İmam Eşari Hayatı, Kimdir, Eserleri, Görüşleri, Hakkında Bilgi

Ebü’l-Hasen Alî b. İsmâîl b. Ebî Bişr Ishâk b. Salim el-Eş’arîel-Basrî (ö. 324/935-36) Eş’ariyye mezhebinin kurucusu.

Yemen’deki Eş’ar kabilesine mensup olan sahâbî Ebü Mûsâ el-Eş’arînin so­yundan geldiği için Eş’arî nisbesiyle ta­nınmıştır. Onun Ebû Musa’nın soyundan gelmediğine ilişkin bazı iddialar varsa da bunlar ilmîiikten uzaktır. Ehl-i sün­net akidesinin gelişip yayılmasına olan önemli katkılarından dolayı “Nâsırüddin” lakabıyla da anılır. Yaygın olmamakla birlikte bazı kaynaklarda dedesine nisbetle kendisinden İbn Ebû Bişr diye de söz edilir. Doğum tarihi hakkında farklı görüşler varsa da genellikle 260 (873-74) yılında Basra’da doğduğu ka­bul edilir.

Küçük yaşta babasını kaybeden Eş’arî onun vasiyeti üzerine Sünnî bir âlim olan Yahya b. Zekeriyyâ es-Sâcînin öğrencisi oldu. Annesinin Mu’tezile âlimlerinden Ebû Ali el-Cübbâî ile evlenmesinden son­ra da onun himayesinde yetişti ve ken­disinden kelâm tahsil etti. Bir taraftan da Abdurrahman b. Halef, Ebû Halîfe el-Cumahî, Sehl b. Nûh, Muhammed b. Ya’küb gibi Sünnî âlimlerden hadis ve fıkıh dersleri aldı. Basra’da oturduğu yıllarda zaman zaman Bağdat’a giderek Ebû İs­hak el-Mervezrnin Mansûr Camii’ndeki cuma derslerine katıldı. Hocası Cübbâî’nin etkisiyle gençliğinde Mu’tezilî görüş­leri benimsemesine, hatta bunlan savu­nan eserler yazmasına rağmen 300 (912-13) yılı civarında bir cuma günü Basra Camii’nde Mu’tezile’den ayrılıp Ehl-i sün­nete intisap ettiğini ve Ahmed b. Han­bel ile diğer hadis âlimlerince temsil edi­len Selef itikadını benimsediğini açıkla­dı. Hayatındaki bu değişikliğin daha ile­ri bir tarihte gerçekleştiğini söyleyenler varsa da bu zayıf bir ihtimal olarak gö­rünmektedir. Zira Demirkapı (Bâbüleb-vâb) halkına hitaben yazdığı risalenin 297 (909-10) ta­rihini taşıması ve bu risalede Ehl-İ sünnet akîdesini savunma­sı bunun açık delilidir. Kaynaklar Eş’arî’nin itikadî ve fikrî hayatındaki bu de­ğişikliği farklı sebeplere bağlar. Eş’ariy­ye kaynaklarının ittifakla kaydettiğine göre bunun en önemli sebebi, bir rama­zan ayında birkaç defa rüyasında gördü­ğü Hz. Peygamber’in, sünnetindeki esas­lara bağlı kalıp onları savunması husu­sunda Eş’arîyi ikaz etmesidir. Herhangi bir ilmî mesnede dayanmayan bu riva­yetin, hizipler arası mücadelelerde sık sık üretilen hayal mahsulü olaylardan olduğu bilinmektedir. Eş’ari’nin, Allah’ı zo­runluluk altına sokan Mu’tezile görüşünün yan­lışlığını farkederek hocası Cübbâî ile, bu görüşle ilgili üç kardeş (ihve-i selâse) meselesi etrafında yaptığı münakaşalar­da tatmin edici cevaplar alamamasının Mu’tezile’den ayrılmasında etkili olduğu kabul edilir. Bazı aşı­rı Hanbelîler’in telakkisine göre İse Eş’arî’nin dedesinden intikal eden bir mira­sın Basra kadısı tarafından Sünnî olma­dığı gerekçesiyle kendisine verilmeyişi veya şöhrete kavuşma hevesi onun Mu’­tezile’den ayrılmasına sebep olmuştur. Ancak Hanbelîler’in aşı­rı tutuculuğu ve Eş’arfye tekfire kadar varan suçlamalar yöneltmeleri bu iddia­nın da ithamdan öte bir değer taşıma­dığını gösterir. Eş’arfnin mezhep değiş­tirmesini özel bir olaya bağlamak yeri­ne onun gerçeği arama çabalarının, özel­likle başta Ebû Hanîfe ve takipçilerinin konuyla ilgili düşünceleri olmak üzere daha önce yapılmış olan Mu’tezile’yi ten­kit mahiyetindeki çalışmaları inceleme­si ve bu suretle kaydettiği fikrî gelişme­nin bir sonucu saymak daha makul gö­rünmektedir.

