Gülşeniyye. Halvetiyye tarikatının İbrahim Gülşenî’ye (ö,940/1534) nisbet edilen bir kolu.
İbrahim Gülşenî’nin Kahire’de Bâbüzzüveyle’de kurduğu tekke İle temelleri atılan tarikat, Osmanlı topraklarında XVI. yüzyıldan sonra faaliyet göstermeye ve yaygınlaşmaya başlamıştır. İbrahim Gülşenî, mürşidi Dede Ömer Rûşenî’nin kendisine bir gül vererek, “Sen ol bâğ-ı bekanın gülşenisin” demesi üzerine mahlası Heybetî’yi Gülşenî olarak değiştirmiş, tarikatın adı da bu kelimeye nisbet edilmiştir. Gülşeniyye’nin silsilesi İbrahim Gülşenî, Dede Ömer Rüşenî, Pîr-i Sânî Seyyid Yahyâ-yı Şirvânî, Pîr Sadreddin, Ahî İzzeddin, Ahî Mîrem vasıtasıyla Halvetiyye tarikatının pîri Ömer el-Halvetf-ye ulaşır.
İbrahim Gülşenî’nin Kahire’deki dergâhına kendisinden sonra Hayalî Efendi olarak da bilinen oğlu Emîr Ahmed Çelebi postnişin oldu. Daha sonra onun soyundan gelen Ali SafVetî. Hasen-i Ahsen. İbrahim, Ahmed. Ali, Muhyîzâde Emîr Hasan efendiler de burada görev yapmışlardır. İbrahim Gülşenî diğer iki halifesinden Âşık Mûsâ Efendi’yi Edirne’ye. Sarı Saltuk diye de anılan Sâdık Efendi’yi Diyarbekir’e göndermiştir. Gülşeniyye Kahire’den sonra Diyarbekir, Bursa. Rumeli ve İstanbul’da teşkilâtlanmıştır.
Gülşenî” müelliflerinden Şemlelizâde Ahmed Efendi’nin verdiği bilgiye göre XVII. yüzyılda Diyarbekir’de dört, Edirne ve İstanbul’da iki. Bulak. İskenderiye, Mekke, Halep, Urfa. Antalya, Şam ve Bursa’da birer Gülşenî dergâhı bulunmaktaydı. Bursa’da Ali Mest Edhemî Dergâhı Şemlelizâde ile Gülşeniyye’ye intikal etmiş, daha sonra bu dergâhta Mehmed Halîfe. Ali Rızâ Efendi ve Seyyid Mehmed Hamdi Efendi postnişin olmuştur. Gülşenîlik İstanbul’a. İbrahim Gülşenî’-nin Mısır’a dönerken halife olarak bıraktığı Hasan Zarifi Efendi’nin (o. 977 1569) Rumelihisarı ve Langa’da yaptırdığı iki tekke ile girmiştir.
İstanbul’daki meşhur Gülşenî tekkeleri şunlardır:
1- Durmuş Dede Tekkesi. Hasan Zarifi Efendi tarafından Rumeli-hisan’nda kurulmuş. XVIII. yüzyılda Cerrâhîliğe geçmiştir.
2- Hulvî Efendi Tekkesi. Lemezât müellifi Cemâleddin Hulvî Efendi’nin ıo 1064 1654) Şehremi-ni’nde kurduğu tekke önce Kadirîliğe, daha sonra Rifâîliğe bağlanmıştır. Tekke mûsikisinin en meşhur bestekârlarından olan Ali Şîruganî uzun yıllar burada postnişin olarak hizmet vermiştir.
3- Peyk Dede Tekkesi. Silivrikapı’da Se-zâî-yi Gülşenî’nin halifelerinden Peyk Dede diye tanınan Ahmed Remzi Efendi (o 1100-1688-80 [?|]) tarafından kurulmuş, daha sonra Kâdiriyye’ye geçmiştir.
4- Gülşenî Tatar Efendi Tekkesi. Kaynaklarda Gülşenîhâne olarak da zikredilen bu dergâhın kurucusu Hasan Sezâî-yi Gülşenî’nin halifesi Tatar Şeyh Hasan Efendi”-dir (ö 1180/ 1766).
5- Gürcü Ali Efendi Tekkesi. Sezâî-yi Gülşenî’nin halifelerinden Gürcü Şeyh Ali Efendi’nin (ö. 1187 1773) Balat-Eğrikapı’da kurduğu bu tekke 1925’e kadar faaliyet göstermiştir.
6- Sofular Tekkesi. Fatih Sofular mahallesinde kurulan bu tekke bir dönem Gülşeniyye’ye bağlanmıştır.
7- Sarmaşık Tekkesi. Edirnekapı’da Peyk Dede’nin halifesi Seyyid İsmail Efendi (ö 1198/ 1783) zamanında Gülşenî dervişlerine hizmet vermiştir.
8- Süleyman Efendi Tekkesi. Beykoz’daki bu tekke Hafız Ahmed Efendi (o. 1212 1797) zamanında Gülşeniyye’ye bağlanmıştır.
9- Başçı Tekkesi. Hase-ki’de XV. yüzyılda mescid olarak yapılmış, Mehmed Said Efendi’nin postnişin olmasıyla Gülşenî dergâhına dönüşmüştür.
10- Ümmî Sinan Tekkesi. Şehremini’ndeki dergâhta Gülşenî Ali Efendi (ö. 1219.’ 1804) altı yıl kadar postnişin olmuştur.
Gülşeniyye tarikatının seyrü sülük âdabı şöyledir:
Gülşeniyye tarikatının seyrü sülük âdabı şöyledir: Sabah namazından sonra Yasin süresiyle bu sûrenin üçte biri oranında başka âyetler tilâvet edilir. Sesli (cehrî) yapılan kelime-i tevhid zikrinden sonra âyet ve dualar okunur; ardından dervişler hücrelerine çekilir. Mümkün olursa işrak namazı eda edilir. Öğle namazından sonra Mülk, ikindi namazından sonra Nebe’ sûresi okunur: akşam namazını müteakip evvâbîn kılınır. Yatsı namazından sonra yine Mülk sûresi okunur. Her namazın ardından kelime-i tevhid çekilir. Gecenin son üçte birlik diliminde herkes kendi hücresinde teheccüd namazı kılar. Ayrıca evrâd-ı fethiy-ye olarak “Allâhümme yâ latîf, yâ hafız, yâ dâfi’, yâ mâni:, yâ râfi’. yâ Allah” esmaları ile evrâd-ı kahriyye olarak bilinen “kadîr, muktedir, yâ kavı. yâ kâim. yâ kayyûm. yâ kuddûs, yâ kahhâr” esmaları yatsı namazından sonra kırk kere okunur. Fecrin ardından “yâ dâfi’. yâ mâni’, yâ Allah” (450 kere), öğleden sonra belâ ve musibetlerin defi için “yâ raûf, yâ vedûd, yâ Allah” (470 kere. ikindiden sonra kalp huzurunu temin için “yâ bâ-sıt, yâ muiz, yâ Allah” (275 kere); akşam namazından sonra da “yâ rahîm, yâ azîz, yâ Allah” (415 kere) esmaları tekrar edilir.
Sesli ve toplu olarak yapılan zikir, halka halinde oturan dervişlerin şeyh efendinin işaretiyle Fâtiha’dan sonra kelime-i tevhid çekmeleriyle başlar. Daha sonra ayakta “hû” ve “hay” esmaları ile devam edilir. Bu sırada zâkirler “Gülşenî savtı” adıyla bilinen kısa güfteli, ağır tempolu ilâhiler okurlar. Zikrin temposu hızlandığında kudüm, mazhar, bendir gibi vurmalı sazlar çalınır. Dervişler el ele tutuşarak bir daire meydana getirir ve sağdan sola doğru yürümeye başlarlar. Sol ayaklarını “kutubhâne” denilen zikir halkasının merkezine, sağ ayaklarını da ters yöne doğru atan dervişler, sol ayakla birlikte bedenlerini öne doğru eğerken sağ ayakla doğrulurlar. Bu hareket yukarıdan bakıldığında bir gül goncasının açılıp kapanması gibi görünür. Gülşenî tacının pembe renkli ve yeşil destarlı olması bu görünümü daha estetik hale getirir. Zikir Kur’an tilâveti ve dua ile son bulur.
Zikir meclislerinin sesli olması sebebiyle sür ve mûsikiye önem verilen Gülşenî tekkelerinde İstanbullu Derviş Sadâyî, Edirneli Saban Dede. Hüdâyî Çelebi, Ab-dülganî Efendi gibi meşhur zâkirbaşı ve bestekârlar yetişmiştir. Araplar’ın hâkim olduğu Kahire’deki âsitâne ile İskenderiye’deki Gülşenî Tekkesi’nde âyinler Türkçe ilâhilerle icra edilmiştir.
