Gök kuşağı. Güneş ışınlarının atmosferdeki su zerrelerini geçerken kırılması sonucunda meydana gelen çok renkli yay takımı.
Türkçe’de “ebem kuşağı”, “alkım” ve Arapça “alâimü’s-semâ’dan bozma “eleğimsağma” adlarıyla da anılan gök kuşağına klasik Arapça metinlerde daha çok “kavs-i kuzah” denildiği görülmektedir. Eski çağlara doğru gidildikçe dinî-mitolojik anlamlar yüklenen “kavs” ve “kuzah” kelimeleri, İslâm kültüründe genellikle meteorolojik bir hadisenin veya bunu inceleyen ilmin adı olmuş ve bu olaya tabiat ilimleri açısından açıklamalar getirilmiştir.
Kavs, Mezopotamya çivi yazılı belgeleriyle Ahd-i Atîk’te de adına rastlanan ve tasvirî sanatlarda omuzunda yay, elinde yıldırım demetiyle resmedilen bir Edo-mî-Nabatî tanrısıdır. Fırtına tanrısı olduğu anlaşılan Kavs. eski Arap tanrılar sisteminde (panteon) yay çeken sakallı bir erkek şeklinde tasavvur edilmiş, sonraları ise bereketli yağmurları yağdırdığına inanılan gök kuşağı ile sembolleş-tirilmiştir. “San, kırmızı ve yeşil renklerden oluşan kuşak” anlamına gelen kuzah kelimesi kavsin yanına bu tanrıya ait bir niteliği belirtmek için göçebe Araplar’ca eklenmiş olmalıdır. Ancak bu kelimenin giderek belirtilen tanrının kendisini İfade etmeye başladığı anlaşılmaktadır. İbn Abbas’tan, “Kuzah’ın kavsi demeyin, çünkü Kuzah bir şeytanın adıdır; Allah’ın kavsi deyin” şeklinde aktarılan bir söz, ilk devir müslümanlarının bu terimin Câhiliye mitolojisiyle ilgisinin farkında olduklarını göstermektedir. Nitekim Nöldeke, Kuzah’ın şeytan olarak da anılmasını benzeri bir mülâhazaya bağlamakta ve kavs-i kuzah teriminin eski Edo-mî tanrısıyla İlgisinin bulunduğuna inanmaktadır. Aynca Yakut’un da işaret ettiği üzere (ay.) Kuzah. Câhiliye Arapla-n’nm Müzdelife’de kutsal ateş yaktıkları bir yerin adıdır {ERE, I, 660-661). Ahd-i Atîk’teki tufan kıssasında, “Yayımı buluta koydum ve benimle yerin arasında bir ahid alâmeti olacaktır ve vâki olacaktır ki yerin üzerine bulut getirdiğim zaman yay da bulutta görünecektir” denilmektedir. Buna göre gök kuşağının bulut üzerine konulması (işi biten yayın yerine asılması), Allah’ın yeryüzünde bir daha tufan halk etmeyeceği yolundaki ahdinin bir alâmetidir. Gök kuşağını ilk defa tabiat ilminin konusu olarak ayrıntılı bir incelemeye tâbi tutan Aristo olmuştur. Atmosferde bulunan su zerreleriyle gök kuşağının oluşması arasındaki ilişkiyi tesbit eden filozof, güneşle gözlemci ve yayın göreli konumları arasındaki geometrik bağlantıyı da biliyordu. Ona göre gök kuşağının oluşmasında yalnızca yansıma etkiliydi ve buna havadaki nemin yoğun olduğu yerde güneş ışınlarının yansıması sebebiyet veriyordu. Aristo’nun İslâm kaynaklarında el-Âşârü’l-^ulvi-yye adıyla tanınan Meteorologica adlı eseri, modern anlayış bakımından geçersiz olsa da tabiat ilmi açısından ortaya konmuş bir gök kuşağı teorisinin İslâm dünyasında tartışılmasına yol açtığı için önem taşımaktadır. İhvân-ı Safa Risale-leri’nde gök kuşağının tabii bir hadise niteliğiyle ele alınışı buna bir örnektir. Olayın güneş ışınlarının atmosferde kesif halde bulunan su zerrelerini aydınlatarak yansımasından meydana geldiğini ileri süren İhvân-ı Safa, kuşağın dıştan içe doğru taşıdığı kırmızı, san, mavi ve yeşil renklerle dört tabiat, dört ahlat ve hatta dört mevsim arasında sembolik tekabüliyetier kurar; aynca bu renklerin az veya çok oluşunun halk arasında belli kehanetlerle yorumlandığını ve esasen gök kuşağının firâset ilmiyle de yakından ilgisinin bulunduğunu belirtir. İhvân-ı Safa gök kuşağının, güneşin gökyüzündeki konumuna göre tam veya eksik bir çember şeklinde göründüğünün ve renk sırası ilkinin tersi olan ikinci bir kuşağın da teşekkül edebileceğinin farkındadır; ancak bundan ötedeki açıklamaları fizik ve geometri âlimlerine bırakır. İbn Sînâ da gök kuşağı üzerine ilginç gözlemler yapmış, fakat olayın açıklanmasında Aristocu çizgiyi takip ettiği için sadece yansımayı esas almanın ortaya çıkardığı bazı teorik güçlüklerle karşılaşmıştı. Bununla birlikte onun gök kuşağındaki renklerin açık-lanışıyla ilgili Aristocu tezleri yetersiz görüp neredeyse bütünüyle reddettiği, bu arada kendisinin de başarılı olamadığını samimiyetle ifade ettiği bilinmektedir.
İbn Sînâ’nın çağdaşı İbnü’l-Heysem konuyla ilgili incelemelerini Makale ii’î-hâle ve kavsi kuzah adlı eserinde ortaya koymuş, ancak o da olaya yalnızca yansıma açısından yaklaşarak meydana gelen görüntüyü yine ışığın kesif ve nemli hava veya buluttan oluşan içbükey bir küresel yüzeyde yaptığı yansımayla açıklamıştır. Halbuki gök kuşağının meydana gelmesinde diğer temel unsuru teşkil eden ışığın kırılması olayını biliyordu ve bunu Makale fi’l-küreti’l-muhrika adlı eserinde ele alıp incelemişti. İbnü’l-Heysem’in bu iki çalışmasının, daha sonra Kutbüddin eş-Şirâzînin öğrencisi Ke-mâleddin el-Fârisî’nin (ö. 720/1320) modern görüş bakımından hayranlık uyandıran açıklamalarına hareket noktası teşkil ettiği anlaşılmaktadır. Gök kuşağı olayının İslâm Ortaçağfnda tek doğru ve parlak açıklamasını ortaya koyan Fârisî, İbn Sînâ’nın bir su damlası ile içi su dolu bir cam küre arasında daha önce kurduğu benzetmeden hareket etmek ve İbnü’l-Heysem’in “yakan küre” (el-küretü’l-muhrika) deneylerini göz önünde tutmak suretiyle teoriye küresel ortamda, aralannda bir yahut birkaç yansımanın vuku bulduğu iki kırılma açıklamasını dahil etti ve iki kırılma arasındaki bir ve iki yansımayı ayn ayn tanımlayarak bunları ışın konileri terminolojisi içinde ayrıntılı bir tarzda ortaya koydu. Bu teorisini test etmek için de daha sonra Descartes tarafından tekrarlanacak olan “karanlık oda” (camera obscura) düzeneğine başvurup karanlık bir odada güneş ışınlarıyla aydınlatılan cam bir küre üzerinde ışığın durumunu gözlemledi. Yarı şeffaf bir perde ile kapatılan kürenin bir kırılma, bir yansıma ve tekrar bir kırılmaya mâruz bıraktığı ışınların, merkezi kürenin merkeziyle güneşi bağlayan eksenin üzerinde olan bir yay. daha çok ışık geçiren bir perde ile kapatıldığında da gök kuşağının bütün renklerini sergileyen bir çember meydana getirdiğini tesbit etti. Ayrıca bu çemberi, küreden yansıdıktan sonra ikinci defa kınlan ışınların oluşturduğunu ortaya koydu ve aynı düzeneği iki kırılma arasındaki iki yansıma için de uyguladı. Böylece modern terminolojide birincil ve ikincil gök kuşağı denilen renkli yay takımlarını açıklamış oluyordu. Kemâleddin el-Fârisî’nin bu açıklamalarına yer verdiği ve aslında İbnü’l-Heysem’in Kitâbü’l-Menâzır’mm yeni bir yorumu olan Tenklhu’l-menâzır li-dav’il-başar ve1-beşd3ir adlı eseri İslâm bilim tarihinin en parlak ve en orijinal ürünlerinden biridir. Fârisî’nin yaşadığı dönemde Batı’da ondan bağımsız olarak Freiburglu Theodoricus da gök kuşağı üzerine aynı ilmî başarıyı göstermiştir. Bu durum, herhalde ikisinin de İslâm dünyasındaki üstün optik çalışmalarından elde edilen aynı sonuçlara, özellikle de İbnü’l-Heysem’in tesbitlerine dayanmış olmasıyla açıklanabilir.
TDV İslâm Ansiklopedisi