Eş’arî muhtemelen 300’lü yıllarda Bağ­dat’a giderek hayatının geri kalan kıs­mını orada geçirdi. Bağdat’ta Hanbelîler’in İleri gelenlerinden Hasan b. Ali el-Berbehârryi ziyaret ederek ona Mu’te­zile âlimleriyle, ayrıca hıristiyan, yahudi ve Mecûsîler’e karşı verdiği fikrî müca­deleleri bulunduğunu uzun uzun anlat-tıysa da beklediği ilgiyi göremedi. Daha sonra Ahmed b. Hanbel’in akîdesini sa­vunan eJ-Jbdne’yi yazıp Berbehârî’ye sundu; ancak bu defa da beklediği ilgi­yi bulamadı. Basra’­da yürüttüğü öğretim ve telif faaliyet­lerine Bağdat’ta Sünnî inanç doğrultu­sunda devam ederek pek çok öğrenci ye­tiştirdi. İmâmiyye’nin ileri gelenlerinden biri iken Eş’arî ile yaptığı münazarada yenik düşen Ebü’l-Hasan el-Bâhilî’den başka İbn Mücâhid et-Tâî, Basra ve Bağ­dat’ta hizmetinden ayrılmayan Bündâr b. Hüseyin eş-Şîrâzî, Abdullah b. Ali et-Taberî, Muhammed b. Ali el-Kaffâl, İbn Hafîf eş-Şîrâzî, Ebü’l-Hasan Ali b. Meh-dî et-Taberî onun meşhur öğrencilerin-dendir. Kâdî Abdülcebbâr’ın İddiasına göre Eş’arî, Mu’tezile’den Ebü’l-Kâsım b. Sehlûye ile yaptığı münazarada yenik düşmesinin verdiği üzüntüyle hastalan­mış ve bir süre sonra vefat etmiştir. Bu olaydan sonra Ebü’l-Kâsım “Katilü’l-Eş’a-rî” lakabıyla anılmıştır. Kaynaklarda Eş’arî’nin ölümüyle ilgili olarak 320 (932) ile 380 (990-91) yıllan arasında değişen farklı tarihler verilmekteyse de genellikle 324 (93S-36) yılında Bağdat’ta vefat ettiği ve şehrin güney bölgesinde bulunan bir mescidin yakınındaki türbeye defnedil­diği kabul edilmektedir. Daha sonra ba­zı aşın Hanbelîler tarafından tahrip edil­me ihtimaline karşı türbe yıkılarak kab­rinin yeri gizlenmiştir.

