­larda fuhşu önlemek, kişilerin onur ve İffetlerini korumalarına yardımcı ola­cak bir toplum ve hukuk düzenini kurmaktır.

İslâm’ın kesin tavrına rağmen Asr-ı saâdet’te, bilhassa yeni müslüman ol­muş kesimlerde eski alışkanlıkların bir sonucu olarak bazı zina olayları görül­müştür. Nitekim Tâif örneğinde olduğu gibi İslâm’ın gücü karşısında teslim olan­lar, kendilerine verilen emanda zina ve içkinin yasaklanmaması şartının bulun­masını istiyorlardı. Hz. Peygamberin vefatından sonra meyda­na gelen dinden çıkma olaylarının sebep­lerinden biri de coğrafî konumlan sebe­biyle İslâmî terbiyeyi yeterince alama­mış Arapların içlerinde gizledikleri bu arzularını gerçekleştirmekti. Hatta Had-ramut taraflarında bazı fahişeler Resûl-i Ekrem’in vefatını sevinçle karşılamış­lardı.

Hulefâ-yi Râşidîn devrinde fuhuşla mü­cadele devam etmiştir. Bu dönemde zi­na suçu isnat edilen ve bu yüzden ceza­landırılanların sayısı çok azdır. Daha son­raki dönemlerde İslâm’ın çok geniş bir coğrafyaya yayılması sonucu büyük bir zenginlik elde edilmiş, bilhassa saraylar­da ve çevresinde görülen eğlence haya­tı toplumu sarsabilecek bir nitelik ka­zanmıştır. Bununla birlikte yaygın ahlâ­kî terbiye ve hukukî önlemler yanında câriye istifraşına İzin verilmesi fuhşun toplumsal boyutta yaygınlaşmasını Ön­lemiştir.

Emevîler’de açık fuhuş pek görülmez­se de bazı hükümdarlar eğlenceye düş­künlükleri ve ahlâksızlıklarıma şöhret bulmuştu. Hatta bu durum bazı halife­lere karşı isyan edilmesinin ve nihayet Emevî Devleti’nin yıkılmasının sebeple­rinden biri olarak gösterilir.

Abbâsiler’in ilk dönemlerinde de açık fuhşa pek fazla rastlanmaz. IV. (X.) yüz­yılın başlarında Çin’i ziyaret eden bir İs­lâm seyyahı orada fahişelerin deftere kaydedildiğini ve bunlardan her yıl belli bir miktar vergi alındığını görünce böy­le bir fitnenin İslâm ülkesinde bulunma­masından dolayı Allah’a şükreder. Fakat bundan kısa bir zaman sonra Büveyhî Hükümdarı Adudüddevle rakkase fahi­şelere vergi koydu. Daha sonra Fâtımî-ler de fuhuş yerlerinden (büyûtü’l-fevâhiş.dârü’l-kuhab) vergi aldılar. Suriye civarında Lazkiye’de fahişeler muhtesip kontrolünde bulunuyorlardı ve özel bir yüzük takmak zorundaydı­lar. Sûs’ta da bir zina evi olduğu söyle­nir. Bu dönemin Abbasî coğrafyasında artan fuhşun müstehcen İfadeler tarzın­da edebiyata da yansıdığı görülür.

Osmanlı ülkesinin bilhassa müslümanların yaşadağı yörelerinde fuhuş diğer ülkelerdeki kadar ciddi boyutlara ulaş­mamıştır. Ancak İstanbul’da Bizans dö­neminden beri fuhuş olaylarına rastlan­maktaydı. Özellikle kozmopolit bir yapı­ya sahip olan Galata yakası şehrin fuh­şa en uygun yeriydi. Evliya Çelebi İstan­bul esnafından söz ederken abartılı üs­lubuyla “esnâf-ı zen-kahbegân” (muhab­bet dellâllan), “esnâf-ı hîzân-dilberân” (vü­cutlarını satan delikanlılar) gibi “nice es­nâf-ı mühmelân”ın bulunduğunu, bun­ların sadece subaşı tarafından bilindiği­ni söyler. Osmanlılar’da zaman zaman fuhşu önlemek için fermanlar çıkarılmış­tır. Mahallelerde gizli fuhuş yapıldığı tes-bit edilen evler mahalle imamına şikâ­yet edilir ve onun başkanlığında burala­ra baskınlar düzenlenirdi.