Birçok tarikatın âdâb ve erkânında bulunan benzerlikler Mevlevîlikle Gülşenîlik arasında çok daha açık olarak görülür. Gülşeniyye’nin pîri İbrahim Gülşenî’nin Mevlânâ’nın 26.000 beyitlik Mes/ıevf sine nazîre olarak 40.000 beyitlik Ma’nevi adlı Farsça manzum bir eser yazması benzerliğin ilk belgesidir. Mevlevîlik Mev-lânâ’nın oğlu Sultan Veled döneminde teşkilâtlandığı gibi Gülşenîlik de İbrahim Gülşenî’nin oğlu Emîr Ahmed Çelebi zamanında kuruluş safhasını tamamlamıştır. Kahire’deki âsitânenin birkaç hücresi Mevlevî dervişlerine ayrılmış, bu hücrelerde sürekli olarak hem Ma’nevi1 hem de Mesnevi okunmuştur. Gülşeniyye’-de pîr makamında bulunan postnişine “çelebi”, yeni intisap eden dervişe “nev-niyâz” denmesi de bu kültürel alışverişin sonucudur. Gülşenî tacı Mevlevî sikkesine benzediği gibi Bektaşî tacından da etkilenmiştir. Benzerlikler, bu tarikatların zaman zaman gördüğü tepkilerde de açığa çıkmaktadır. Sadreddin-zâde Mehmed Emin Şirvânî ıö 1036/ 1627) tarafından kaleme alınan Tercü-mönü’lar sıralanırken Bektaşîlik ve Mevle vîlik’le birlikte Gülşenîlik de zikredilmiştir.
Öte yandan kuruluş döneminde Gül-şenîlik’le Nakşibendîlik arasında da yakınlığın olduğu görülmektedir. Bunun göstergelerinden biri, Emîr Ahmed Ha-yâlî’nin, müridi Muhyî-i Gülşenî’den Nak-şîler hakkında bilgi toplamasını istemesidir. Sezâî-yi Gülşenî’nin Mektûbât’m-da rabıta konusu anlatılırken, “Tarîk-i Nakşibendiyye’de “hoş derdem” buyu-ruldugu budur” denmesi bu yakınlıkla ilgilidir.
Osmanlı döneminde fikir, yorum ve tavırlarından dolayı tepki gören tarikatlardan biri de Gülşeniyye’dir. Bu tarikat mensupları vahdet-i vücûd anlayışını benimsediklerinden hem ulemâ hem de merkezî yönetimce zındık ve mülhid telakki ediliyorlardı. Nitekim bu tür suçlamalara hedef olan İbrahim Gülşenî 1523 yılında Kanunî Sultan Süleyman tarafından İstanbul’a davet edilmiş, yanına bazı müridlerini de alarak Kahire’-den İstanbul’a gitmiş, sultanın huzurunda yapılan soruşturmadan sonra hakkındaki iddiaların asılsız olduğu sonucuna varılarak Mısır’a dönmesine izin verilmişti. Şeyhülislâm Çivizâde Muhyid-din Mehmed Efendi Mısır kadısı iken Gülşenîler aleyhinde verdiği bir fetvasında onların sapık, mülhid ve zındık olduklarını, kestikleri hayvanların yenmeyeceğini, imamlıklarının caiz olmadığını beyan edince sıkıntıya sebep olan bu mesele Ebüssuûd Efendi’ye de arzedilmişti. Çi-vizâde’nin teşditlerinden sonra karşı görüşleri de ihtiva eden uzun bir soruya Ebüssuûd Efendi’nin verdiği cevap şöyledir: “Ehl-İ sünnet ve’l-cemâat itikadı üzre olup şer’-i şerif muktezâsınca amel edip selef-i sâiihîn tarikine sâlik olan kâ-inen mâ kân makbuldür. Şeyh İbrâhim-lidir demekle onlara dahi ve taarruz caiz değildir.” Ancak Ebüssuûd Efendi, Edirne’de bulunan Gülşenî’nin halifesi Muh-yiddin Karamânî’yi İstanbul’a getirterek muhtemelen kendisinin tayin ettiği ulemâ heyetinin Önüne çıkarmış ve yapılan sorgulama sonucunda onu zındıklık ve ilhad suçundan mahkûm etmişti. Bu karar şeyhin idamı ile sonuçlanmıştır.