Basra’da dedesinden intikal eden bir arazinin 17 dirhem tutarındaki geliriyle geçinen Eş’arî’nin oldukça zâhidâne bir hayat yaşadığı anlaşılmaktadır. Samimi dindarlığının yanında kıvrak bir zekâya sahipti. Diyalektiği çok iyi kullandığı için yaptığı münazaralarda genellikle üstün gelirdi. Mu’tezilî âlimlerin fıkıhta umu­miyetle Hanefî mezhebini benimseme­lerine bakılarak onun da aynı temayü­lü koruduğunu söylemek mümkünse de[456] Mâlikî ve daha yay­gın kanaate göre Şâfıî olduğu da nakle­dilir. Hadis rivayetinden başka tefsir, fı­kıh, usûl-i fıkıh, cedel gibi İlimlerle ilgi­lenmiş ve bu alanlarda da eserler ver­miştir. Asıl şöhretini ise kelâm ve itika-dî mezhepler sahasında yaptığı çalışma­larla kazanmıştır. Hayatının ilk dönemin­de Mu’tezilî kelâm anlayışı doğrultusun­da eserler telif etmiştir. Fakat akla aşı­rı derecede güvenen, onu dinin esasları için temel ölçü kabul eden bu mezhe­bin bazı tutarsızlıkları bulunduğunu ve naslarla çatıştığını farkederek Ebû Ha-nîfe, Ahmed b. Hanbel, Buhârî, İbn Kuteybe. Ebû Saîd ed-Dârimî gibi âlimlerce ortaya konan Ehl-i sünnet akaidi sa­fında yer alması kelâm tarihinde önem­li bir dönüm noktası teşkil eder. Eş’arî, Mu’tezile’nin aşırı akılcılığına karşı çıkı­şının etkisiyle olacaktır ki önce Ahmed b. Hanbel’in takipçisi olmuş ve teslimi­yetçi bir tavır benimsemiştir. Fakat kısa bir zaman sonra itikadı esasları aklın il­keleriyle destekleyerek nasları ön plana
çıkaran üçüncü bir merhaleye ulaşmış­tır ki bu Mâtürîdî paralelinde Sünnî ke­lâm metodunun başlangıç dönemini oluş­turur. Bu dönemde, Mu’tezile görüşleri­ni savunmak için daha önce ileri sürdü­ğü görüşleri bizzat kendisi eleştirmiş­tir. Müslümanların itikadî konulardaki ihtilâflarını Makâlâtü’l-İsîâmiyyîn ad­lı eserinde bir araya topladıktan sonra bid’atçı görüşleri ve başta Aristoculuk olmak üzere felsefî fikirleri, ayrıca Hı­ristiyanlık, Yahudilik ve Mecusîliği çeşit­li kitaplarında tenkide tâbi tutmuştur. Bazı müsteşrikler Eş’arFyi, çeşitli yaban­cı kültürler karşısında Arap milliyetçili­ğini canlandıran ve fikir hürriyetine en­gel olan bir hareketin öncüsü olarak gös-terirlerse de bu iddiaya katılmak mümkün değildir. Çün­kü Eş’arî eserlerinde ne Arap milliyetçi­liğini savunmuş ne de fikir hürriyetine karşı çıkmıştır. Görüşlerinin, Hindistan’­dan Endülüs’e kadar muhtelif milliyet­lere mensup müslümanların yaşadığı ge­niş bir coğrafyada yayılmış olması bu İd­dianın İsabetsizliğini gösterir.

Kelâmî Görüşleri

Ebü’l-Hasan el-Eş’a-rî’den günümüze intikal eden eserler kelâm kültürü ve terminolojisi bakımın­dan çağdaşı Ebû Mansûr el-Mâtûrîdî’nin eserlerine nisbetle zayıftır. Buna rağmen kendisi Sünnî kelâm ekolünün önemli kurucularından biri olarak kabul edilmiş­tir. Bunda, hayatını sürdürdüğü Basra ve Bağdat gibi ilmî çevrelerin tesirinden başka muhafazakâr çoğunluğun en güç­lü rakibini oluşturan Mu’tezile mezhe­binden dönüşünün de büyük payı olma­lıdır. Eş’arî’nin, kendisinden sonraki bir­çok âlim tarafından geliştirilen kelâmî görüşlerini onun eserlerinden ziyade İbn Fûrek’in önemli bir kısmını bu eserlerden derlediği bilgilerden ve bunlara eklediği şahsî yorumlarından hareket ederek şu şekilde özetlemek mümkündür:

1- Bilgi. Zaruri ve iktisabı olmak üzere ikiye ayrılır. Doğruluğundan şüphe edil­meyen bilgilere zaruri bilgiler denir. Akıl dış dünyadaki nesnelerden yaptığı so­yutlamalarla yani kavramlarla birleşip özdeşleşince bilgi meydana gelir. Bu an­lamda akıl bilgi demektir. Bilgi sadece nazar ve tefekkürle değil tartışma (ce­del) yoluyla da elde edilebilir.