İstanbul’da I. Dünya Savaşı esnasında ve daha sonra fuhuş yapılan bazı yerler açılmış, buralarda Ekim İhtilâli’nin ar­dından Rusya’dan gelenlerle birlikte sa­yıları bir hayli artan fahişeler çalıştırıl­mıştır. Bu dönemde İstanbul’un yozla­şan ahlâkî durumu. Yakup Kadri’nin, adı­nı helak olan Lût kavminin yaşadığı şe­hirlerden alan Sodom ve Gomore ro­manında anlatılır. Türkiye’de zührevî has­talıklarla mücadele ilk defa I. Dünya Sa­vaşı yıllarında başlamış, 18 Ekim 1915′-te Emrâz-ı Zühreviyye’nin Men’-i Sira­yeti Hakkında Nizâmnâme ile bu hasta­lıkların yayılmasını önlemek için özel bir teşkilât kurulmuştur.

Günümüzde fuhşun sebep olduğu AİDS gibi korkunç hastalıklar, İslâm’ın fuhşu önlemek için getirdiği hukukî ve ahlâkî tedbirlerin önemini ortaya koymakta­dır. Fuhşun çirkinliği sadece sebep ol­duğu zührevî hastalıklarla sınırlı değil­dir. Cinsiyet ahlâkı bakımından fuhuş ruhî sapıklıklara ve kadın kişiliğinin en önemli unsuru olan iffetin kaybolması­na sebep olur. İffetin kaybolması kişi­nin cemiyet içinde şeref ve itibarını kay­betmesine, bu yüzden de başka ahlâkî kusurları yapabilecek hale gelmesine yol açar. Vazife ahlâkı bakımından fuhuş, başka bir kişiye bir insan gibi değil bir eşya gibi bakma anlamı taşıdığı için in­sanî prensiplere tamamen zıttır. Niha­yet fuhuş sevgisiz olarak vücudunu sat­maktır; kişilik şuurunu yıktığı için kişili­ğe en ağır hakarettir.

Tarihin hemen her devrinde fuhuş bir yandan varlığını sürdürürken bir yan­dan da toplumlar din, ahlâk, hukuk gibi kurumlar vasıtasıyla fuhşu Önlemeye ça­lışmışlardır. Ancak dinin fert ve toplum hayatındaki etkisini büyük ölçüde orta­dan kaldıran modernist hayat felsefe­siyle birlikte son yüzyılda fuhşun türlü şekilleri giderek meşrulaşma zemini ve daha çok yayılma imkânı bulmuştur. Modern BatTda hararetle savunulan bi­reycilik, saptırılmış özgürlük anlayışı ve bunların sonucu olarak gençlerin aile il­gisinden, terbiye ve himayesinden yete­rince faydalanamaması, aynı dünya gö­rüşünün bir ürünü olan lüks ve pahalı yaşamanın ev ve aile kurmayı zorlaştır­ması, ekonomik ve siyasî başarının en yüksek ideal kabul edilmesi ve cinselli­ğin bu amaç için sömürülmesi gibi se­bepler yüzünden modernizmin benim­sendiği toplumlarda veya kesimlerde fuhşun da yaygınlaştığı, hatta bir fuhuş sektörünün ortaya çıktığı görülmekte­dir. Aslında bazı çevrelerde din ve ahlâk gibi kurumlara karşı çıkmanın temelin­de, modern zihniyet yanında uyuşturu­cu pazanyla da yakın ilgisi olan fuhuş sektörünün çıkartan bulunmaktadır. Fuh­şa karşı ahlâk terbiyesi, güçlü aile yapı­sı, toplumsal kontrol gibi mekanizmala­rı canlı tutması yanında kesin hukukî ve sosyal önlemler de alan İslâmiyet fu­huş sektörünü özellikle rahatsız etmek­tedir.

Fuhşu günah, ayıp ve en sonunda ya­sak olmaktan çıkarma eğiliminde olan modern zihniyet, sözde özgürlük adına fuhuşta sadece zor kullanma ve zarar vermeyi reddetmekte, fuhşun fert ve toplum üzerindeki yıkıcı etkileri bu dü­şünce sahiplerini fazla ilgilendirmemek­tedir. Türkiye’de ve diğer İslâm ülkele­rindeki bazı küçük çevrelerde bu anla­yış bir ölçüde etkili olmakla birlikte İs­lâm dininin dinamik yapısı sayesinde İs­lâm toplumları ve bilhassa müslüman aileler fuhşa karşı direncini korumakta­dır. Fuhşun cazip kılınarak teşvik edil­mesinde son derece etkili olan yazılı ve görüntülü medya alanında da dinî ve mil­lî kimliğini yaşatan büyük çoğunluğun kendi ahlâk değerleri ve kültürüne uygun alternatif neşriyata yönelmesi, fuh­şa karşı son derece etkin bir mücade­le dönemine girildiğini göstermesi bakı­mından önemlidir.

TDV İslâm Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski