Fütüvvet. Başlangıçta tasavvuf! bir mahiyet taşırken XIII. Yüzyıldan itibaren içtimaî, iktisadî ve siyasî yapılanmaya dönüşen kurum.
Fetâ sözlükte “genç, yiğit, cömert”; fütüvvet ise “gençlik, kahramanlık, cömertlik” anlamlarına gelir. Tasavvuf kaynaklarında. U. (VIII.) yüzyıldan itibaren önde gelen sûfîlerin fütüvvet kelimesini tasavvuff bir terim olarak kullanmaya başladıkları kaydedilir. Ali Sâmî en-Neş-şâr. fütüvvetten ilk bahseden süfînin Fu-day! b. İyâz (ö. 187/803) olduğunu ve kelimeyi “dostların kusuruna bakmama” şeklinde tarif ettiğini belirtirse de ondan önce Ca’feres-Sâdık’ın (ö. 148/765), “Bize göre fütüvvet ele geçen bir şeyi tercihen başkalarının istifadesine sunmak, ele geçmeyen bir şey için de şükretmektir” dediği bilinmektedir. Nitekim İbnü’l-Kayyim el-Cevziyye de fütüvvetten ilk defa Cafer es-Sâdık’ın bahsettiğini söyler. Fütüvvet konusu üzerinde başlangıçta gerek Iraklı sûffler gerekse Horasanlı Melâmetîler tarafından aynı derecede önemle durulmuş, ancak bu hareketin büyük önderleri daha çok Horasan’da yetişmiştir. Ahmed b. Hadraveyh (o. 240 854), Ebû Hafs el-Haddâd, Ebû Türâb en-Nahşebî, Ebû Abdullah es-Sic-zî, Muhammed b. FazI el-Belhî, Ebü’i-Hasan el-Bûşencî gibi fütüvvetten bahseden büyük sûfîler Horasanlı İdi. Onların çağdaşları olan ve fütüvvet konusunda görüş belirten Ma’rûf-i Kerhî, Cüneyd, Ruveym, Haris el-Muhâsibî ve Sehl b. Abdullah et-Tüsterî gibi safîler de Iraklı idi. Fütüvvete büyük önem verenler arasında Fudayl b. İyâz gibi aslen Horasanlı olmakla beraber ömrünün çoğunu İrak’ta geçirmiş sûfîler de vardı. Bu durum, Horasan ve İrak’taki fütüvvet hareketlerinin birbirine sıkı bir şekilde bağiı olduğunu göstermesi bakımından önemlidir.
Gerek Horasan’da gerekse Irak’ta fe-tâ denilen ve en belirgin vasıfları cesaret, kahramanlık, cömertlik ve fedakârlık olan kişilere büyük bir hayranlık duyulmaktaydı. Kur’an’da fetâ (fitye, feteyât) diye nitelendirilen(Nisâ 4/25; Yûsuf 12/30, 36, 62; Kehf 18/60, 62) kişiler için bu sıfat dinî bir mâna taşıması yanında takdir edilen bir anlam ifade ediyor, put kıran(Enbiyâ 21/60) veya gördükleri baskıya rağmen inançlarını koruyan ve bu uğurda ülkelerini terkeden kişilerden fetâ diye söz edilmesi(Kehf 18/10, 13) bu nitelemeye bir çekicilik kazandırıyordu. Bundan dolayı halk arasında takdir edilen bir vasıf olan yiğitliği Kur’an’daki fetâ ifadesiyle irtibatlandıran sûfller bu kavramı bir tasavvuf terimi haline getirmede tereddüt göstermediler. Onlara göre mert, cömert ve cesur bir kişide bulunan vasıflar hakiki bir sûfîde de bulunduğundan sûfî aynı zamanda bir fetâdır. Bu sebeple sûfîler fetâyı “sûfî”, fütüvveti de “tasavvur olarak tarif etmekte bir sakınca görmemişlerdir. Nitekim Süle-mî’nin Kitâbü’l-Fütüvve”sinde anlattığı fütüvvetle İlgili âdâb, ahlâk ve nitelikler aynı zamanda bir sûfîde de bulunması gereken meziyetlerdir.
Genel olarak fetâ ve fütüvvet kelimeleri sûfî ve tasavvuf anlamında kullanılmakla beraber tasavvufta bu terimlerden çok defa sûfîde bulunan fedakârlık, diğerkâmlık, iyilik, yardım, insan severlik, hoşgörü ve nefsine söz geçirme gibi ahlâkî nitelikler kastedilir. Böylece gerçek yiğitlik, kahramanlık, cesaret ve mertliğin bu ve benzeri niteliklere sahip olmayı gerektirdiği anlatılmak istenir. Bu husus dikkate alındığında sûfîlerin kendilerine has hümanizm düşüncelerini fütüvvet kavramı çerçevesinde geliştirdikleri görülür. Ebû Bekir el-Verrâk’a göre fütüvvet kişinin hasmının olmaması, yani herkesle iyi geçinmesi ve herkesle barışık olması, sofrasında yemek yiyen müminle kâfir arasında ayrım gözetmemesidir. Mecûsî’yi misafir etmekten kaçınan Hz. İbrahim’in ilâhî uyarıya mâruz kalması da fütüvvetin insanî muhtevasını ifade eden güzel bir örnektir.