Âlemdeki bütün cisimler bölüneme-yecek kadar küçük olan cüzlerin (atom) birleşmesinden meydana gelmiştir. Bu parçalar sonlu olduğu için bunların bir­leşip ayrılmasından oluşan âlem de sonludur. Atomlarda, kendiliğinden çeşitli terkipler yaparak değişik cisimler mey­dana getirme gücü yoktur; onların bir­leşmesi ve farklı cisimler teşkil etmesi sadece ilâhî irade ve kudretin tesiriyle olmaktadır. Zira bütün atomlar mahi­yet itibariyle birbirinin benzeridir.

2- İlahiyat. Allah’ın varlığına ancak akıl yürütme yöntemiyle ulaşılabilir. O’nun varlığına ilişkin bilgiler, insanda doğuş­tan mevcut olan zaruri bilgiler türünden değildir. Aksi halde varlığı hakkında şüp­heler ileri sürülmez ve sonuç itibariyle herkes zorunlu olarak O’na iman eder­di. Allah’ın mevcudiyetini idrak etmek için insanın hangi unsurdan yaratıldığı­nı, bir damla sudan nasıl mükemmel bir varlık haline geldiğini düşünmesi yeter­lidir. Zira onun dünyaya gelişi de çeşitli safhaları aşıp dünyadan ayrılışı da ken­di irade ve gücü dahilinde olmamakta­dır. Şu halde insanı yaratan, yaşatan ve dünya hayatına son veren irade ve kud­ret sahibi bir varlığın bulunması gerekir ki O da Allah’tır.

Allah’ın ezelî sıfatlan vardır. Âlim, ka­dir, hay, mürîd, mütekellim, semî”, basîr oluşu O’nda ilim, kudret, hayat, irade, kelâm, sem” ve basar sıfatlarının bulun­duğu anlamına gelir. Başka bir ifadeyle Allah ilimle âlim, kudretle kadirdir. Ha­yat, ilim, irade ve kudret sıfatları fiilleri yoluyla; sem’, basar, kelâm, beka sıfat­lan da zâtının eksiklikten tenzih edilme­sini gerektiren aklî zaruretle bilinir. Vech, yed, ayn, istiva, nüzul gibi sıfatlar sade­ce naslarda O’na atfedilen kavramlar olup akıl onların Allah’ın zâtına lâyık ola­cak mânalan bulunduğuna hükmeder. Yaratma, nzık verme gibi fiilî sıfatları ezelî değildir. Zira bu takdirde âlemin ezelî olması gerekirdi, bu ise imkânsız­dır. Zâtın­da mevcut kelâm-ı nefsî kadîm, bu ke­lâmı İfade eden lafızlarsa hadistir. Allah’ın ilminde bir değişiklik olmaz, var­lıkları yaratmadan önceki bilgisi ne ise yarattıktan sonra da odur. İrade sıfatı küllî olup âlem­deki bütün varlık ve olaylan kuşatır; ay­nı şekilde kulların fiilleri de ilâhî İrade­ye göre cereyan eder.

Kul fiilini Allah’ın dileyip yarattığı hâ-dis kudretle yapar ve böyle bir kudret­le de olsa fiili yaptığı için sorumlu olur.

Eğer kul fiilini ilâhî irade ve kudretten bağımsız olarak yapabilseydi ona diledi­ği niteliği verebilmesi gerekirdi. Halbu­ki kulun güzel ve iyi olmasını istediği bir şey çirkin ve kötü olabilmektedir. Bü­tün ilâhî fiiller hikmet ve adalet ürünü olmakla birlikte irade sıfatına göre ger­çekleşir. Dolayısıyla bu fiillerde menfaat elde etme veya bir zararı bertaraf etme anlamında herhangi bir hikmet aramak gereksizdir. Esasen hiçbir şey O’nun hak­kında vâcib değildir.