Âşık Çelebi de Gülşenî’nin mensuplarından divan sahibi Usûlî’yi, Balkanlar’-da ilk defa zındıklık ve ilhad tohumunu eken bir şair olarak tanıtır. Gülşenîle-rin devletten gördüğü bu tepki, onları şeriat-tarikat konularında daha dikkatli olmaya sevketmiştir. İbrahim Gülşenî’nin, “Farzlardan sonra dikkat edeceğimiz İlk şey padişahın hizmetinde kusur etmemektir” sözünü de bu çerçevede değerlendirmek gerekir. “Rûm mer’ayı nefs ü bedendir / Mısr mesken-i gülsen ü rûşendir” ifadesi Gülşenîler’in Osmanlı idaresine bakış tarzını ortaya koymaktadır.
İbrahim Gülşenî’nin mürşidi Dede Ömer Rûşenî’nin Muhyiddin İbnü’l-Arabî hayranı olduğu, hatta Fusûşü’l-hikem okutması sebebiyle sert tenkitlere mâruz kaldığı ve Karabağ’da bulunduğu sırada Fu-şûş’un yakıldığı bilinmektedir. RÛşenî’nin vefatından sonra Ak-koyunlu Sultanı Yâkub, devrin meşhur âlimleriyle İbrahim Gülşenî arasında Fu-şûş’un tenkide konu olan meseleleri üzerine tartışmalar yaptırmış, bu tartışmalar sonucunda Gülşenî’yi haklı bulan bazı âlimler ona intisap etmiştir. Bunlardan Mevlânâ Abdülganî el-Meganî Tar-dü’l-lüşûş can huşûşi’l-Fuşûş, Mevlânâ İsmail Reddü’n-nüşûş ‘ani’l-Fusûs adlı eserleri kaleme almışlardır. Gülşenîler’in vahdet-i vücûd anlayışı dolayısıyla sert tepki görmeleri, onları zamanla daha ihtiyatlı ve ılımlı bir ifade kullanmaya sevketmiştir. Sezâî-yi Gülşenî’nin, “Mülhidlerle görüşme-yesin; Ehl-i sünnet, şeriat ve tarikatı muhkem olanlarla yâr u karındaş ol” demesi de bu tavırlarla ilgili olmalıdır.
Şemlelizâde tarikat mensuplarının derviş, abdal ve sûfî adlı üç gruba ayrıldığını söyler. Derviş ve abdal İfadeleri seyrü sülük halinde olanlar için kullanılır. Sûfî ise tasavvufî eğitimini tamamlamış olan kimsedir. Dervişle abdal arkadaşlık yaptıkları ve beraber seyahate çıktıkları halde sûfflerle bu anlamda bir yakınlıktan olamaz. Çünkü hal, makam, meşrep ve üslûpları farklıdır.
Bursa Gülşenî Dergâhı postnişini Şemlelizâde Ahmed Efendi, Şîve-i Tarîkat-ı Gülşeniyye adlı eserinde tekke içi hayatı bütün âdâb ve erkânıyla tanıtmıştır. Onun verdiği bilgiye göre Gülşenî dervişlerinin rengârenk elbiseler, çok geniş, yırtmaçlı uzun hırkalar giymeleri, semle yerine sarık ve şal sarınmaları, elde gümüş bıçak, yüzük ve teşbih taşımaları, kendi hücrelerinden başka yerde nafile namaz kılmaları, namaza başlarken abdest almaları, namazda ilk safta yer tutmaya çalışmaları, yolda yürürken sağa sola bakmaları uygun görülmemiştir. Yine Şemlelizâde, Kahire’deki Gülşenî Âsitânesi’nde herkesin parasını ortak bir sandığa koyduğunu, gerektiğinde ihtiyacı kadar alıp harcadığını söyler.
Gülşenîler, tekke kültüründe yaygın olan “aşk olsun, hû dost, eyvallah, dervîş-i dervîşân, dinim imanım, keremkânlı, dinim dünyam, erenler şahı, şahım hünkârım, pâdişâhım” gibi tabirlerin kullanılmasını, bir tür övünme ifadesi olduğu ve dervişliği faşettiği için pek hoş karşılamamişlardır.