“Fütüvvet. dilencinin veya yardım isteyenlerin geldiğini görünce kaçmamaktır”; “Fütüvvet, insanlara eziyet etmekten kaçınıp bol bol ikramda bulunmaktır” şeklindeki açıklamalarla fütüvvetin esasının fedakârlık olduğu; hatta bir ziyafet verileceği zaman mahalledeki köpeklerin bile doyurulması, bir karıncanın bile incitilmemesi gerektiği belirtilerek bu fedakârlığın sevgi ve merhametin hayvanları da kapsayacak şekilde geniş tutulması gerektiği düşünülmüştür. Daha başka açıklamalara göre fütüvvet, bir kimsenin, başkalarının hak ve menfaatlerini kendi hak ve menfaatinden üstün tutması, başkalarına katlanması, hatalarını görmezlikten gelmesi, özür dilemeyi gerektirecek davranışlardan sakınması, kendini aşağılarda, başkalarını ise yükseklerde görmesi, sözünde durması, sadakat göstermesi, olduğundan başka türlü görünmemesi, kendini başkalarından üstün saymamasıdır. Bundan dolayı fütüvvet güzel ahlâk, terbiye ve nezaket olarak da tarif edilmiştir.
Fütüvvet sûfînin nefsine karşı tavrını da belirler. Fetâ nefsinin arzularına karşı çıkan yiğittir. Nitekim, “Fetâ nefis putunu kıran kişidir” denilmiştir. Fetâ iradesine hâkimdir; “Rabbi İçin nefsinin hasmıdır”. İnsanın göründüğü gibi olması veya olduğu gibi görünmesi fütüvvet, göründüğünden daha iyi olması melâmettir.
Sehl b. Abdullah, “Fütüvvet sünnete uymaktır” diyerek bu kavramın dinle olan İlişkisine dikkat çekmiştir (a.e., ay). Hâce Abdullah-ı Herevî fütüvveti başkalarının hatalarını görmezlikten gelmek, kötülük yapana gönül hoşluğu İle iyilik etmek ve Allah’tan başkasına iltifat etmemek şeklinde üç kısma ayırmıştır. Hallâc-ı Mansûr ise fütüvveti, “bir dava sahibi olmak ve neye mal olursa olsun bu davadan dönmemek” diye tarif eder. Hallâc bu anlayışını daha da İleri götürerek İblîs ve Flravun’u bile fütüvvet ehli sayar. Çünkü İblîs lanetlenme, Firavun da boğulma pahasına iddialarından vazgeçmemişlerdir. Ancak Hallâc’a göre bâtıl bir davadan vazgeçmemek hak bir davadan vazgeçmemeye göre eksik bir fütüvvettir.
Sûfîler, temel ahlâkî değerleri ve en önemli faziletleri fütüvvet kelimesine yükleyerek onu tasavvufun temel kavramlarından biri haline getirmişlerdir. Sülemî fütüvveti, “Âdem gibi özür dilemek, Nûh gibi iyi, İbrahim gibi vefalı, İsmail gibi dürüst. Mûsâ gibi ihlâslı. Eyyûb gibi sabırlı, Dâvüd gibi cömert, Hz. Muhammed gibi merhametli, Ebû Bekir gibi hamiyetli, Ömer gibi adaletli. Osman gibi hayâlı, Ali gibi bilgili olmaktır” şeklinde tarif ederken fütüvvetin bu kapsam genişliğine işaret etmiştir. “Fütüvvet mekârim-i ahlâktır” denilirken de bu husus kastedilmiştir.
Muhyiddin İbnü’l-Arabî fütüvveti ilâhî bir vasıf olarak görür. Her ne kadar Allah’ın fütüvvet lafzından türeyen bir ismi yoksa da her şeyin O’na muhtaç olup O’nun hiçbir şeye ihtiyacı olmaması, herhangi bir karşılık beklemeden âlemi ve onda var olan her şeyi yaratmış olması ilâhî fütüvveti gösterir.
Fütüvvet kavramı Sünnî tasavvuf çerçevesinde ortaya çıkmış ve gelişmiştir. Sülemî, Herevî, Sühreverdî gibi fütüvvete dair eser yazan, Kuşeyrî ve Hücvirî gibi eserlerinde fütüvvete ayrı birer bölüm ayıran mutasavvıfların Sünnîler arasından çıkması da bunu gösterir. Abbasî Halifesi Nasır-Lidînillâh’ın teşkilâtlandırarak kendine bağladığı fütüvvet kurumu da Şiî temayüller taşımakla birlikte aslında Sünnî fütüvvet anlayışına dayanıyordu.
Fütüvvet ehlinin teşkilâtlı dönemde şed (kemer) kuşanmaları, şalvar giymeleri, tuzlu su içmeleri, her sanatın bir pîri olduğuna inanmaları, aralarında örgütlenip disiplin içinde mesleklerini icra etmeleri, birbirlerini kardeş bilerek iki fetâ arasında özel bir kardeşlik kurmaları, “Ali’den başka fetâ, zülfikardan başka kılıç yoktur” deyip Hz. Ali’yi pîr ve baş fetâ tanımaları, son zamanlarda sûfflik-ten farklı bir hüviyet göstermelerine sebep olmuştur.
Fütüvvet ehli bazı zümrelerin halktan bir çeşit haraç toplamaları, fütüvvet üzerine and içmeleri, bazılarının bekâr yaşamaları, çok sabırlı olduklarını göstermek için kendilerini büyük acılara mâruz bırakmaları, İbnü’l-Cevzî ve Takıyyaddin İbn Teymiyye gibi Selefî âlimleri tarafından tenkit edilmelerine sebep olmuştur.
TDV İslâm Ansiklopedisi