Allah’a nisbet edilen isimler sadece nasla belirlenir. Allah’ın görülmesi aklî bir imkânsızlığa götür­mediği için mümkündür. Dünyada Allah sadece Hz. Peygamber tarafından görül­müştür; âhirette ise bütün müminlerce görülecektir; rüyada görülmesi ise im­kânsızdır.

3- Nübüvvet ve Âhiret. Allah bir sebep ve hikmete bağlı olmaksızın sadece rah­metinin eseri olarak kullarından diledi­ğini peygamberlikle görevlendirir. Bun­lardan resul olanlar ilâhî emirleri insan­lara tebliğ etmekle yükümlü tutulduğu halde nebîler böyle bir mükellefiyet ta­şımaz. Bu sebeple kadınlardan da nebî seçilmiştir. Bir peygamberin nübüvveti mucize göstermesi, önceki peygamberin kendisini haber vermesi veya hitap etti­ği insanlarda, örnek davranışları ve öğ­retilerinin hidayete ulaştırıcı olması açı­sından nübüvvetinin doğruluğuna dair zaruri bir bilginin meydana gelmesiyle bilinir. Hz. Peygamber’in nübüvvetine ilişkin en büyük delil, ümmî olduğu hal­de Kur’ân-ı Kerîm gibi yüce bir kitabı getirmiş olmasıdır. Erişilmez nazım gü­zelliği, fevkalâde zengin muhtevası, gay-ba ait haberler içermesi, çelişki ve tu­tarsızlıklardan uzak bulunması onun ilâ­hî kaynaklı bir kitap olduğunu gösterir. Peygamberler nübüvvetten önce büyük günahlardan, nübüvvetten sonra da bü­tün günahlardan korunmuşlardır.

Âhiret hallerini bilmenin tek yolu na­kil olmakla birlikte akıl da bunların im­kân dahilinde bulunduğunu kabul eder. Kabirlerdeki cesetlere, dünyadaki amel­lerine göre acı veya huzur ve mutluluk hissedecek şekilde bir tür hayatın veril­mesi, ölmüş bir canlının ikinci defa ya­ratılması (ba’s ba’de’l-mevt) aklen imkân­sız değildir.

4- İman-Günah. İman Hz. Muhammed’İn hak peygamber olduğunu tasdik etmekten ibarettir. İnancı dil ile açıklamak ve ilâhî buyrukları yerine getirmek (ikrar ve amel) imana dahil değildir. İlâhî buyruk­lara aykırı olan her davranış büyük gü­nahtır. Günahın büyüklüğü ve küçüklü­ğü izafîdir. Kötülüklerin günahı iyilikler­den elde edilen sevabı yok etmez. Tövbe Allah’a karşı işlenen bütün günahları siler. Kullara verilen sevap ve mükâfat işledikleri amellerin karşılığı değil sadece ilâhî bir lutuftur.

5- İmamet. Müslümanların işlerini Hz. Peygamber’in tayin ettiği ilkelere göre yürüten bir halifenin ehlü’1-hal ve’l-akd* tarafından seçilmesi zaruridir. Şiî iddialarının aksine halifenin nasla tayin edildiğini gösteren hiçbir delil yoktur. Eğer Resûl-i Ekrem yerine geçecek olan halifeyi nasla tayin etseydi ve bu kişi de Hz. Ali olsaydı ashap bu emri yerine ge­tirir, Ali de bunu bir emir telakki ederek ilk üç halifeye biat etmezdi. İmamın gay-bı bilmesi ve masum olması mümkün değildir. Ali ile muhalifleri arasında mey­dana gelen olaylarda Ali haklı, muhalif­leri hatalı idi.