Tarikatın âdâb ve erkânına riayet etmeyen derviş önce uyarılır, ardından uyarı tekrarlanır, olmazsa cezalandırılır. Bundan da sonuç alınmazsa “seyahat verilir”. Bir dervişe seyahat verilmesi onu tarikattan ihraç etme anlamına gelir. Ancak İbrahim Gülşenî, bu duruma düşen dervişe seyahat verilse bile hemen cezalandırılmamasını, taç ve hırkasının alınmamasını tavsiye eder.
Gülşeniyye tarikatının literatürünü Gülşenî’nin mürşidi Dede Ömer Rûşenî’nin eserleriyle başlatmak gerekir. Rûşenî’nin tasavvufî fikirleri şiirle ifade etme geleneği. 17.000 beyitlik Türkçe bir divanla 40.000 beyitlik Farsça Ma’nevf adlı eseri kaleme alan müridi İbrahim Gülşenî tarafından devam ettirilmiştir. Meşnevfye nazire olarak yazılan Macnevî ile ilgili şu beyit çok meşhurdur: “Gülşenî dervîşi güldür goncalardır Mevlevî / Bülbül-i şeydâ okur geh Mesnevi geh Ma’nevî.”
Tarikatın ikinci pîri Sezâî-yi Gülşenî’nin mürşidi La’lî Mehmed Fenâî, Terce-me-i Hâl-i Hazret-i Pîr İbrâhîm-i Gülşenî adıyla kaleme aldığı eserinin yanı sıra Ma’nevî’nin ilk 500 beytini Şerh-i Ma ‘nevî adıyla şerhetmiştir, Bu şerhte bazı tasavvufî terimlere yeni tarif ve tasnifler getirilmiştir. Meselâ Fenâî’ye göre “aynü’l-iyân’ın on şubesi vardır: Lahza, dikkat, safa (telvîn), sürür, sır, teneffüs, gurbet, gark, gaybet, temekkün. Temekkünün ihtiva ettiği hakikatlerin isimleri şunlardır: Mükâşefe, müşahede, muayene, hayât-ı hakîkî, kabz. bast, sekr, sahv, ittisal ve infısâl. İnfisâl ise on “dekâiki” ihtiva eder: Marifet, fena, beki, hakikat, telbîs. vücûd, tecrîd. tef-rîd. cem ve tevhid. Muhyî-i Gülşenî’nin. mürşidi Emîr Ahmed Hayâ-lî’nin tavsiyesi üzerine kaleme aldığı Menâkıb-ı İbrahim Gülşenî, tarikatın kuruluş dönemiyle ilgili bilgilerin yanı sıra devrin siyasî, fikrî, tasavvufî atmosferi hakkında önemli bilgiler ihtiva eder.
Gülşenî tekkelerinde. Dede Ömer Ftûşenî ve İbrahim Gülşenî’nin eserlerinden sonra en çok okunan kitap, Edirne Gülşenî Dergâhı postnişini Sezai’nin divanıdır. Bu eser, Sezai’nin mürşidi La’lî Fe-nâî Efendinin divançesiyle birlikte Bulak’ta (1256), Mektûbât-ı Hazret-i Se-zâî ise Şeriı-i Ma’nevî ile birlikte İstanbul’da (1289) basılmıştır.
Başta Usülî olmak üzere Ârifî, Bülendî, Hamdı, Rindî, Semaî, Şifâî, Zaîfî gibi birçok şair Gülşenî tekkelerinden feyiz almıştır.
Kendisi de Gülşenî olan Cemâleddin Hulvî’nin Lemezât adlı eserinde tarikatın ileri gelenleri hakkında geniş bilgi bulunmaktadır.
Tarikat tarihiyle ilgili kitaplarda, Gül-şeniyye’nin Sezâî-yi Gülşenî’ye nisbet edilen Sezâiyye, Hasan Hâletî’ye nisbet edilen Hâletiyye adlı iki şubesi olduğu söylenir. Gülşeniyye, Sezâî Efendi’den sonra onun halifeleri tarafından temsil edilmiştir. Hâletiyye şubesinin kurucusu olarak kabul edilen Hasan Hâlett Efendi ve halifelerine dair kaynaklarda yeterli bilgi yoktur.
TDV İslâm Ansiklopedisi