Eş’arî üzerinde araştırma yapan çağ­daş yazarların bir kısmı onun sadece Ahmed b. Hanbel’e uyan ve tamamen Se-lefî çizgiyi takip eden bir akaid âlimi ol­duğunu ileri sürerken bir kısmı da onu İbn Kül-lâb el-Basri, Haris b. Esed el-Muhâsibî ile Kalânisfden etkilenen ve onların gö­rüşlerini açıklayan bir kelâma olarak gö­rür. Öyle anlaşılıyor ki Eş’arî itikadı esasları belir­lerken Ahmed b. Hanbel’den faydalan­mış, nakli akılla desteklerken İbn Küllâb. Muhâsibî ve Kalânisî gibi kelâmcılar doğ­rultusunda bir çizgi takip etmiş, ancak kendine has bir kelâm sistemi de kur­muştur. Onun sistemi Ehl-i sünnet ilm-i kelâmının bir mektebi haline gelmiş, ken­disinden sonra önemli değişikliklerle İbn Fûrek, Bâkıllânî, Ebû İshak el-İsferâyînî, Abdülkâhir el-Bağdâdî, Cüveynî, Gazzâlî. Ebü Bekir İbnü’l-Arabî, Fahreddin er-Râzî, Seyfeddin el-Âmidî, Adudüddin el-îcî, Seyyid Şerîf el-Cürcânî, Teftâzânî gibi belli başlı kelâmcılar tarafından geliştiri­lerek günümüze kadar devam ettirilmiş ve neticede kelâmı metot açısından Eş’arî’yi büyük ölçüde aşan bir noktaya ulaş­mıştır. Şâfıî ve Mâlikî âlimlerinin ekse­riyetiyle bazı Hanbelî ve Hanefî âlimle­ri de Eş’arrnin görüşlerini benimsemiş­lerdir.

Eş’ari’nin sistemi çeşitli âlimlerce ten­kit edilmiştir. Bunlar arasında Hasan b. Ali el-Ahvâzî, İbrahim b. Muhammed b. Ayyaş, Kâdî Abdülcebbâr, İbn Hazm, İbn Teymiyye ve bazı Mâtürîdî âlimleri yer alır. Ahvâzrnin Meşâlîbü İbn Ebî Bişr el-Eşcarî’de mülhidlikle suçladığı Eş’a-rî’ye yönelttiği tenkitler indî ve tutarsız ithamlardan öteye geçmez. Ebü’l-Kâsım İbn Asâkir Tebyînü kezibi’l – müfteri iî-mâ nüsibe ile’l-İmâm Ebi’I-Hasan eî-Eş’arî adlı eserinde bu ithamlara cevap vermiştir. Kâdî Abdülcebbâr’ın tenkitle­ri ise daha çok Ehl-i sünnet’le Mu’tezile arasında ihtilaflı olan konularla ilgilidir. İbrahim b. Muhammed b. Ayyaş, Eş’arr­nin usule dair eserine Nakzu İbn Ebî Bişr fi îzâhi’î- burhan adlı bir reddiye yazmıştır. İbn Hazm’ın Eş’arî’yi tenkidi, görüşlerini eksik nakletmesin­den ve buna bağlı olarak onu yanlış an­lamasından kaynaklanmaktadır. Ona gö­re Eş’arî sadece Allah’a iman eden her­kesi mümin saymıştır. Halbuki Eş’arî, eğer naslar peygam­bere İman etmeyi farz kılmasaydı sade­ce Allah’a iman edeni mümin saymanın aklen mümkün olacağını söylemiştir. İbn Hazm’ın, Eş’arî’nin Allah’a ezelî sıfatlar nisbet etmesiyle ilgili tenkidi de isabet­li görünmemektedir. Zira aynı görüşü kendisi de benimsemiştir. İbn Teymiyye umumi mânada kelâmı meto­du eleştirirken Eş’arî’yi de buna dahil etmiştir. Mâtürîdî âlimleri Eş’arfyi fiilî sıfatları hadis kabul etmesi ve Havva, Âsiye, Meryem gibi bazı kadınların nebî olduğunu söylemesi gibi hususlarda ten­kit etmişlerdir.

Buna karşılık bazı âlimler de Eş’arî’yi müdafaa eden eserler yazmışlardır. İbn Asâkir’in Tebyînü kezibi’l-müfteri fî-mâ nüsibe ile’İ-İmâm Ebi’I-Hasan el-Eş’ari, Ahmed b. Mu­hammed el-Kurtubrnİn Zecrü’î-müfte­ri Qaiâ Ebi’I-Hasan el-Eş’ari, İbn Derbâs’ın Risale li’z-zeb “an Ebi’l-Hasan el – Eş” arî, Muhammed b. Dâvûd el-Bâzelfnin Menâ­fim Ebi’I-Hasan el-Eş’arî ve Ali b. Muham­med et-Tûnisî’nin el-Husâmü’s-semherî adlı eserleri bunlardan bazılarıdır.

Eş’arînin görüşlerini günümüze ulaş­mayan bazı eserlerinden inceleyerek tesbit eden ve kendi yorumlarını da katan İbn Fûrek’in Mücerredü makâlâti’ş-Şeyh Ebi’i-Hasan el-Eş”ari adlı eseri onun hakkında yapılan en önemli çalışma niteliğindedir. Bunun yanında Hammâd b. Muhammed el-Ensârî’nin çI-Eş’arî, Hammûde Gurâbe’nin el-Eşcari Ebü’l-Hasan, W. Spitta’nın Zur Geschichte Abu’i-Hasan al-Ascarîs, Helmut Ritter’in Die Dogmatischen Leh­ten der Anhanger des islam von Abu’l-Hasan eAli b. Ismâcîl al-Asharî, Michel Allard’ın Le proble­me des attributs divins dans la doctri­ne d’al-As’aiî, Hâdî b. Ahmed’in Ebü’l-Hasan el-Eşcarî bey-ne’1-Mu’tezile ve’s-Seiei, Daniel Gimaret’nin La doctrine  d’aî-Ash’aiî, Fevkıyye Hü­seyin Mahmûd’un Kütüb mensûbe ii’i-îmâm el-Eşcarî, Vehbî Süleyman Gâvecînin Nazra ciîmiyye fî nisbeti Kitâbi’l -İbâne cemî’ih üe’l-İmâm Ebi’l-Hasan el-Eş’arî, İsmail Efendizâde’-nin Risale ü’htilâfâti’l-Mâtündî ve’l-Eş’ari adlı eserleri Eş’a-rî’nin kelâmı görüşlerini İnceleyen mo­nografilerden bazılarıdır.

Eserleri

Ebü’l-Hasan el-Eş’arfnin ke­lâm, cedel, tefsir, usûl-i fıkıh ilimlerine, aynca Mu’tezile ile Şîa’nın reddine, Me-cûsîler’in, yahudilerin, hıristiyanlann. ta-biatçılann ve çeşitli felsefi görüşlerin ten­kidine dair olmak üzere irili ufaklı yüzü aşkın eser yazdığı rivayet edilir. Bunla­rın sayısını 300’e çıkaranlar da vardır. İbn Asâkir, EşarFye ait eserlerin listesi­ni onun el-cömed adlı eseriyle İbn Fû-rek’in Mücerred’inden nakleder. Ancak bunlardan sadece beşi günümüze ulaşa­bilmiştir,

1- Makâlâtü’l-İslâmiyyîn’. Müs­lümanlar arasında itikadla İlgili olarak ortaya çıkan farklı görüş ve mezheplere dair önemli ilk kaynaklardandır.

2- el-İbâne can uşûli’d-diyâne. Ehl-i sün-net’e intisap ettiği yıllarda kaleme aldı­ğı bir risaledir.

3- el-Lüma” fi’r-red calâ ehli’z-zeyg ve’1-bida”. Allah’ın sıfatlarını, ka­der ve iman konularını Ehl-i sünnet’e gö­re açıklayan eseridir.

4- el-Haş a/e’/-ba/iş\ Kelâm ilmini ve bu ilmin kullandığı aklî İstidlal metotla­rını tenkit edenlere cevap olarak yazdığı risaledir. Eser, Risale îî İstihsâni’1-havz fî cilmi’i-kelâm adıyla meşhur olmuş ve bu isimle neşredilmişse de son araştırmalara göre bu eserin el-Haş ale’l-bahş adını ta­şıdığı anlaşılmıştır.

5- Risale ilâ ehli’ş-Şeğr. Selefin üzerinde icmâ ettiği itikadı il­keleri ihtiva eden. Demirkapı halkına hitaben yazıp gönderdiği bir risaledir. Allah’ın varlığına ait delilin yer aldığı bir mukaddime ile İki babdan oluşur. Bi­rinci babda Hz. Peygamber’İn gönde­rildiği sırada insanların dinî durumla­rı, ikinci babda Selefin hakkında icmâ ettiği esaslar elli bir maddede anlatılır. Bunlar sıfatlar, âlemin hudûsu, Hz. Pey­gamber’İn nübüvveti, iman-günah me­selesi, âhiret halleri gibi konuları ihti­va eder. Muhammed Seyyid el-Celyend tarafından Usûlü Ehli’s-sünne ve’l-cemâ’a adıyla yayımlanan eseri Kıvâmüddin Burslan Türkçe’ye ter­cüme ederek Darülfünun İlahiyat Fa­kültesi Mecmuası’nda neşretmiştir. Risalenin Topkapı Sarayı Müzesi Kütüp-hanesi’nde bir nüshası vardır. Kaynaklarda Eş’arî’ye nisbet edilen Tefsîrü’l-Kur’ân’m günümüze ulaşıp ulaşmadığı bilinmemekle birlikte İbn Fûrek’in Tefsîrü’l-Kurbân adlı kita­bında bu eser kısmen nakledilmiştir. İbn Fûrek’in eserinin eksik bir nüshası (il! cilt) Millet Kütüphanesi’nde bulunmak­tadır. Eş’arî’­ye nisbet edilerek yayımlanan Şeceretü’l-yakın ve Mukaddi-meta Seyyidî Ebi’l-Hasan el-Eşcari adlı eserlerin ona ait olmadığı anlaşılmış­tır. Zira bu kitapların ihtiva ettiği konu­lan Eş’arî’nin düşünceleriyle bağdaştır­mak mümkün değildir.

Eş’ari’nin günümüze ulaşmayan bazı eserleri de şunlardır: en-Nevâdir fî de-ka’iki’l-kelâm, eş-Şifât, el-Muhtaşar fi’t-tevhîd ve’l-kader, îzâhu’l-burhan, el-İhticâc, el~Ahbâr, Delâ’ilü’n-nübüv-ve, Fi’i-İmâme, cAle’n-Nâsih, Fî En-ne’1-kıyâse, yehussu zâhire’î-Kur’ân, cAle’n-Naşârâ, el-Mesâ^il calâ ehli’t-teşnîye, el-FuşûI fi’r-red cale’l-mül-hidîn ve’l-hâricîn cani’l-mille, Cüme-lul-makalât fî ekâvîli’l-mülhidîn, cAlâ Ehli’î-mantık, er-Red ca!el-felâsife, Nakzu Nakzi Te’vîlı’l-edİlle Cale’l-Bel-hî, el-Kâmic li – Kitâbi’l -Hâîidî ü7-irâ­de, Nakzü’t-Tâc caiâ İbni’r-Râvendî, Fi’n-Nakz calâ İbni’r-Râvendî fî İb-tâli’t-tevatür, Nakzü’l-latîf Cale’l-İs-kâfî, Nakzu Kelâmı ‘Abbâd b. Süley­man, en-Nakz cala cAîî b. cîsâ, cAlâ Ebi’l-Hüzeyl fî Maclûmâtillâh ve mak-dûrâtih, Fi’r-Red fi’l-harekât calâ Ebi’l-Hüzeyl, Fî Hikâyâti mezhebi’l-Mücessime. D. Gimaret. Eş’arfnin çeşitli kaynaklarda zikredilen eserlerinin adını bir makale halinde ya­yımlamıştır.

TDV İslam Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski